Can almadan yer bulmaya çalışan bir roman: YerKuşAğı | Şule Tüzül

Temmuz 21, 2017

Can almadan yer bulmaya çalışan bir roman: YerKuşAğı | Şule Tüzül

Edebiyat tarihinde bugüne kadar işlenen konuları sıralasanız liste öyle çok uzun olmaz. Ama her konu farklı türlerde ve farklı kitaplarda binlerce kere işlenmesine rağmen sanki yeni karşımıza çıkmış gibi bizi şaşırtmayı, heyecanlandırmayı ve edebiyatın doyumsuz hazzını almamızı başarabiliyor. Bunun nedeni o kitapları yaratanların sadece nasıl edebiyat yapılacağını iyi bilmeleri olmasa gerek. En büyük etkenin yaratıcıların içlerinde birikeni dışa çıkarırken çektikleri sancılı süreç ve bu sürecin sonunda ortaya dökülen sadece ve sadece o iç’e ait sözcükler olduğunu düşünüyorum. Katıksız bir özgünlüğün ve içtenliğin doruğa çıkmış hali.

Geçtiğimiz ay yayımlanan, Deniz Gezgin’in YerKuşAğı isimli ikinci romanı benim için böyle bir kitap. Uyarmalıyım; hiç kolay okunur bir kitap değil. Zor demiyorum, çok zor bir kitap! YerKuşAğı doksan sayfalık kısa bir roman. Ama okurken neredeyse hiçbir cümleyi, hiçbir sözcüğü kolayca geçmenize izin vermiyor. Zoru ve sözcükler için emek harcamayı seven okurlar için…

Roman, başta mitoloji olmak üzere birçok farklı disiplinden kavram ve hikaye içeriyor. Bu nedenle her bir cümle o kadar farklı bir dünyaya uzanabiliyor ki, roman okurun bu konulardaki birikimi doğrultusunda genişleyebilir ya da anlaşılmayan boşluklar bırakabilir. Bence son derece şiirsel olan YerKuşAğı, okuru gelecekteki okuma ve yaşamsal deneyimleri doğrultusunda tekrar tekrar kendine geri döndürecek bir metin.

YerKuşAğı, aslında bir susku metin. Çünkü öncelikle seslerden, ne yaşanırsa yaşansın susmayan susturulamayan, her yanımızı saran bitmez tükenmez konuşmalardan, dil kurallarından, oradan yola çıkıp bize dayatılan, doğayı ve doğamızı bozan tüm kurallardan uzaklaşmaya çalışan bir metin. Ama başka çare olmadığından yine sözcükler aracılığı ile bize ulaşan bir metin. Ama bambaşka bir dille… Bu yüzden her cümle, her sözcük belli ki yazarı tarafından özenle seçilmiş, demlendirilmiş, ortaya dökülmenin tedirginliğinden kurtulamamış halleri ile ulaşıyor okura.

“Bebekler de öyle böyle hayvandırlar. Kulaklarına kelimeler dolmaya, onları taklit edip de konuşmaya başladıkça suları cam gibi çekilir. Çocuklar yine de kapalı kapılardan, duvarlardan girip çıkabilir, geceyi görebilir, ad verilmemiş sesleri duyabilirler. Bak hele bu yüzden doğaüstü güçleri olduğu söylenir, öyle ya, hayal gücü doğaüstüdür.”

YerKuşAğı, doğa ve insanı masaya yatırıp, kırmadan incitmeden ama bugüne kadar üzerlerine yüklenmiş bütün kirlerden arındırmaya çalışarak anlamaya çalışıyor. Ne zamandır, doğa ve insan arasındaki bitmez tükenmez kavgalara, çelişkilere, insanın vahşi yanının karşısındaki çaresizliğimize, sesi olanların sesi olmayanlara karşı hak gördüğü eziyete dair bir şeyler çalkalanıp duruyordu içimde. Doğa, çevre, insan hakları, hayvan hakları, aktivizm, kampanyalar, kampanyalar, konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar…. Hiçbiri çare olmuyordu bu bozuk düzene. Ne çaresizliğimize ne de yaşananlara. YerKuşağı’nın da çare olmak gibi bir amacı ve derdi yok. Edebiyat çare olmak için değildir zaten. Sesi olmayanların sesi olabilir belki. YerKuşAğı, işte o ses olmuş. İçimin sesini dinler gibi okudum YerKuşAğı’nı.

