Volkan Zamanoğlu: “Şehzadeye Rüya’nın tercih edilmiş, bilinçli bir kararsızlığı var.”

Haziran 8, 2022

Volkan Zamanoğlu: “Şehzadeye Rüya’nın tercih edilmiş, bilinçli bir kararsızlığı var.”

Söyleşi: Abdullah Ezik

Volkan Zamanoğlu, geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk kitabı Şehzadeye Rüya’da denediği farklı anlatım teknikleriyle dikkat çeken bir yazar. Şehzadeye Rüya, kitabın yapısıyla da bütünleşen masal dili, kökü geçmişte yatan anlatı üslubu ve biçimiyle bir ilk kitap olarak çarpıcı bir eser.

Volkan Zamanoğlu ile ilk kitap tecrübesini edindiği Şehzadeye Rüya üzerine konuştuk.

Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan ilk öykü kitabınız Şehzadeye Rüya, metinlerarası seyahatler üzerinden hareket eden “postmodern” bir öykü kitabı. Bir ilk kitapta metinlerarasılığın bu kadar yoğun olması dikkat çekici. Şehzadeye Rüya’nın metinlerarasılığı ve farklı yazar/eserler ile kurduğu diyalog üzerine ne söylersiniz?

Edebiyatta nehir romanı, sinemada paralel evreni seviyorum. İç içe geçmiş alemler, birbirini göremeyen varlıklar, aynı mekânı paylaşan farklı insanlar daima ilgimi çekmiştir. Dolayısıyla kurguladığım metinler de iç içe geçen, birbirine dokunup giden, bir görünüp kaybolan karakterlerden örülmüş oldu. Tabii bu, anlatım bağlamında da geçişleri zorunlu kıldı. 

Zaman zaman farklı yazar ve eserlere kitabın içinde açıkça temas ettim. Bunu en fazla “Çok Zamanlı Elma Hikâyesi”nde yaptım. Virginia Woolf, Oscar Wilde, Goethe, Cemil Meriç gibi isimleri zikredip üzerimdeki etkilerine dokunmuş oldum. Böylece sevdiğim bazı yazarlar kahramanım oldu. Öte yandan “Gazel Hikâyesi”nde divân şairlerimizden ikisine ait farklı beyitler kullandım fakat bunların kime ait olduklarını belirtmedim. Tahmin etmeyi ya da merak edip araştırmayı okura bıraktım. 

Lisansınız matematik yüksek lisansınız ise Türk dili ve edebiyatı bölümünden. Bu anlamda gerek farklı bir disiplinden gelerek edebiyat ile akademik düzeyde ilgilenmeniz, gerekse hikemî şiirin divan edebiyatındaki önemli temsilcilerinden biri olan Nâbî üzerine çalışmanız ayrıca dikkat çekici. Matematikten edebiyata geçiş nasıl oldu ve neden özellikle Nâbî üzerine çalıştınız?

Aslında matematikten önce edebiyat vardı. Okuduğum Anadolu lisesinde sözel bölüm açılmadığı için sayısal tercih ettim. Bu sırada yazıyordum ve divan edebiyatı ilgimi çekiyordu.  Üniversitede matematik okurken hocalardan izin alarak kendi derslerimden önce veya sonra edebiyat bölümündeki derslere katılıyordum. O dönem Prof. Dr. Ömer Zülfe ile tanışınca düzenli olarak onu takip etmeye başladım. Her dönem lisans öğrencisi gibi bir eski edebiyat dersine misafir oluyordum. Mezun olduktan iki sene sonra bir alanda yüksek lisans yapmak istediğimde edebiyatla olan ilişkimin sanattan ibaret kalmayıp akademik bir boyut kazanmasını istedim. Tez konumu belirlerken aslında çıkış noktam Nâbî değil, mi’râc gecesi ve mi’râciye türü oldu. Danışmanım Prof. Dr. Metin Akar eski edebiyatta mi’râciye/mi’râc-nâme denince ilk akla gelen, çok kıymetli bir isim. Bana dört konu önermişti. Bunlar arasından onunla çalışmak için en doğrusu ve beni zorlarken geliştirebilecek olan Nâbî’nin Mi’râciye’sidir diye düşünmüştüm. Öyle de oldu. 

