
Ayfer Tunç’un Annemin Uyurgezer Geceleri romanı, çağdaş Türk edebiyatında birey-toplum ilişkisini, psikanalitik bir derinlikle ele alan, sarsıcı ve çok boyutlu bir başyapıttır. Bu eser, sadece bir aile dramının ötesine geçerek, bir kadının bilincinde yankılanan kuşaklararası travmayı, zehirli bir aşkın bağımlılık mekanizmalarını ve Türkiye’de kadın olmanın tarihsel yükünü inceliyor. Tunç, bu romanla, okuyucuyu konfor alanından çıkarıp, görmezden gelmeyi seçtiğimiz gerçeklerin en karanlık dehlizlerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.
I. Hypermnesia Temelinde Metinsel Yapı: Zamanın Çözülüşü
Romanın başkahramanı, rasyonel kimliğiyle var olmaya çalışan ekonomi profesörü Şehnaz, annesi Ayhan Hanım’ın uyurgezerlik esnasında fısıldadığı bir sırla, zamanı algılama yetisini kaybeder. Bu sır, onun hayatındaki temel dengeyi bozar ve ona hypermnesia (aşırı bellek) lanetini yükler. Şehnaz için geçmiş, artık kapalı bir kutu değil, şimdiki zamanın her anına sızan, canlı ve sürekli acı veren bir varlıktır. Bunu şu şekilde dile getirir:
“Unutma yetimi kaybetmiştim. Geçmiş denen, yokuşlu bir yola tırmanır gibi güçlükle ilerlediğim, her şeyin görünüp durduğu kocaman bir düzlükte kalakalmıştım. Zaman benim için artık düz bir çizgi değildi; eğilmiş, bükülmüş, geçmiş her anıyla şimdinin içine akıyordu. Ben, o akışın ortasında boğuluyordum. Bu bellek, bir nimet değil, bir lanetti; her şeyi kaydettiği için beni felç ediyordu.”
Tunç, bu durumu yansıtmak için romanın yapısını bilinçli olarak parçalar. Kronolojik akışın sürekli bozulması, bilinç akışı tekniğiyle iç içe geçer. Bu yapısal tercih, Şehnaz’ın zihnindeki kaosu, sırrın getirdiği gerilimi ve gerçekliğin subjektifliğini okuyucuya doğrudan hissettirir. Metin, adeta Şehnaz’ın dehlizlerindeki labirentvari düşünce yapısını taklit eder.
II. Anne-Kız İlişkisi: Sevgi ve Nefretin Düğümlendiği Miras
Romanın psikanalitik derinliği, özellikle anne-kız ilişkisi üzerinden belirginleşir. Ayhan Hanım’ın uyurgezerliği, bireysel bilinçdışının kapılarını aralayan anahtar olduğu gibi, aynı zamanda kuşaklararası travmanın da sembolüdür. Ayhan Hanım’ın hayatının kısıtlılığı ve yoksunluğu, Şehnaz’a “yaşanmamış bir hayatın ağırlığını” miras bırakır.
Şehnaz’ın annesine duyduğu sevgi, büyük bir nefret ve suçluluk duygusuyla karmaşık bir şekilde iç içe geçmiştir. Bu nefret, annesinin pasifliğine, hayata isyan edemeyişine ve kendi hayatını yaşayamamış olmasına yöneliktir. Şehnaz, annesinin eksik bıraktığı hayatı tamamlama yükümlülüğünü hisseder ve duyguyu cümlelerle okuyucuya hissettirir:
“Annem bana, yaşanmamış bir hayatın ağırlığını miras bıraktı. Sanki ben, onun yaşadığı o yok-hayatın, hayata isyan edemeyişinin intikamını almalıydım. Onun hayatını yaşanmış kılmak zorundaydım. Ama nasıl? Kendi hayatımı feda ederek mi? Ben, annemden nefret ettim mi? Bu, cevaplamaktan en çok kaçındığım, en yakıcı soruydu. Bu toprakların kadınlarının kaderi, annelerinden nefret etmek ve sonra onlara dönüşmek miydi?“
Bu derin sorgulama, romanı sadece bireysel bir hikâye olmaktan çıkarıp, Türk toplumundaki kadınlık rollerinin tarihsel bir eleştirisine dönüştürür.
III. Zehirli Aşkın İktidarı: Entelektüel Kölelik
Romanın en can alıcı teması, Şehnaz’ın evli hocası E. ile yaşadığı otuz yıllık zehirli aşkın anatomisidir. E. sadece bir sevgili değil, aynı zamanda Şehnaz’ın entelektüel ve duygusal dünyasını domine eden, ataerkil otoritenin temsilcisidir. Şehnaz’ın akademik rasyonelliği, bu ilişki karşısında tamamen çöker.
