Öykü: Şafak | Cindi Yıldırım

Mayıs 6, 2025

Öykü: Şafak | Cindi Yıldırım

Kısa süren acemi birliğini bitiren Galip, usta birliğine teslim olmak için uçağa biniyordu. Yağmur ince ince atıştırıyordu. Uçağın penceresinden ucu bucağı görünmeyen havaalanına bakıyordu Galip. Onlarca uçak, yorgunluk nedir bilmeden iniyor, kalkıyordu. İlk defa uçağa binmenin korkusu vardı üzerinde, bir de gideceği yerin merakı ve endişesi. Uçağın kalkışı için her şey hazır olduktan sonra yavaş yavaş pisti terk ediyordu. Uçak ilk havalandığında içinden bir şey çekiliyormuş gibi hissetti Galip. Yanında oturanların da sıkı sıkı tutunduklarını gördü, korkan tek kendisi değildi. Biraz zaman geçtikten sonra silindi korkusu. Yol yorgunluğu uykusunu getirmişti, gözkapakları kendiliğinden kapanıyordu, gideceği yere kadar deliksiz uyudu. Uçağın tekerleri yere değince uyandı Galip. Yeni bir şehre gelmenin verdiği tedirginlik te uyandı onunla. Uçak durduktan sonra yönlendirmelere göre havaalanına girdi. Valizini aldı, rutin işlemleri de hallolduktan sonra askeri personelin geçtiği kapıdan çıktı.

Kendisi gibi olan acemi erler bir noktada toplanıyordu. Herkes gibi şaşkınlıkla ne olacağını beklemeye başladı. Orada bekleyen erlerin gözünde korku vardı en çok. Hepsi daha şimdiden şafak sayıyordu, Galip te dâhil. Akşamüzeriydi, güneş yavaş yavaş terk ediyordu sahneyi. Bir komutan görününce hazır ola geçti herkes. Komutan cüssesinden beklenmedik ince sesiyle kısa bir açıklama yaptı. Otobüsler gelip sırayla herkesi bağlı oldukları birliklere teslim edecekti. Bir süre sonra ilk otobüs geldi. Herkes ayaklandı, ismi okunanlar aceleyle otobüse biniyordu. Galip’in ismi okunmadı, sabırsızlandı. Ondan sonra gelen dokuz otobüsle de gitmedi Galip. Saat on bire yaklaşıyordu. Sırt çantasındaki birkaç bisküviyi atıştırırken bir otobüs daha geldi. İyice bunalan Galip yerinden kıpırdamadı. Bir ara Galip Kilimci ismini duyunca yerinden fırladı, apar topar otobüse bindi. Otobüs suspustu, çıt çıkmıyordu kimseden. Otobüs hareket ettiğinde uyku gelip gene yapıştı gözlerine. Otobüs ikide bir duruyordu, hayal meyal şeyler görüyordu Galip. Işıklar, korna sesleri, arabalar… Hemen hemen iki saat süren yolculuktan sonra inecekleri yere vardılar.

Otobüs onları içinden süpürdükten sonra gözden kayboldu hızla. Acemi askerlerin usta birliklerine teslim edilmeden önce bekletildikleri ‘’bahçe’’ diye adlandırılan tabura gelmişlerdi. Nizamiyede konuşan nöbetçiler kendi aralarında konuşurken duymuştu Galip. ‘’Bahçeye yeni çözemezler geldi,’’ demişti biri, ardından hunharca bir kahkaha salmışlardı üzerlerine. Acemi erleri bölüklerden uzak bir yerde bekleteceklerdi. Her erin usta birliğini yapacağı taburlar aranacak, o taburlardan gelecek askeri araçlar ile gönderilecekti herkes. Gene bir bekleme haline büründü erler, gene bir sabırsızlık çöktü üzerlerine. Şanslı olanlar yarım saat sonra gelen araçlarla bahçeden ayrıldılar sevinçle. Beklemekten iyice sinirleri yıprandı Galip`in, karnı da acıkmıştı herkes gibi. Kısa bir süre sonra ekmek ve birkaç kumanya getirdiler. Galip elindeki ekmekle kumanyaya bakıyordu. Çaresizlik ve yılgınlık göz yuvalarına doluyordu, birkaç saniye gözünü kapatıp derin derin nefes aldı, umudunu diri tutması gerekiyordu. Elindeki ekmeği yedikten sonra herkes gibi bir yere kıvrılıp uyumaya çalıştı.

