Zeynep Aliye: “Yazarın ilk görevi sahici olmayı başarmaktır.”

Kasım 1, 2021

Zeynep Aliye: “Yazarın ilk görevi sahici olmayı başarmaktır.”

Söyleşi: Raşel Rakella Asal

Bir yazarın yazma/yaratma sorunsalı okurun ilgi alanı olmuştur hep. Bir yazarın dünyasına yönelmek, onun izleğinde yol almak okur ile yazar arasındaki ilişkiyi diri tutmanın bir yoludur. Öykü, şiir, deneme, inceleme yazıları ve söyleşi türlerinde 1990’dan beri eserler veren, 1993’te ilk öykü ödülünü alan ve günümüze kadar 5 öykü ödülü olan Zeynep Aliye ile roman yazma serüvenini ve son romanı “Kavşakta”yı konuştuk.

Öykücülüğünüz ve şairliğiniz ile bugünkü çizginize geldiniz. İlk ürünlerinizle yarattığınız imaj sizi yazın yaşamınızda çağdaş Türk edebiyat dünyasında yerinizi almanızı sağladı.  Okurun bu yazma serüveninizin gelişini görmesi için ilk döneminiz üzerine ne söylemek istersiniz?

Öncelikle teşekkür ediyorum. Bir yazınsal yapıt elbette aracıya ne de açıklamalara gerek kalmaksızın kendini anlatabilecek yeterliğe sahiptir; olmalıdır. Bununla beraber, ‘şey’lerin etkileşimleriyle doğacak yeni galaksiler hesaba katılırsa, yapıttaki bazı ‘kara deliklere, boşluklara ya da ölü yıldız mezarı nebula’lara dikkat çekilmesini sağlayacak böylesi söyleşilerin, yapıt okur ilişkisinde yeni ufuklar açması bakımından değeri yadsınamaz. 

Yasak ve günah  etiketli binlerce kuralla kuşatılmış, uyum sağlaması değil uydu olması beklenen bir çocukluk, gençlik dönemi geçirmemin, empati gücümün gelişmesine yanı sıra dil ve anlatım dünyamın zenginleşmesine katkısı büyük, diyebilirim. Sustuklarınız yeni renkler, sesler, çağrışımlarla birbirine geçerek bu arada farklılaşmalarla çoğalarak ilerliyor, bir çatlak bulunca da güçlü bir debiyle akmaya başlıyor. Fakat bu kesinlikle,  içe kaçmış ben’in kendine bir çıkış arayıp patlamasının hikâyesi sayılamaz. Bir yazarın imgelem dünyasını etkileyen şey, bir hamur gibi yoğrulup işlemden geçirildikten sonra bambaşka bir ürüne dönüşür çünkü. Elbette kişinin üslubu, bu değişimin baş mimarıdır. 

İlk kitabım “Yaşamak Masal Değil” dâhil bugüne dek; erkek egemen zihniyetin gözetim altında tuttuğu, özgürlüğüne ve özgün bir gelişim göstermesine müdahale ettiği kadınları ve damgasını taşıdıkları egemen zihniyetin temsilcileri olarak kadınlarla bağlantı halindeki erkekleri anlattım.  Müdahalenin kimliksizleştirdiği, içsel erozyona uğramış kadınlardı onlar. Ancak kadını köleleştiren anlayışın, bu süreçte kendini de bağladığını; esir alanın, kendini de esarete mahkûm ettiğini vurgulamadan olmazdı. Nitekim “Kavşakta” romanımdaki Şahin ve Ahmet kendilerini de ateşe atmış iki karakter. 

