
Güneşli bir pazar günü. Öğle vakti. Babaannen yer sofrasında tek başına bağdaş kurmuş anlatıyor. Ne anlattığıyla ilgilenen yok. Belki baban. Ama o da duymak istediğinden değil. Babanın içinde yay gibi gergin bir tel var sanki. Annesi -muhtemelen bilerek- o teli çekiştirecek kelimeler seçtiğinde duyuyor baban. Küçüksün daha, en fazla dört yaşında bir oğlan çocuğu. Ama o gergin telin titreşimlerine sık sık şahit oldun. Biliyorsun çok güçlü titreştiğinde neler olabileceğini. Annen de biliyor. Bu yüzden sessiz duruyor. Zaten dikkatinin birazı da yeni doğan çocukta. Şu yan odada ağlayanda. Sürekli ağlayan. Bu ağlamalar da o gergin telin frekansına denk geliyor sık sık. Bebeğin ağlamaları annenin kabahati oluyor o zaman. “Gazdan,” diyor annen. Ama suçlu suçlu yatıştırmaya çalışıyor bebeği. Sen de böyle zamanlarda sessizleşiyorsun. Tehdit büyük çünkü. Biliyorsun.
Anlatıyor babaannen. Kısa bacaklarıyla bağdaş kurmuş anlatıyor. Uzun, iri gövdesiyle, bir sağa bir sola, kurulmuş gibi sallanarak. Anlatıyor aralıksız… Konuşmalı. Bu onun için temel bir ihtiyaç. Dinleyen olmasa da konuşmalı. Annenle baban sofra kuruyor bir yandan. Sen halının üstünde oyun oynuyorsun. Galiba oyuncak asker elindeki. Yemeğe oturulacak birazdan. Baban arada bir o teli titreten bir kelime duyduğunda, “Yahu anne bize ne Ayhan’dan?” gibi sözler söylüyor. Bu “Ayhan” her kimse baban sevmiyor onu. Arkasından küfrediyor. Galiba babanı kötülüyor bu adam babaannene.
Anlatmaya devam ediyor babaannen sallanarak, bir sağa bir sola, ritmini hiç bozmadan. Dudaklarını büzerek, heyecanla. Öyle heyecanlı ki, nefesi sözlerine yetişemiyor, boğulur gibi oluyor arada. Anlatmaya devam ediyor, hep birilerinin sözünü aktarıyor, “demiş ki,” diyor, “diyor ki,” diyor. Garip geliyor bu konuşma tarzı sana. O ise iştahla anlatmaya devam ediyor: “Ayhan diyor ki, O, diyor, senin oğlun, diyor, Kerime Hanımın oğlu gibi mi?’ diyor.”
Bebek ağlıyor, annen yan odaya bebeğe koşuyor, baban mutfakta homurdanıyor, babaannen anlatıyor, sen oyunu bırakıyorsun, bebek ağlamaya devam ediyor, babanın homurtusu yükseliyor, babaannen sallanıyor ve anlatıyor, sen hissediyorsun, baban sıcak çorba tenceresini iki kulpundan bezlerle tutmuş salona getiriyor, Ayhan, babanın hayırsız olduğunu söylüyor, bebek şimdi kucakta daha yüksek sesle ağlıyor, babaannen sallanıyor, sen biliyorsun, Ayhan, demiş ki diyor, diyor ki diyor, baban tencereyi elinden düşürüyor, belki de sinirle yere bırakıyor, sıcak çorba halıya ve babanın ayağına dökülüyor, acısını umursamıyor baban, kükrüyor sadece, Ayhan’a küfrediyor, Ayhan’ın yüzüne edemediği küfrü kendi annesinin yüzüne ediyor, kendi annesine edemediği küfrü Ayhan’a ediyor, bebek şimdi çığlık atarak ağlıyor, annen suçlu, sen korkmuş…
Başardı babaannen. Artık konuşmasa da olur. Ama gene de hemen susamıyor. Yavaş yavaş sönen bir balonun sesi gibi sönüyor konuşması, sallanmasının ritmi düşüyor, sonunda duruyor. Ama artık baban durmuyor.
Tam o anda ben giriyorum içeri, kapıyı çalmadan. Zaten zil sesi sevmez bizimkiler. Sen de sevmeyeceksin ömrün boyunca. Zil sesi davetsiz misafir demek. Ama ben misafir değilim. Bir kez tam orada, senin halıda oturduğun yerde, tam bu anda bulunmuştum ve bu sahne o zamandan beri hep benimleydi.
Kuruluyorum senin en sevdiğin oyuncağın, sallanan atının üstüne. Biraz küçük ama oturabilirim bence. Ne de olsa alışkın at bana. İzliyorum oturduğum yerden şu sıradan aile tablosunu. Şu kısa bacaklı, uzun gövdeli iri kadını ve oğlunu.
On üç yaşında evlendirmişler bu çocukkadını. O yüzden yaşlı değil, sadece on beş yaş var babanla aralarında. Dedene de tuhaf gelmemiş bir çocukla evlenmek, bir de öğretmen olacak. Çok nadir bahsederler dedenden. Nadiren. Korkarak.
Dev gibi görünüyor sana bu kadın. Gerçi oğulları dahil yedi çocuğundan da rahmetli kocasından da uzun. Bu yüzden daha garip oluyor çocuksu halleri.
Hemen her seferinde başarıyor en büyük çocuğunun bam teline basmayı. Sevemiyorsun onu. Cenazesine de mezarına da gitmeyeceksin. İnan bana.
Bu çocukkadının ve daha birçok şeyin kurbanı şu adama bakıyorum sonra. İki ucundan çekiştirilmiş metal bir tel gibi gergin duran adama. Kopacağı güne kadar böyle gergin olacak. Onu da sevemeyeceksin. Deneyeceksin ama olmayacak. Şiddetlenecek çünkü her geçen gün hiddeti. Korku her birinizin ayrılmaz bir parçası olana dek. Onu mezara sen indirecek ama bir daha ziyaretine gitmeyeceksin. Buna da inan.
Annene ve kucağındaki bebeğe, kız kardeşine bakıyorum şimdi de. O sürekli ağlayan kız büyüdükçe hiç ağlamaz olacak, katılaşacak. Onu sallayan kadıncağız ise hep suçlu kalacak. Onları seveceksin daima. Ama ne zaman bir araya gelseniz birbirinize bahsetmekten kaçınacağınız bir huzursuzluk hissedeceksiniz. Her birinizin içine yer etmiş kötü bir duygu bu. Birlikte oluşunuzdan güç alacak, cisimlenip aranıza oturacak, evden biri gibi olacak. Ama korkma, bir gün bu da geçecek. Sana gelince, beni tanımıyorsun henüz. En azından bu halimi. Bunun için tam kırk yıl geçmesi gerek. Bana öyle bakma. Müdahale edemem. Bu sahne hep böyle kalacak. Ben nasıl hatırlıyorsam öyle. Sen, bu ve bunun gibi sahnelerle büyüyecek, sen olacaksın. İçinde hep o gergin teli arayacak ama bulamayacaksın. O adama benzememek için çabalamakla geçecek ömrün. Kötülüğün referans noktası olacak o, iyiyi böyle bulacaksın. Ona sadece bunun için teşekkür edebilirsin. Bir de dünyada var olduğun için.

