Sabah erkenden gelen aracın sesi ile uyandılar. Erler eşyalarını sırtlayıp isimlerinin okunmasını beklediler. İsimleri okunanlar aceleyle aracın arkasına bindiler. Geride kalanlar kıskançlıkla onlara bakıyordu. Galip’in ismi okunmamıştı, esefle yerine oturdu tekrar. Sonsuza kadar öylece orada kalacakmış gibi hissetti bir an. Onun bağlı olduğu tabur ya onu unutmuştu, ya da tüm gün horul horul uyumaktan başka bir şey yapmıyordu. Başka bir nedeni olamazdı, akla gelebilecek ne kadar saçma bahane varsa kuruyordu kafasında. Sinirli bir oflamayla kalktı yerinden, başı döner gibi oldu, yakınındaki ağaca elini dayadı. Kendine geldikten sonra boş bir çuval gibi mecalsizce gezindi oradan oraya. Bir boşlukta geziniyormuş gibiydi, sersem adımlarla gitti dikenli tellerin olduğu yüksekçe duvarın önünde durdu. Dikenli tellere baktı bir süre, burada geçirdiği her saniye baktığı dikenli teller gibi batıyordu bedenine. Ailesi geldi aklına, bitirmiş olduğu okulu, çocukluğu geldi sonra. Sanki hiçbiri yaşanmamış gibi bir his sardı her yanını. Sanki burada doğmuş, burada büyümüştü. Hiçbir anısını yaşamamış, hiç başka bir yerde yaşamamış gibiydi. Galip, geçen zamanın farkına vardığında birkaç er dışında kimse kalmamıştı. İyice umudu tükeniyordu. Gerçekten unutulduğuna yavaş yavaş inanmaya başlıyordu. Yerden aldığı taşla duvara büyük harflerle ‘’SABIR’’ diye kazıdı. Ardından orada bekleyenlerin yanına döndü, çok uzun bir gece daha onları bekliyordu.

Kulaklarının zarını patlatan düdük sesi ile yerinden sıçradı Galip. Bağlı olduğu taburdan gelen araç kapıda bekliyordu. İsmi okunanlar ile birlikte toparlanıp koşar adımlarla araca bindiler. Uyku sersemliğini üzerinden attıktan sonra içini bir rahatlama kapladı. Bu süreçten sonra en azından yeri belli olacaktı. Araç ağır ağır arkasında bırakıyordu her şeyi, akıp giden yola bakıyordu gözünü ayırmadan Galip. Terhis olup bu yoldan eve döneceği zamanı şimdiden iple çekiyordu. Askeri araç çok ta uzak olmayan tabura vardığında düşüncelerinden sıyrıldı. Araçtan inip nizamiyede arama sırasına girdiler. Arama bittikten sonra hangi bölükte kalacakları okundu. Her bölüğün çavuşu onları dışarıda bekliyordu. Galip ve iki er daha, kısa boylu, güler yüzü çavuşu takip etmeye başladı. Ağaçlıklı yoldan ilerlerken her iki tarafta bulunan aloeveralara ve çam ağaçlarına bakıyordu. Merak ve şaşkınlık içinde koğuşa vardılar. Kısa dönem askerliğini yapacağı -yaklaşık 5 ay daha- koğuşa sabırsız gözlerle bakıyordu. İlk düşündüğü şey askerliğini bitireceği gün ne zaman gelecekti?