Aynı anda farklı kesimlerin sorunlarına dikkat çekmenin peşindeydim. Bunu dar mekânlarda kalarak, iç ve dış diyaloglar, monologlar, an’lar içinde geçirilen değişim ve dönüşümleri göstererek verebilirdim. Yayımlanan ilk kitabım “Yaşamak Masal Değil”den başlayarak çağın giderek karmaşıklaşan ilişkilerini aktarabileceğim dil ve anlatımın peşinde oldum.  Her çağ, hikâyesini kendi var oluş koşulları, olanakları içinden anlatabilir. Edebiyatın da; mağara resimlerinden, Gerçekçiliğe, Ekspresyonizme, Dadaizme, Sürrealizm, Pop arta  hatta Kavramsal’a, resimde yaşananlar ölçüsünde değilse bile, şey’lerin birbirini nasıl etkilediğini, bunun insanda yarattığı değişimi anlatabilmeyi gerçekten amaçlıyorsa günün anlatım olanaklarını yakalayıp geliştirmekten başka seçeneği yok, diye düşünüyorum.

“Kavşakta” romanı ile ilk kez roman dalında okur karşısına çıkıyorsunuz?  İki genç insan, iki örselenmiş ruh, iki yaralı insan romanın merkezinde yer alıyor.  Roman malzemeniz, romanda kurduğunuz imgelem dünyanız “kimlik bunalımı” yaşayan bu kişiler üzerine kurulu. Bu açıdan bakıldığında “Kavşakta”  psikolojik izleklerden yola çıkan bir roman olarak öne çıkıyor. Bu kişilerin  “kimlik bunalımlarını” okura aktarırken ve çözümlemeye çalışırken psikoloji biliminden araştırma yaptığınız anlaşılıyor. Okurları bu konuda aydınlatır mısınız? 

Görünüşte uyumlu ancak iç dünyaları sorunlu insanlar ilgimi çekmiştir. Onların saklamaya çabaladıkları, ama için için işlemeye devam eden yaraya ulaşmak  istedim hep. Yarayı kanatmak mı, sağaltmak mı yoksa özdeşim kurarak kendi yaramı deşmek miydi, kendimle hesaplaşmak mıydı amacım, bilmiyorum. Psikiyatristimin bir sözü var: İnsanlar ayrıntıları saymazsak neredeyse aynıdırlar.  Ama ‘ayrıntı’ diye geçtiğinin çok önemli olduğuna inandım ben. Kişinin kendinden dahi sakladığı, en saf hali, özü’dür ayrıntı. Kişilik bu farklılıklardan kurulu bir sistem değil midir zaten? Ortaokuldayken bir şizofrene âşık olmuştum, yıllarca da sürmüştü büyük acı veren bu ilgi.  İntihar girişimlerinde bulundum, belki defalarca.  Sonra intihar ettiğini öğrendiğimde yanında olamadığım için kendimi çok suçlamıştım. Şimdi düşününce, onunla kurduğum ilişkinin, öz’üme varmaktan başka bir amacı olmadığını anlıyorum. 

Romanımdaki Mâhinur, Firdevs Hanım, Gülderen gibi ya da onların hayatlarındaki Kenan Bey, Şahin, İlhan gibi mutsuz, sorunlu karakterlerle hayatın her anında karşılaşıyoruz. Ama içlerinde Gülderen’le Mâhinur, dallanıp budaklanmaktan çok iç’e yürüyen, ruhsal dünyaları karmaşık kişilikleriyle çok etkilediler. Özellikle de Gülderen; esasında son derece güçlü iradeye sahip olmasına karşın, üstüne geçirdiği, bir başına yapamayan, edilgen, desteğe muhtaç çocuksu kadın kimliğiyle, erkeğin nezdinde merkez konumu elde etmeyi başarmış, yanı sıra otoriter bir kimlik olan kayınvalidesini etki altına almış. Nitekim Şahin, ‘kendimi dolap beygiri gibi hissediyorum’ derken, buna bizatihi Gülderen’in; evi, bir yaşam alanı olmaktan çıkarıp ikisi için korunaklı bir kale hatta hapishane çevirme, kocasını sosyal hayattan soyutlama arzusunun neden olduğunu anlayamıyor bir türlü. Nihayetindeyse,  hayatını değiştirmek için duyduğu büyük arzuya rağmen, yeni bir başlangıç yapma iradesini gösteremiyor. 