Şehzadeye Rüya’yı bir “çoklu anlatı” olarak yorumlamak mümkün. Bu hem kitabın eklektik yapısına hem de anlatıcının olayları hikâye ediş biçimi üzerinden tartışmaya açılabilecek özel bir konu. Bunda bana kalırsa divan edebiyatı çalışmanızın da etkisi olduğu düşünülebilir. Bir çoklu anlatılar kitabı olarak Şehzadeye Rüya’ya dair siz neler söylersiniz ve bu meselenin temelinde sizce neler yatıyor?

Şehzadeye Rüya’nın tercih edilmiş, bilinçli bir kararsızlığı var. Masal, öykü, deneme ve roman türlerinden aşina olduğumuz özellikleri aynı anda bünyesinde barındırıyor. Bunda neler etkili emin değilim. Bir anlamda risk aldım fakat denemek zorundaydım, aksi hâlde kendimle didişmiş olacaktım. Çünkü kitabın öncesinde de öyküleyici anlatımla deneme yazdığım, deneme türünü çağrıştıran bir girişle öyküye başladığım çok olmuştu. Masalın sadece çocuklar için olmaması gerektiğine inanıyordum. Bunlara uyarak yazdım. Benim için meselenin merkezinde sadece “anlatmak” var, iyi bir anlatıcı olmak var. Türler, dil bilgisi, yazım ve noktalama kuralları anlatma derdinde sadece birer araç. Dolayısıyla anlatının gücüne, derinliğine göre sınırları zorlamak, kuralları aşmak, Tezer Özlü’nün tabiriyle “yaşamın ucuna yolculuk” yapmak elzem. 

Bütün bir kitabın başlangıçta bir masal formu üzerinden hareket ettiğini, bununla birlikte içeriğin zamanla değişip farklı biçimler aldığını söyleyebiliriz. Bu tür formül yapıları nasıl kurguladınız ve formsal olarak nasıl bir çalışma yürüttünüz? Form-içerik ilişkisi/dengesi üzerine ne söylersiniz?

Şehzadeye Rüya diğer öyküleri bünyesine katabilecek uzunlukta bir masal. Başta böyle bir çatım yoktu. Arasında aylar olan, bağımsız öyküler (kararsız metinler) yazıp kenara koyuyordum. Farklı anlatım teknikleri üzerinde çalışıyordum. Sözgelimi “Çiçeksiz Kadının Hikâyesi”ni yazdım. İtalik satırları kahramanlardan birinin iç sesi olarak öyküdeki akışa bağladım. Bitti. Aradan aylar geçtiğinde “Şiir Adamın Hikâyesi”ni yazarken yolda karşılaştığı kadın Çiçeksiz Kadın oluverdi. Ya da yine uzun zaman sonra bulut kokusunu arayan Ahmed’in karşısına vapurda Şiir Adam oturdu. İçerideki sekiz öykü bittikten sonra Şehzadeye Rüya’yı yazmaya başladım. Masal formunda geldi. Tekerleme tadı veren tekrarlar, uzun ve yorucu cümleler, epitetler kullanarak masalı büyükler için, özgün bir hâle getirmek istedim. Üzerinde çalışırken o kadar keyif aldım ki metinden kopamadığım için neredeyse diğer sekiz hikâyenin toplamı kadar uzadı. Sonra bir baktım, sadece onların toplamı kadar uzamakla kalmadı, bir de diğer hikâyeleri içine aldı. 

Dil, bütün bir kitaba işleyen önemli bir konu. “Çiçeksiz Kadının Hikâyesi” de “İki Dünyanın Hikâyesi” de “Ayrılık Hikâyesi” de dilsel anlamda bir bütünlük içeren, belirli bir dilsel yapı özelliği sergileyen metinler. Dolayısıyla kitabın başından sonuna kurgulanan özel bir dilin söz konusu olduğu hemen fark edilebiliyor. Şehzadeye Rüya’ya hâkim olan dil ve bu dilin masal formu ile ilişkisi nasıldır? 