Sabah serin bir havanın içini titremesi ile uyandı. Koğuş gürültülü bir horultu içindeydi. Galip geceyi uykuyla uyanıklık arasında geçirmişti. Esneye esneye bölüğün az ilerisindeki tuvalete gitti. Havlusu ile yüzünü kurularken koğuşun önünde köpükle yazılı ‘Şafak Doğan Güneş’ yazısını gördü, içini bir sıkıntı kapladı. Silinmek üzere olan köpüğe bakarken, sivil giysiler ile bir asker nizamiyeye doğru sevinçle gidiyordu. Galip ile göz göze gelen er durdu, gülümseyerek ona doğru baktı. Ardında kalan köpüğü göstererek,’’ Bak, gece yazdığım yazı bile silinip gidiyor. Tabura geldiğim ilk gece, sabaha kadar hıçkıra hıçkıra şu mandalina bahçesinin içinde hiç durmadan ağlamıştım. Birkaç dakika sonra çıkıp gidince burada yaşadıklarımı hiç yaşamamış gibi hissedeceğim. Merak etme, tüm şafaklar biter bir gün.’’ dedi esas duruşa geçerek, uçar adımlarla nizamiyeye doğru gitti daha sonra. Ufukta ağır ağır yeni güne uyanan güneşe baktı Galip. Az önceki sıkıntıyı bir umut dağıtmaya başladı. Bu da bitecekti, dünyada her şeyin bir sonu vardı.

Sabah içtiması yapılmadan önce tüm yeni gelen erlerin taburun ortasına toplanması emri verildi. Ak saçlı ve sert yüzlü tabur komutanının önünde durduğu panoda büyük harflerle ‘YEDİ SENELİK İBRET’ yazısı açıkça okunabiliyordu. Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu, yükselen fısıltıları komutanın sert sesi kesti anında. Tabur komutanı, genzini temizledikten sonra yaklaşık yirmi beş sene önce bu taburda askerlik yapan erin hikâyesini anlatmaya başladı. Sürekli askerden kaçmaya çalışan ve her defasında yakalanıp geri getirilen eri anlatırken kelimelerinin üstüne basa basa anlatıyordu. Olur da kaçmaya yeltenen olursa diye şimdiden kendince uyarıyordu bir nevi. Komutan büyük bir zafer kazanmış gibi,’’ Tam yedi yılda bitirebildi askerliği, vatan görevini bir gün olsun kimse eksik yapamaz, son saniyeye kadar buradasınız,’’ dedi gürleyerek. Komutan her şeyi anlattı ancak erin neden sürekli kaçtığını anlatmadı. Galip, bir insanın neden sürekli kaçabileceği konusunda düşüncelere daldı, panodaki tüm yazıları okumasına rağmen buna ilişkin bir ipucu bulamadı. O kişi ve neden sürekli kaçtığı konusu içinde büyük bir merak olarak kalacaktı.