Ancak daha önce vurguladığım gibi, hayatın her alanında karşılaştığımız bu karakterleri işlemek için psikoloji kanallı bir araştırma yapmaya gerek duymadım. İnsanları tanımayı, anlamayı, çözmeyi çocukluğumdan beri hobi gibi gördüm ben. Yani teoriden değil, pratikten beslendim. Kuşkusuz yorucu bir merak, eğilim. Yirmili yaşlarımda gönüllü olarak üç kez Psikiyatride yatmak durumunda kaldım. Çoğu nahif, hümanist ruhlu insanlarla tanışıp dost olmamı sağladı bu süreç. Onlar arasında kendimi baskıcı, saldırgan, insafsız bir dünyadan kurtulmuş hissediyordum. Kimse canımızı yakamazdı. Bu sürecin, empati gücümün gelişmesine büyük katkı sağladığını söyleyebilirim.  Karşımdaki insanın duygularını adeta kendim yaşıyormuşçasına bir duyarlılık; zor, yıpratıcı, ürkütücü, moral bozucu olsa da zenginleştirici. 

Bir defasında doktoruma, asıl sorunlu kişilerin neden dışarıda olduklarını sorduğumda, ‘Ama onlar hallerinden memnun’ karşılığını vermişti. Bu cümle beynime kızgın bir çivi gibi çakılı kaldı. Bizlere acı yaşatan insanların ne yaptıklarının farkında bile olmadıklarını anladım. Nedamet getirilmesini boşuna bekliyordum. Cehennemde ya da Cennette hesaplaşma tesellim  elimden alınmıştı. Anlamak rahatlatır ama beni yeni bir kaosa itti bu bakış; öteki dünyayla, Tanrıyla, hayatla, hayatın anlamıyla ve insan olmakla ilgili bir sorgulama başlattı. 

Psikiyatriye yatmak için son başvurumu doktorumun kabul etmeyişiyle birlikte Kaçış’ın sona ermek zorunda olduğunu anladım; yeni bir seçimle karşı karşıyaydım. Ruhsal sorunlarımı, bir başka sorunlunun karanlık, umutsuz  dünyasıyla hesaplaşmaya girerek çözebilirdim ki bu da yazıyı hayatımın eksenine koymamla mümkün olurdu.   

Romanda anne-kız, kız-baba-kadın-erkek ilişkileri üzerine dönen bir kurgu hâkim. Diyebiliriz ki, insan ilişkileri romanın ana omurgasını oluşturuyor. Bu ilişkiler üzerinden günümüz toplumunun geldiği noktayı eleştiren bir bakışınız var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bizim gibi modernleşmenin büyük çoğunluk için bir ciladan ibaret olduğu, 19. Yüzyıla ulaşmakta bile zorlandığı; genetik kodlarında muhafazakâr yönelimler ağır basan toplumlarda çoğu anne baba kendi çekirdek yapılarının aynını yaratıp sürdürme amacı güderler. Bir yandan çocuğunun başarılı, toplumda öne çıkan biri olmasını arzularken öte yandan onu geçmişin zinciriyle bağlı tutmaya çabalar; özgür düşünceli ve özgün kişilikli birey haline gelmesinin önünü tıkamak ister. Farklı bakış açısına sahip olması, önlenmesi gereken bir kusur hatta suç gibi algılanıp müdahale edilir. Aslında müdahale edilen, onun kişisel gelişimi, yolunu bulma çabasıdır.  Batı’da 16 yaşına gelen bir çocuk ayakları üstünde durması gerektiğinin farkında olarak hareket ederken bizde 30 yaşını aşkın pek çok insan, evli olsa dahi, ailesinin bir parçası olarak, aynı yaşam biçimini pusula edinerek varlığını sürdürür.  