“Yeterince büyüyüp terbiye edilenlerin tasmaları ters çevrilir, sivri uçlar dışa döner. Herkesin çivisi ötekinin etini acıtır, yetiştiği yere kadar.”

YerKuşAğı, “yokyer” isimli bir yerde geçiyor. Yok, olmayan bir yer. Deniz Gezgin, bize dayatılan yaşamdan, yerden, dünyadan sözcüklerini ve dilini kurtarıp, daha çok da kurtarmaya çalışıp, doğamıza, bize, içimize en yakın yere götürmeye çalışmış okuru. Yer kavgasının olmadığı bir yere… Sonra o “yokyer”e romanın biricik kahramanlarını getirmiş koymuş; Moy isimli bir kız çocuğu, insanın yaraladığı bir kuş Şuri, hayvan mı bitki mi insan mı olduğu belli olmayan bir yaratık Hagrin, bir geyik türü olan munçak. Hepsi gerçek dünyadan bu “yokyer”e düşmüş gibi. Farklı olmaları, kabul görmemeleri nedeni ile. Avcı ile av arasında kurulmuş bir sistemde kendilerinde yer bulamadıkları için. “Yokyer”den başka bir yerde yaşama şansı bulamadıkları için. Bizim dünyamızda bir sesleri olmadığından. “Yokyer”de kendilerince, kendilerine özgü ses edinmek için. Onlar, tüm ötekiler, sesini duyamadıklarımız, hep onların yerine konuşulanlar. Çocuklar, hayvanlar, ağaçlar, deliler, bizden farklı oldukları için zekalarından şüphelendiklerimiz, deli sandıklarımız. Deniz Gezgin, hem onları hem bizi, dilimizi, sesimizi tuzla temizlemeye, beşerden arındırmaya davet ediyor.

Kimsenin dilinden düşürmediği hak, hukuk, adalet, söz konusu bizden farklı olanlar, çocuklar, seslerini duyamadığımız tüm insanlar, hayvanlar, ağaçlar, içinde barındırdığı canlı cansız her şeyi ile doğa olduğunda, neden kimse sesini çıkarmıyor? Ve o sesi duyurmaya çalışanlara karşı neden bu kadar tahammülsüzlük, neden bu kadar öfke?

“Söylesene, dünyadan çıkıp hayatta kalmanın bir yolu var mı? Can almadan yer bulmanın?”

Oysa sesi olmayanlardan öğrenilecek ne çok şey var…

“İnsan bu yüzden, acısını unutmayı yalayıp iyileştirmeye yeğliyor.”

Anlatan değil de, daha çok o sesi olmayanları dinlemeyi tercih eden bir kitap sanki YerKuşAğı. İddia etmiyor, ikna etmeye de çalışmıyor, itiraz ediyor belki ama bunu da bir itiraz gibi değil, anlama ve anlaşılma kaygıları içinde dile getirmeye çalışıyor. Çünkü aslında, iddia, ikna, itiraz, hepsi bizim şu katlanılmaz dünyamıza ait. Kendini her şeyden üstün gören, yüceleştiren insan… Yaşamak için başka bir cana kıymak… Seslerin ve sözcüklerin ardına gizlenmiş dayatmalar… Mülkiyet, sahiplenmeler… Sadece sözde kalan hak, hukuk, adalet… Sadece sözde kalan dürüstlük… Her şey, anlamayı ve anlaşılmayı öylesine bekliyor ki…

Doğada karşılaştığı minicik bir taşa bile saygı duyabilmeyi öğrenebilir mi bir gün insanlık? O minicik taştan ne fazla ne eksik olduğunun bilincine ulaşabilir mi bir gün?

Bırakın başka bir canlıyı, başkalarının sırtına basarak yükselmeyi başarı sayan, birbirini sırtından vurmayı doğallaştırmış ve adet edinmiş bir dünyada, sesi olmayanların sesini duymayı beklemek? Ütopya mı?

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2017)

Yorum yapın