Galip o gün yapılan ilk içtimadan tuvalet görevlisi olarak ayrıldı. Eline verilen malzemeleri alıp her gün onlarca askerin girdiği tuvaleti temizlemeye koyuldu. Tam bir hafta tuvalet temizledi. Bir gün beraber geldikleri arkadaşı Abdullah yanına gelerek sıkıntılı bir sesle, ‘’Ben banyoda insanlarla uğraşmak istemiyorum. Sanırım buna tahammüllüm yok. Sen de istersen yer değiştirelim,’’ dedi Galip`e. Galip arkadaşının kendinden emin kararını görünce o da kabul etti bu öneriyi. Birlikte bölük komutanına çıktılar ve durumu arz ettiler. O ara başka bir şeyle meşgul olan komutan, hiç uzatmadan ‘ikiniz de istiyorsanız sorun yok’ demişti, elleri ile odadan çıkmalarını emretmişti sonrasında. Galip tuvaleti devredip banyoya geçtikten sonra taburdaki askerlerin tavrı değişmeye başladı. Herkes artık ismini biliyordu, saygıyı da eksik etmiyorlardı. Sonuçta, banyonun anahtarı onun elindeydi. Galip, bunun avantajını hiç kullanmamaya çalıştı ancak bilerek kendilerine karşı tavır alındığında elindeki kozu kullanmaktan çekinmiyordu. Acil müdahale mangası özellikle gece nöbetlerinde nöbet yerlerine baskın yaptıklarında bölük olarak ceza yedikleri oluyordu. Bu nedenle elindeki kozu en çok onlara karşı kullanıyordu, işe de yarıyordu bu koz. Galip, sabah içtimadan sonra mıntıka temizliğine katılıyor, daha sonra banyodaki sandalyesinde o günkü banyo listesine bakıyordu. Banyo sırası gelen bölük yıkanma saati geldiğinde aceleci bir sıraya giriyorlardı. Her asker yıkanması gereken sürede banyosunu bitirmiyordu. Galip`i en çok yoran da bunun takibiydi. Taburda kış mevsimi olması nedeniyle sıcak su sıkıntısı yaşanıyordu. Fazladan duşta kalan askerler diğer askerlerin hakkına girmiş oluyordu. Yaklaşık kırk gün boyunca banyo görevlisi olan Galip, bunun sıkıntısını hep yaşadı. Ayrıca insanlarla muhatap olmaktan bazen çok yorgun düşüyordu. Tüm bunlara rağmen işini elinden geldiğince yapmaya çalışıyordu. Üst devrelerin tamamen terhis olduğu bir gün komutan sabah içtimasında yeni görev dağılımını yapacaktı. Galip görev yerinin değişmeyeceğine umarken ismi okumuştu. Arkadaşının dürtmesi ile öne çıktı. Bölük komutanı yeni görev yerinin silahlık olduğunu bildiriyordu. Bundan sonra gündüz silahçısı olacaktı, koğuşta herkesin en çok istediği görevdi bu. Galip kulaklarına inanamıyordu, yerine döndüğünde arkadaşlarının kıskanç bakışlarını üzerinde hissetti, yüzüne yerleştirmeye çekindiği bir mutluluk duyuyordu. Bundan sonra askerliğin geri kalan kısmını çok daha rahat geçirecekti. Koğuşun çavuşu komutana onun ismini söylemişti. Galip, çavuşa dönüp gözleriyle teşekkür etti.

Silahlığın terhis olan askerlerden birinin iple ördüğü afili anahtarlığını elinde sallayarak koğuştan çıktı Galip. Neşeli bir ıslık diline dolanmıştı. Sabah dükkânını açan esnaflar gibi mutlu ve umutlu hissediyordu. Sabah içtimasından sonra mıntıka temizliğine katılmadan -muaf olduğu ilk görevdi- silahlığa doğru yüzündeki gülümsemeyle yürümeye koyuldu. Silahlığın kapısını açtıktan sonra silahların yan yana mışıl mışıl uyuduğu ince uzun odayı inceledi. Silahlara tek tek dokunduktan sonra masasına oturdu, nöbet defteri kendisine dokunacak elleri merakla bekliyordu. Defteri büyük bir iştahla açtı, her nöbet saati her ayrıntısına kadar yazılıydı. Çavuşun içeri girmesiyle ayağa kalktı Galip. Çavuş, güler yüzlü ve halden anlayan biriydi. Galip`i yeni görevi için kutladıktan sonra yapması gereken şeyleri, dikkat etmesi gereken hususları en ince ayrıntısına kadar anlattı. En çok nöbet defterine dikkat çekti, hata yapmaması gerekiyordu, çünkü komutanın imzasından geçiyordu her hafta. Söylenenleri can kulağıyla dinleyen Galip, yeni göreve başlamanın endişesini taşıyordu. Nöbetleri yaklaşan erleri bulup nöbete hazırlamaları konusunda uyarması gerekiyordu. Daha sonra silahlığa dönüp defterini doldurmaya başlayacaktı. Nöbete gidecek iki er hazırlanıp imzalarını attıktan sonra kendilerine zimmetli silahları alıp önde Galip nizamiyeye doğru yürüdüler. Nizamiyedeki doldur-boşalt talimatlarının ardından aynı şekilde nöbet yerleri olan cephaneliğe yöneldiler. Galip nizamiyeden cephaneliğe giderken askerliği bitene kadar gidip geleceği yolu inceliyordu. Arada cebindeki anahtarlığı sımsıkı tutuyordu, tutunacak dalı olmuştu belki de.