Özellikle de annelerin desteğini alırlar bu konumda. Kocalarında eleştirdikleri davranışı, oğulları söz konusu olduğunda hoş görmek, desteklemek gibi bir tutarsızlık halidir onlarınki.  Nitekim kozasından çıkamayan kelebekler örneği, çocukluktan yetişkinliğe geçişte takılıp kalır Şahin gibi, Gülderen gibi ve elbette Mâhinur gibileri. Evlenseler,  çoluk çocuk sahibi olsalar dahi öğretilerden kopamadıklarından, kurabildikleri yalnızca geçmişin yeniden inşasından ibarettir. Oysa çağ atlamaları bile neredeyse on yıllara inen; ekonomik, politik, sosyal alanlarda; sanat disiplinleri, düşünce sistemleri, ahlak anlayışları gibi üst yapı kurumlarının da aynı hızla değiştiği günümüzde geçmişin durmadan yeniden inşası, toplumun bir sanrılar âlemine hapsedilmesinden başka bir şey değildir. 

Çocukluğumuzun dünyası bizimle birlikte yaşar, hiç silinmez. O günlerin izi kötü ve iyi anılarıyla kişiliğimizi belirleyen önemli bir faktördür. Bu durum Mâhinur karakterinde çok açık bir şekilde romanda önemli bir yer tutuyor. Anne baba çocuk ilişkisi üzerinden romanı değerlendirebilir misiniz?

Firdevs Hanım bipolar narsisist olarak tanımlanabilecek bir kişilik. Başta kocası, zayıf kişilikli bir erkek diyebileceğimiz Kenan Bey ve  Mâhinur olmak üzere çevresindeki herkesi kontrolü altına almayı başarmış. Ancak kocasının bir gün evi terk etmesinden sonra problemi derinleşen Firdevs Hanımın yaşadığı olumsuzluktan en çok etkilenen Mâhinur ve onun ilişki ağındaki insanlar olmuş. Mâhinur’u çirkin, yetersiz, başarısız, felâketlerin odağı olmakla suçlayıp horlayan, özgüvenini sarsan Firdevs Hanım’ın bundan büyük zevk aldığını çünkü bu sayede kırılan gururunu onardığını görüyoruz. Ancak bu başarının onu güçlendirdiği ölçüde  sorununu büyüttüğü âşikar.

Mahinur’sa özgüven duygusu zayıflamış, annesine bağımlı, sonuçta kendi olmayı başaramamış, mutsuz, ürkek bir kadın. Hayatına yön verme yeterliliğinden yoksun oluşunun suçunu başta annesi, babası, kocası olmak üzere hayatına dâhil olmuş tüm insanlara yükleyerek kendini aklamaya, rahatlatmaya çalışıyor. Fakat annesine yönelik duyguları oldukça karışık: Bir yandan büyük bir hayranlık besliyor; güzelliğine, zekâsına adeta tapıyor,  onun gibi olmadığı için hayıflanırken, diğer yandan  öfkesi sürekli şarj halinde sonunda şişmeye başlamış bir cihaz gibi, tehlikede. Var oluşunu pohpohlama, onaylama yani yalanlar üstüne kurduğu için duygularını açıklama cesaretini asla bulamayan Mâhinur, kurtarıcısı olacağına inandığı Şahin’in gelip elinden tutmasını bekliyor hep. İçinde birikmiş  nefreti, öfkeyi, kurtuluş günü açıklayacağı umudunu yitirmiyor hiç. Ancak annesiyle babasının yeniden yakınlaşmasıyla uğradığı hayal kırıklığı, çocukluğunda tanık olduğu ve karanlık odada bir düğüm halinde bekleyen bir olayı gün yüzüne çıkarınca, bütün kapıların yüzüne kapandığını görüyor. Şimdi önünde bir kavşak var ve Mâhinur hayatında ilk kez hangi yöne sapacağının kararını kendi vermek zorunda.

Roman değişkenliği, devinimi, çoksesliliği içeren yapısıyla insan ilişkilerinin devingenliğini, değişkenliğini de sunmuş oluyor. Tıpkı yaşamın hiçbir saniyesinin yalınkat, biri öncekinin tıpkısı gibi olmayışı gibi. Romanı bu örgüde kurduğunuzu seçtiğiniz sözcüklerin anlamları, tınıları ve kurduğunuz tümcelerin akışı ile okunuyor. Romanı yazarken, yazdığınız metin üzerinde yoğunlaşmanız kaç yılınızı aldı, yaratım süreci nasıl işledi?

