Berent: “Rüzgâr arka sokaklara ulaşamıyor.”

Ocak 28, 2016

Berent: “Rüzgâr arka sokaklara ulaşamıyor.”

trenler-cildirirsaOrhan Berent’in ilk romanı Trenler Çıldırırsa İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Trenlere tutkun makinistlerin İzmir’le ve kadınlarla olan tuhaf ilişkilerinin anlatıldığı roman, bu üçünü başarılı bir biçimde bir araya getirerek nostaljik bir hava yaratıyor. Berent’le romanı çerçevesinde demiryolları, trenler ve İzmir üzerine söyleştik.

Trenlere dair detaylar okuyoruz roman boyunca. Bu durum için romanın en ilginç yönü diyebiliriz. Trenlere karşı ilginiz nereden geliyor?

Tam olarak bu ilgiye ne sebep oldu bilemiyorum ama çocukluğumdan beri trenlere meraklıyım. Özellikle buharlılara. İzmir bu konuda çok şanslıydı. Seksenlerin ortasına kadar İstanbul ve Ankara’dan farklı olarak buharlı trenler şehir içi ulaşımda bile kullanıldı. Bu yüzden hayatımın her anında hep var oldular. Küçükken babam beni at yarışlarına götürürdü, trenle giderdik. Dedem Basmane Garı’ndaki bir büfede çalışırdı. Oyunlarımız arasında tren tekerlekleri altında bozuk para, çivi ezdirmek gibi bizim kuşağa has oyunlar vardı. Bir de evimiz iki büyük garın tam ortasındaydı. Ya Alsancak ya da Basmane Garı’na gider, manevra yapan trenleri seyrederdim. Boş vakitlerimde de yine trenle banliyölere ufak yolculuklar yapardım. On altı yaşından itibaren Tariş’te mevsimlik işçi olarak çalışmaya başladım. Yolum Alsancak Gar sahasındaki demiryolu atölyesinin içinden geçiyordu. Üniversite çağında da Ege Üniversitesi kampüsünde yüzeyde seyreden bir demiryolu vardı. Ağaçların arasından çıkıp da Ziraat Fakültesi’nin uygulama tarlasından dumanlar savurarak tüm haşmetiyle geçen treni seyretmek aklımı başımdan alırdı. Sanki nefes alan canlı bir varlıktı benim için. Şimdi ise oraya metro çalışıyor. Eski sihirli havası kalmadı. Bu gibi şeyler yok olmaya yüz tuttuğu için on yıl önce bir fotoğraf makinesi edinip İzmir ve Ege bölgesini dolaştım. Özellikle elektrifikasyon sonucu yok olacak eski istasyon binaları, atılacak malzemeler, kıyıda köşede kalmış lokomotifler, su kuleleri hiç olmazsa fotoğraf karelerinde yaşasın diye iki bine yakın fotoğraf çektim. Zaman zaman TCDD’deki dostlarım haber eder, eğer idarenin elinde kalmış bir iki buharlı makine turist gezileri için İzmir’e onarıma gelmişse mutlaka gidip fotoğraflarını çekerim.

Trenlere karşı olana benzer bir ilginiz de İzmir’e karşı olan. İzmir Trenler Çıldırırsa’da bir roman mekânı olarak bize ne söylüyor?

Benim asıl endişem gentrification. Yani şehirlerin kadim mekânlarının eski özelliklerini kaybedip sentetikleşmesi. orhan-berentBizler bu korkunç değişime yetişemiyoruz. Ortak hafızamız her geçen gün boşalıyor. Zaten bu şehir 1922’de yanıp yıkılmış, bir de bunun üzerine hoyratça gelen değişimler geçmişle bağımızı koparıyor. Doğduğum mahalle limanın arkasındaydı ve her tarafımız eski Rum evleriyle doluydu. Daha sonra taşındığımız semtte ise 1930’larda ya da 40’larda yapılmış en fazla üç katlı evler vardı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Limanın arkasında ve büyüdüğüm mahallede şimdi gökdelenler yapılıyor. Ben kaydedici olmaya çalışıyorum. Yaşadıklarımı bir şekilde insanlarla paylaşmak ve eski İzmir’i hatırlatmak istiyorum. Romanımda kent bu değişimlerden ötürü insanlarla birlikte can çekişmekte. Standartlaşmaya, tektipliliğe dikkat çekmeye çalışıyorum. Yaptığımın kör bir nostalji olduğunu sanmıyorum. Bu sene birkaç kereliğine Ankara’ya gittim ve Cebeci’nin eski dokusunu taşıyan demiryoluna yakın bir kesiminde konakladım. Orada iki, üç ay kalsaydım mutlaka dönüşümde birkaç öyküyü de heybemde getirirdim. Artık şehirlerle değil şehir azmanlarıyla karşı karşıyayız. Boş bir alan bırakmamacasına sıkışmışlık ve kanserli bir büyüme.