Galip bir sabah uyandığında alt devrelerden arkadaşı Memo ‘şafak kaç?’ diye sormuştu gülümseyerek. Bu soru askerlikte en çok sorulan soruydu. Herkes birbirine bıkmadan, sıkılmadan her gün defalarca bu soruyu sorabiliyordu. Sorulmazsa bir eksiklik hissediliyordu sanki. Bu soru taburu ayakta tutan bir kolon görevi görüyordu adeta. Çünkü bu soru her askerin günün birinde elini kolunu sallayarak terhis olacağı zamanı işaret ediyordu ve her şafak attığında umutları diri tutuluyordu. Gece ve gündüz fark etmeksizin bu soru taburda dönüp dolaşıyordu. Koğuşta uyurken kulağınıza çalınabiliyordu, yolda yürürken komutanlardan biri sizi durdurup sorabiliyordu, gece nöbet baskınına gelen nöbetçi çavuşlar çirkin kahkahaları ile ‘Şafak kaç torun?’ diye geceyi inletebiliyordu. Kısacası bu soru askerliğin son gününe kadar da etrafında zihninde dolaşıp duruyordu herkesin. Galip arkadaşı Memo`ya biraz da çekinerek’ atarsa 62’ demişti. Memo üzüntüyle başını önüne eğdi. ‘’Benimkimi sorma Galip abi, benim şafak karanlık,’’ dedi. Galip, elinin Memo`nun omzuna koyup, ’’Sıkma canını, ben de senin gibiydim ilk geldiğimde. Ama emin ol zaman kimseyi dinlemeden akıp geçiyor, buradaki komutanların da emrini falan dinlemez ha,’’ deyip güldürmeye çalıştı arkadaşını. Memo can sıkıntısından sıyrılıp gülümsedi, Galip`e teşekkür edip bölüğün önünde uzanan mandalina bahçesine doğru yürüdü.

Galip taburun kalabalığına ve oradan oraya koşturan askerlerin telaşına aldırmadan silahlığa yekindi. Masasına kurulup taburun küçük kütüphanesinden aldığı kitabın ilk sayfasını açtı. Askerliği bitene kadar düzenli olarak kitap okumaya karar vermişti. Daha kitabın ilk sayfasını bitirmemişken bölüğün asteğmeni hışımla içeri daldı. Gülerek, biraz da ciddiyetsiz bir şekilde ‘’Galip telefonun nerede?’’ diye sordu. Bunu sorarken de silahlığın içini kontrol ediyordu. Donakalan Galip, ‘’Koğuşta, dolabın içinde komutanım,’’ diyebildi korkuyla. ‘’İyi o zaman birazdan alırlar,’’ deyip elleri arkasında silahlığı terk etti asteğmen. Derin bir oh çeken Galip masanın altındaki zulasına uzattı elini. Dışarı çıktığında tüm bölüklerde hummalı bir arama başlatıldığını gördü. Bölüklerin önüne sıralanan askerler telaşlı ve korkulu gözlerle ne olacağını bekliyorlardı. İçlerinden telefonlarının bulunmaması için dua ediyordu herkes. Yaklaşık bir saat süren aramaların sonunda onlarca telefon, çakı ve daha başka kesici delici aletlere el konuldu. İkinci bir emre kadar da telefonların teslim edilmeyeceği söylendi. Bu kara haber tüm bölüklerde deprem etkisi yarattı. Kimisi ailesi ve sevdikleri ile görüşemeyeceği için, kimisi de sabaha kadar oynadıkları oyunlardan mahrum kalacakları için serzeniş içindeydiler. Galip silahlığı kapattı, ağır adımlarla koğuşa yöneldi. Kapıdan içeri baktığında bir savaş alanı gibiydi. Her dolap, her ranza didik didik aranmış ve çoğu kişinin telefonları ele geçirilmişti. Sinirden ağlayanlar bile vardı. Herkes birbirine senin telefonun alındı mı, diye soruyordu. Galip bu soruyu kendisine yöneltilmiş olarak duymamak için nöbet zamanı gelen erlere hazırlanmaları talimatını verip koğuştan dışarı çıktı. Yirmi günün ardından telefonların geri verileceği haberi geldi koğuşlara. Adeta bir bayram havası esti içerde. O yirmi günde herkes çok bunalmış, yıpranmıştı. Galip arada arkadaşlarına, aileleriyle konuşmaları için vermişti telefonunu. Herkesin telefonuna kavuşacak olması onu da sevindirmişti. Bir anda kış mevsiminin soğuk etkisi geçmiş, güneşli bir bahar gününden kalma bir sıcaklık gelmişti koğuşa. Galip, yüzündeki mutluluğu saklama gereği duymadan elleri arkasında kokusu tüm taburu saran mandalina bahçesine doğru yürüdü.