Her ekonomik yapı kendi üst yapı kurumlarını, yani kendine uygun insanı ve ilişkileri oluşturmak zorundadır. Bu yüzden 21. Yüzyıl ilişkilerini de ancak kendi dil ve anlatım olanaklarıyla ve yer aldığı o büyük ağın dışına taşımayarak anlatabiliriz. İnsan her an binlerce, milyonlarca gösterge tarafından yönlendiriliyor, biçimlendiriliyor. Çağlar artık yüz yıllarla değil, on yıllarla ölçülür oldu. Bu bağlamda 18. Yüzyıl romanları gibi uzun vadede gerçekleşmiş dönem romanlarının kayıp kişiye dönüşen insanı görüp anlatması çok zor. Ben kendine inancı, geleceğe güveni kalmamış, tam bir sıkıştırılmışlık içinde kendine ait hiçbir şeyi kalmamış, aynı zamanda aidiyet duygusunu yitirmiş insana çevirdim kameramı. Teknolojik erkin güdümüne aldığı, kişiliğini silmeye çalıştığı, tehlike altındaki insan’ı işliyorum. Bunu da öykümü az sayıda kahraman, az sayıda mekânla ve kurgusal metinde gerçek zamana denk düşen bir zaman aralığında  yaparsam amaca ulaşabileceğimin ayrımındayım. Nitekim iç ve dış diyaloglar, öyküleme, iç monologlar, bilinç akışını iyi kullanmak;  çoklu bir zaman, mekân, olay kurgusu yaratmamı sağladı. Değişimin de değiştiği, an’ın yakalanmadığı bir dönemdeysek, bir karakteri yaratır, onu olaylar içinde ele alırken bu, öteki adı yabancılaşma ve yalnızlık olan ürkütücü durumu somutlamak zorundayız. Cep telefonlarımız, dünyayı parmağımızın ucunda tutmamızı sağlıyor, cümlesinin anlamı, sanal bir gerçeklik içinde gönüllü tutsak olduğumuzdur. Ne olmak istediğimiz, ne olduğumuzu sandığımız, ne de bir başkasının olduğumuzu sandığı kişileriz. İşte bu çapraşık, değişken ruh halini anlatabilmek, bir bakıma karakterleri gerçekçi kılabilmek için o sürat dünyasının kaygan buzulunda patinaj yapmadan, düşmeden, çarpıp yaralanmadan kalmayı başarmak gerek.  Ekonomi, bilim, politika, sanatın bütün etkileşim olanaklarıyla  hücum ettiği bilinçaltına objektifimizi doğrultmadan hikâyemizi ne de kişiyi inanılır kılabiliriz.

Mâhinur romanın ilk bölümlerinde mutsuzluğunun sebebi olarak anne babasını ve eşini suçluyor. Son bölümlerde Mâhinur bir dönüşümden geçiyor ve mutsuzluğunun tek sorumlusunu kendisi olduğunu görebiliyor.  Cevabı verilemeyen sorular, telafi edilemeyecek haksızlıkların ona bir şey kazandırmayacağını anlaması ile bir aydınlanma anı yaşıyor diyebilir miyiz?

Mâhinur güçlü olana itaat ederek korumaya çalışmış kendini.  Gülderen’in yaptığı gibi perde arkasından kendi planlarını yürütme yoluna gidememiş. Kaplumbağa ve kirpi kimliklerini bir arada taşısa da yöneldiği daima kaplumbağa kimliği olmuş. Korktuğu, üzüldüğü, endişelendiği zamanlarda kaçtığı yer ise, hayallerinin koynu. Gerçek dünyadan hiçbir tehdit unsurunun ulaşamadığı, dingin, sessiz, istediği ne varsa elde edebildiği bir sanal âlem. Burada geçen zaman istemediği ne varsa unutmasına yetiyor. 