Tunç, bu ilişki üzerinden aşkın yüceltilmesi ardındaki iktidar ve bağımlılık ilişkisini gözler önüne serer. Şehnaz, E.’ye duyduğu aşkı, özgürlük söylemlerine rağmen kendi kendisine taktığı bir pranga olarak tanımlar. Bu bağımlılık, entelektüel birikimin dahi duygusal zaaflar karşısında ne kadar yetersiz kalabileceğinin acı bir kanıtıdır. Aşkın ne denli güçlü bir duygu olduğunu okuyucunun adeta iliklerine kadar hissettiren bir alıntı:
“Benim aşkım, bencil bir kendini tüketmeydi. Ona ait olmak, benim tek varoluş biçimimdi. Ama bu varoluşun içinde benim kendim yoktu. O, bir gölgeye âşık olduğunu, ben de gölge olmayı kabul ettiğimi biliyordum. Otuz yıl, başka bir kadının kocasının sevgilisi olmak… Bu nasıl bir yazgıydı? Benim tüm özgürlük söylemlerime, tüm solcu kimliğime rağmen, benim en büyük esaretim, bana ait olmayan bir aşkın gölgesinde yaşamaktı.“
E.’nin karısı Eyşan figürünün neredeyse hiç görünmemesi, ancak varlığının sürekli hissedilmesi, Şehnaz’ın ahlaki çatışmasını, suçluluk duygusunu ve ilişkideki “ikinci kadın” olmanın getirdiği görünmezlik hissini derinleştirir. Aşk, bu bağlamda, kurtuluş değil, bir tür zindan haline gelir.
IV. Toplumsal Eleştiri ve Bireysel Vicdan
Ayfer Tunç, romanın derin bireysel muhasebesini yaparken, arka planda Türkiye’nin yakın tarihini de bir fon olarak kullanır. Siyasi ve toplumsal çalkantılar, bireylerin kaderlerini ve ahlaki seçimlerini şekillendiren sessiz tanıklardır.
Şehnaz’ın entelektüel çevresi ve sol görüşlü geçmişi, romana sınıfsal ve ideolojik bir derinlik katar. Ancak Tunç, eleştiriyi siyasi söylemlerin ötesine taşır ve bireysel vicdanın çürümüşlüğüne odaklanır. Roman, sadece toplumsal yalanları değil, bireyin kendi kendisine söylediği yalanları da deşifre eder ve bunu yaparken şu cümlelerle okuyucuya adeta hayatı sorgulatır:
“Biz, kendimize en güzel yalanları söylemekte ustaydık. Solculuk, entelektüel ahlak, bağımsızlık… Bütün bunlar, kendi küçük, bencil dramlarımızı gizlemek için kullandığımız maskelerden ibaretti. Asıl dürüstlük, kendime şunu söyleyebilmekti: Ben zayıfım. Ben zavallıyım. Ve ben, annemden öğrendiğim o korkunç sessizliği taşıyorum.“
Roman, bireyin kendisiyle yüzleşme anının, tüm ideolojik ve rasyonel savunma mekanizmalarını nasıl yerle bir ettiğini gösteren güçlü bir kanıttır.
Sonuç: Hatırlamanın Acısıyla Gelen Özgürlük
Annemin Uyurgezer Geceleri, nihayetinde bir çözülme ve yeniden inşa metnidir. Ayfer Tunç, unutmanın bir kurtuluş olduğu bir toplumda, her şeyi hatırlamanın ağırlığı altında ezilen bir kadının hikâyesi üzerinden, aşkın, suçluluğun ve bu coğrafyada kadın olmanın karmaşık katmanlarını inceler.
Şehnaz’ın uyurgezer annesinden miras aldığı sır, onu bir yıkıma götürse de, aynı zamanda kendi benliğini inşa etmesi için bir katalizör olur. Tunç, okuyucuya, yüzleşmenin ve hatırlamanın acısının, nihai bir özgürlüğe giden tek yol olduğunu fısıldar. Gerçek özgürlük, dışsal koşullarda değil, bireyin kendi içindeki karanlıkla yüzleşme cesaretinde saklıdır. Bu, Türk edebiyatına kazandırılmış, uzun soluklu, derin izler bırakan ve korkusuzca samimi bir başyapıttır.

