Günler kimi için geçmek bilmiyor, kimi için de birbiri ardına geçiyordu. Galip içinse kalan on beş gün geçmek bilmiyordu. Azalan şafak iyice sıkıştırmaya başlamıştı Galip’i. Nöbetçileri bıraktıktan sonra mandalina bahçesinde dolanıyor, dallardan kopardığı taze mandalinaları kayıtsızca midesine indiriyordu. Arada ağaçların altında kestirdiği de oluyordu. Galip, terhis günü yaklaştıkça kışlada geçirdiği onca günü, yaşadığı zorlukları düşünmeye başlar olmuştu. Bir yandan oradan kurtulmak için müthiş bir istek duyarken, diğer yandan adını koyamadığı tuhaf bir duygu içinin derinlerinde dolaşırken üzüntüye ya da acıya dönüşüyordu.

İlkbaharın ilk günleri ılık ılık akıyordu taburda. Şafak bir bir eksiliyordu, eksildikçe de Galip’in içinde bir huzursuzluk birikiyordu. Galip komutana önerdiği yeni silahçıya dikkat etmesi gereken hususları tane tane anlatıyordu. Anlatacakları bitince silahlığın önüne çıktılar, cebinden çıkardığı anahtarlığı içi burkularak yeni silahçının avucuna bıraktı. İlk defa bir eşyaya anlam yüklediğini hissetti. Toparladı kendini, terhis oluyordu, mutlu olacağı yerde nelerle uğraşıyordu. Bölükteki herkes onun yerinde olmak için can atıyordu. Galip, bölüğe döndükten sonra dolabındaki birçok şeyi arkadaşlarına dağıttı. Herkes onun adını mutluydu, onun yerinde olamadıkları için de üzgündüler. Ranzasına uzanan Galip, ranzanın kenarlarına yazdığı yazılara göz gezdirdi. Şafak yüz elli yazısını içi sızlayarak okudu. O yazıyı yazdığı gün askerlik hiç bitmeyecekmiş gibi hissetmişti. O gün gelip çatıyordu işte, hem mutlu, hem üzgündü. Diğer yazıları okuya okuya, yarım yamalak bir uykuya daldı.

Sabah uyandığında güneşli bir hava taburu ısıtıyordu. Kimi görse ‘şafak kaç’ sorusuyla karşılaşıyordu. Her defasında biraz da mahcup, ‘atarsa doğan güneş’ diyordu gülümseyerek. O gün daha sabahtan her şeyini hazırladı. Bilet işlemleri, terhis işlemleri her şeyi hazırdı. İlk iş komutanlarıyla vedalaşmaya gitti, daha sonra diğer bölüklerden arkadaşlarıyla vedalaştı. Bölüğe vardığında herkes bir işle uğraşıyordu. Yeni silahçı nöbetçileri nöbet yerine götürüyordu yüzündeki mutlulukla. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından baktı. Başını sıkıntıyla önüne eğdi, içinde gittikçe çoğalan sıkıntının nasıl dağılacağını bilemedi. Taburun önünde uzanan mandalina bahçesine doğru yürüdü. Dallarında tek tük kalan mandalinalar vardı. Onların da şafağı bitiyordu belli ki. Askerliği boyunca çok mandalina yemişti Galip, dallarına dokundu minnetle. Akşama kadar öylece dolaştı bahçenin içinde. Hava kararmasa farkına varmayacaktı akşamın usul usul geldiğini. Mandalina bahçesiyle de vedalaştıktan sonra koğuşuna döndü. İçeri girdiğinde herkesi hazır olda bekler buldu. Arkadaşları veda töreni düzenlemişti, gözleri doldu aniden. Hiç beklemiyordu bunu, ne diyeceğini bilemedi. Birkaç kırık dökük ve çokça üzgün kelime ile teşekkür etti. Daha sonra uğurlama merasimi tamamlandı. Genelde terhis olan kişi en son dayak yerdi ama kimse nedense vurmadı Galip’e. Herkesle bir bir kucaklaştı, helallik aldı, helallik verdi. Çok duygulandığı anlar oldu, kendisini tutmayı başardı yine de. O son gece bir türlü uyuyamadı, dolandı durdu koğuşta. Koğuş üstüne üstüne gelince taburda dolaştı bir süre. Koğuşa geldiğinde gece silahçısı dışında herkes çizdikleri bir şafak daha olduğu için mışıl mışıl uyuyorlardı.