Kirpi kimliğiyse, ona sempati ve hoşgörüyle yaklaşanlara karşı kullandığı silah. Özellikle de kendisine karşı zaafı olduğunu hissettiği, her zaman yardıma ve destek vermeye hazır gördüğü İlhan’a, uğradığı haksızlıkların, yaşadığı şanssızlıkların sorumlusu oymuş gibi oklarını yağdırmaktan çekinmiyor. 

Avuç içlerine muhteşem bir gelecek bırakacağını umduğu Şahin tarafından terk edilince o güne dek kendisini besleyip ayakta tutan hayal dünyasında büyük bir erozyon başlıyor. Eş zamanlı olarak ona hep destek veren İlhan’ın devreden çekilivermesi, ardından annesiyle babasının yakınlaştığına tanık olması, sonuçta kimsenin kendisine ihtiyaç duymadığı, dahası artık gerçekten bir başına kaldığını anlamasıyla parçalanmanın eşiğine geliyor.  

O güne dek, ‘Bastırma, bahane bulma, yansıtma, yüceltme, karşı tepki geliştirme, özdeşleşme, hayal kurma, kaçma, yön değiştirme, kendine yöneltme, inkâr’ gibi savunma mekanizmasının tüm olanaklarını kullanmış son olarak çözülme aşamasına geçmiş Mâhinur, parçalanmanın hemen öncesinde daldığı çıkmazdan kurtuluşun, önündeki duvarı aşmakla mümkün olduğunun ayırdında. Karar zamanı. Son derece kapsamlı bir sigorta olarak gördüğü, maddi manevi varlığı saydığı ev anahtarını oracığa bırakıp, duvarın ötesinde bekleyen tehlikelerle dolu, korunaksız, ‘geleceğe yürümek’le, ‘çıkmaz’da, yıllardır yaptığı gibi hayal dünyasına sığınıp kurtarıcı’sını beklemeye devam etmek arasında bir seçim yapacak.  

Romanda çağına tanıklık eden bir yazarla karşılaşıyoruz. Toplumdaki değişimi, yozlaşmayı, çözülmeyi gözlemci bir bakışla işliyorsunuz. Örneğin şu cümleler: …kimse kimseyi sevmiyor, kimse kendini sevmiyor…” tespitini yapıyor günümüz toplumundaki huzursuzluğu, mutsuzluğu sevgisizliğe bağlıyorsunuz.  Bu konuda bize neler söylemek istersiniz?  

Evet, edebiyat çağını yansıtmak zorunda. Bunu da ekonomi, politika, tarih, felsefe, sosyoloji gibi bütün bileşenleriyle görmek; aralarındaki etkileşimi çözmekle başarabilir yazar. Malzemenin bilim kurgu ya da aşk öyküsü olması bu gerçeği değiştirmez. Sonuçta yazdığı, içinde yer aldığı toplumudur, çağıdır; malzemesi bunlardan ibarettir. Kuşkusuz en  önemli olan bu karmaşık örgüyü ne ölçüde verebildiğimiz, yaşadığımız toplumu ne ölçüde yansıtabildiğimiz; kısacası ne kadar inandırıcı olabildiğimiz, okurun iç dünyasına ne kadar dalabildiğimizdir. Yazarın ilk görevi sahici olmayı başarmaktır çünkü. Bunu da kişileri bulunduğu toplumdan, ait olduğu ilişkiler ağından soyutlarsa başaramaz. 

Anlatıda en belirgin yanlardan biri, ayrıntılara verdiğiniz önem. Adeta dantel işler gibi ince ince örüyor yaşanan bir çevreyi odak alırken, o eksendeki insan ilişkilerine yöneltiyorsunuz bakışınızı. Gözlemci bir bakışınız var. Bireyin ve toplumun iç dünyasına, ruhsal yapısına yoğunlaşmanıza nasıl yöneldiniz? 