Farklı zamanlarda geçen iki ana yol üzerinden ilerliyoruz. İlkinde Mümtaz Usta ile Ayşe, ikincisinde makinist Caner ile Mücella var. Bu ilişkilerin gidişatını belirleyen şey yalnızca trenler mi, yoksa başka unsurlar da var mı?

Tren ve trencilik genç cumhuriyetle birlikte insanların hayatında altmışlı yıllara kadar önemli bir yer tutuyordu. Bunu Mümtaz’ın Ferit’e anlattıklarında rahatlıkla görebiliriz. Sanayi devrimi yapamamış bir toplumda kurumların öne çıkıp mensuplarının hayatını şekillendirmesi anlaşılır bir şey. Harbiyelilik, Mülkiyelilik, Sümerbankçılık, Tekelcilik, trencilik, gemicilik vesaire… Seksenlerden itibaren bu yavaş yavaş çözülüyor. Doksanlarda ve iki binlerde ise sokakların kaybolup yerini sitelerin aldığını görüyoruz. Birbirinden habersiz ve sözümona güvenli alanlara kümelenmiş insan yığınları. Bu da yabancılığı körüklüyor. Caner ile Mücella’nın ilişkisinde bunu görebiliriz. Tam bir geçiş evresi. Caner Ege’nin taşrasından gelmiş bir genç. Kırklı yıllarda yaşasaydı kurum ruhuyla belki tutunabilirdi. Ama tam da çözülmenin başlangıcına denk geldiği için Mücella gibi biriyle teselli buluyor. Biraz oedipal gözükse de durum tam anlamıyla bu.

Romanınızdaki bölüm isimleri bize ne anlatıyor? Amnesia, Dementia, Obsession…

Trenlere olan düşkünlüğümün kimi zaman nevrotik olduğundan kuşkulanırdım. Vardır herhalde, ne bileyim. Romanda bu yüzden karakterlerin geçirdiği varyantları yaşadıklarına paralel olarak bir takım aşırılıklarla ya da duygudurum bozukluklarıyla isimlendirdim.

Romanda nostaljik bir hava da var. Yaklaşık elli yıl öncesinden başlıyoruz hikâyeye. Dolayısıyla konu ve seçtiğiniz nostaljik üslup birbirini tamamlıyor. Üslubunuz hakkında ne söylemek istersiniz?

Üslubumun eski olması bilinçli bir seçim değil. Determinist olmak gerekirse belki de metinde anlatılanların getirdiği bir sonuç. Bilgisayarımın bir köşesinde geçmiş yıllarda yazdığım trenlerde ve vapurlarda geçen birçok öykü var. Bunlar hep zamanında kendimi eğlendirmek ve vakit geçsin diye kaleme aldığım şeyler. Fakat bu romanın bir tür memleket hikâyesi havasını taşımasını Levent Cantek’e borçluyuz. O olmasaydı bu metin daha çok nesneye dayalı soğuk bir hava taşıyacaktı. Bir de şu var: Önemli olanın kaydetmek olduğunu düşünüyorum. Bir elli yıl sonra elle tutuşturulan gazlı makas fenerleri, vagonların arasından tüten su buharları, körfezde ya da boğazda seyreden kuğuya benzer vapurlar, demiryoluna komşu tek katlı, bahçeli ve mutlaka ağaçlı sevimli evleri kimse hatırlamayacak. Bu kaçınılmaz. Benim çocukluğumda İzmir’in Kordon boyunda en fazla iki katlı köşkler vardı. Şimdi apartmanlar Çin Seddi misali birbirine yaslanmış. Rüzgâr bile arka sokaklara ulaşamıyor. Diyeceğim şu, biz kaydedelim de ileride mutlaka açıp birileri bakar.

Söyleşi: Onat Özlü – edebiyathaber.net (28 Ocak 2016)

Yorum yapın