Saat on ikiyi geçince askerliği de bitmişti, artık özgürdü. Yatağını son kez düzeltti, sırt çantasını sırtladı. Koğuşa ağlamaklı gözlerle bakındı son kez, kimseyi uyandırmadan dışarı çıktı. Ağır ağır koğuşu arkasında bırakıyordu. Taburun içinden geçerken bir nöbetçi er gördü. Durdu, iyi nöbetler diledikten sonra, ‘’Şafak kaç kardeşim?’’ diye sordu. Karşısındaki acemi er, cılız ve üzgün bir sesle, ’’Atarsa yüz elli üç,’’ dedi. Galip geldiği ilk günü hatırladı, o gün hissettiği şeyi tam da şu an tekrar hissediyordu. Yutkundu, nöbetçiye, ’’Merak etme, ben de senin gibiydim. Ama bak hepsi geçti, şimdi terhis oldum, sen de gideceksin bir gün buradan,’’ diyerek teselli vermeye çalıştı Galip. Nöbetçi, ’’O gün geldiğinde arkama bile bakmadan gideceğim,’’ dedi sesinde hızla açan bir güneşin sıcaklığı ile. Galip hiç te neşeli değildi, normal miydi hissettikleri? Nizamiyeye vardığında nöbetçiler dışarı çıktı, onlarla da vedalaştı. Hepsine hayırlı teskereler diledikten sonra nizamiye kapısından adımını sivil hayata doğru attı. Kendisini havaalanına götürecek olan otobüsü beklerken tabura bakıyordu gözünü ayırmadan. Bitmişti işte, bugünü iple çekmişti hep. İçinde hem yavan bir mutluluk hem de tam da adını bilemediği rahatsız edici bir acı vardı. O an o duygunun ömrü boyunca hep kendisiyle yaşayacağını anladı. Olur olmaz gecelerde başını yastığa koyduğunda düşüncelerinin yolu düşecekti o günlere. Koğuşa yeni gelenlerin acemiliğini düşünecekti, ya da silahlıktaki zulanın hala orada olup olmadığını. Cephanelikte nöbet tutanların gökyüzüne uzun uzun bakıp terhis hayallerini düşünecekti bazen de. Ne düşünürse düşünsün, yine acı yoklayacaktı içini, acıtacaktı tekrar tekrar. Gece en parlak, en güzel takılarını takmış takıştırmıştı. Serin ve insanın içini ürperten bir rüzgâr yalıyordu yüzünü Galip’in. Gelen otobüse bindiğinde taburdan yükselen düdük sesine kulak kesildi. Acı bir tebessüm yerleşti yanaklarına. Yeni gelen acemiler nöbet yerlerinde korkutuluyordu büyük ihtimalle. Sabah olduğunda acemiler yaşadıklarını bire bin katıp korka korka anlatırken üst devreleri de gülmemek için kendilerini zor tutacaklardı.

edebiyathaber.net (6 Mayıs 2025)

Yorum yapın