Öncelikle şairim çünkü. Şiir bir kılavuz gibidir yazdıklarımda. Yazıdan önce, söz vardı; o da şiirdi.  Kabul edelim, öykü ve roman başta olmak üzere, hepsi şiirin eteklerinden döküldü. Ayrıntılar, ince ince işlemeler şiirimin sızmasıdır yazdıklarıma. Çoğu öykümde net bicimde açığa çıkar bu özelliğim ki edebi kişiliğim bakımından önemli olduğunu düşünürüm. Kaldı ki günümüzün karmaşık örgüsü yalın, kuru, yüzeysel bir anlatımla değil, ince ayrıntılarla ele alınırsa anlatılabilir. 

Sorunuzun ikinci şıkkına gelince: İlk çocukluk dönemi sonrası yani on bir yaş itibarıyla yetişkin muamelesi görmeye, yetişkin davranışı beklenmeye başlanan her çocuk potansiyel olarak sorunlu bir kişiliğe adaydır. Nitekim ergenlik ve gençlik dönemimde büyük, derin ruhsal acılar yaşadım. İsyan meşalem içime doğru yanıp durdu. Beni ayakta tutan geleceğe olan umudumu asla yitirmememdi: ‘Annem gibi olmayacağım, evlenmeyeceğim, çocuk yapmayacağım,  böyle bir hayatı asla yaşamayacağım’ haykırışlarıyla geçen sorunlu yaşlar, yıllar. Çok okudum. Okuduğum romanlarda psikolojik derinlik aradım en baştan beri. Sorunlu insanlara ilgi duydum hep. Onların iç dünyalarına sızmaya, onları anlamaya çalıştım.

Yakın çevrem son derece renkli ve derin farklılıklara sahip pek çok insandan oluşan adeta bir portreler galerisiydi. Evlendiklerinin ertesi gün kocası savaşa gidip bir daha dönmeyen, sekiz aylık bebesiyle seferberlik yollarına düşmüş, sırtında, omuzlarında hala savaş yıllarının ağırlığı, yüreğinde iflah olmaz acıya karşın haline şükredip duran ve bize de aynı telkini sürekli olarak yapan anneannem, başlı başına bir zenginlikti benim için. Annem: kendinden otuz yaş büyük üstelik evli bir adam tarafından daha on dördünde üstelik nişanlıyken kaçırılmış bir kız. Kendi söylememişti ama nişanlısını hala sevdiğini bilirdim. Ve her biri ayrı bir dünya olan kiracılarımız: Kocası polis İbrahim amca tarafından her akşam çocuklarıyla birlikte sıra dayağından geçirdiği Müzeyyen Hanım Teyze, tüm ev işlerini emir erine yaptıran, her akşam yemeğini ordu evinde yiyip sonra kocası Albay Şahin Bey amcayla dans eden, yaşamına mahalledeki tüm kadınlarının imrendiği Nedime Hanım Teyze; ya da eve her ay sahip olduğu pavyondaki kızlardan birini yeni eş olarak getiren Şekerci Mehmet Amca, onun karısı evin demirbaşı Emine Hanım Teyze;  artist olma sevdasıyla Ankara’ya kaçıp orada intihar eden kızı Hülya’nın arkasından hayali fenere dönen Sathiye Hanım teyze; hafızlığı kısa zamanda meşhur olmuş ama oğlanlarla kırıştırmaktan geri kalmayan Emine; liseyi başarıyla bitiren fakat şizofren olduğu ortaya çıkınca bütün hayatı değişen Aykut ve diğerleri,  insanın iç dünyasının ne kadar gizemli, keşfedilmeye değer, karmaşık ve büyüleyici olduğunu gösterdiler bana.  

Sonuç olarak diyebiliriz ki Zeynep Aliye’nin roman dünyası birey gerçekliği üzerine kuruludur. Bir bakıma insan gerçekliğine bakarken bir anlamda bireyin dünyasını biçimleyenleri gösterirken onların psikolojik durumlarını da çözümlemeye yönelir. Onun roman dünyasını biçimleyen, onun kurgusal özelliklerini belirleyen, onun düşündürücü anlatıcı kimliğidir diyebiliriz.

Bu söyleşi için kendisine teşekkür ediyorum.

edebiyathaber.net (1 Kasım 2021)

Yorum yapın