Bir önceki soruda sanırım buna biraz cevap vermiş oldum. Şöyle devam edeyim: Her hikâyenin kendi dili olduğuna inanıyorum. İç sesi, zamanı, diyaloğu, mektubu, sözlü geleneğin özelliklerini bu farklı seslere aracı olarak kullanıyorum. Şehzadeye Rüya her ne kadar tek bir bütün olsa da aslında üç seneye yayılmış, farklı dönemlere ait ve kendi içinde parçalar olarak kaleme alınmış bir kitap. Dolayısıyla henüz bütünü kendim dahi göremiyorken her hikâyede o metne özgü bir dil ve anlatım kullanmak istedim. Ancak hepsindeki kalem aynı olunca, öz ortak olduğundan, sanırım bu parçaları birbirine bağlayan bütün de birbiriyle ilişkilenmiş oldu. Öykülerdeki kurguların masalda iç içe geçmesi gibi dil ve üslup da aynı kaynağa bağlanıp şekillendi. 

Bütün bir kitap boyunca okur ile anlatıcı arasındaki mesafenin oldukça az olduğunu, anlatıcının kimi zaman doğrudan okur ile temas kurduğunu söyleyebiliriz. Bu biraz eski usulü, Osmanlı’daki anlatım tarzını da akla getiren meselelerden. Şehzadeye Rüya’da okur ile anlatıcı arasındaki ilişki ve mesafeyi nasıl yorumlarsınız?

Şehzadeye Rüya’nın anlatıcısı benim için de önemli ve karmaşık bir konu. Yazar, okur, karakter bağlamında kimin neyi nasıl anlattığını ya da anladığını ifade etmekte zorlanıyorum. Hikâyelerin kendi anlatıcıları var ve bu anlatıcılar sabit değil. Otobiyografik ya da hayatımda bir şekilde var olmuş kişilere ait unsurları perdelemek için ayrıca çabaladığım yerler söz konusu. Aramızdaki mesafe bazen açılıyor, bazen yok denecek kadar az. Bu sorunun cevabını okurdan almak isterdim. 

Anlatıcının bizatihi kendisi de ayrıca üzerinde konuşulması gereken bir konu, çünkü nihayetinde her şeyi, bütün bir hikâyeyi biçimlendiren onun tutumudur. Burada doğrudan görünür kılınan ve tüm olayları aktaran sabit bir anlatıcının varlığı söz konusu. Kitabın anlatıcısı üzerine ne söylersiniz?

Kitabın bütününde benim kendimden ayrı tutamadığım bir anlatıcı var ve/fakat hikâyeleri anlatan bambaşka biri. Her şey rüya göremeyen şehzadenin uyuyabilmesi için. Tüm olayları aktaran sabit anlatıcı geçmişte olanlar ile gelecekte olacaklardan faydalanıyor. Osmanlı sarayında geçen bir olayı, daha önceki döneme ait bir çadırda yaşananları, günümüzde ve farklı yerlerde cereyan edenleri aynı anda kim anlatabilir? Sanırım bu zamansız anlatı ve anlatıcı Şehzadeye Rüya’nın sırrı. Öylece bırakalım.

Melek Abla, Medmed ve daha niceleri kendi hüviyetleriyle var olan, kendi kaderini kendileri çizen karakterler. Anlatıcının onlara yaklaşımı da onların kendilerini ve kendi hikâyelerini var etme biçimleri de hayatlarına dair özel bir profil çıkarıyor. Kitabı inşa eden anlatıcının ötesinde, bireysel, salt kendilerine ait olan yaşam hikâyeleri ile dikkat çeken karakterleriniz ve onların serüvenleri üzerine ne söylersiniz?

Şehzadeye Rüya’da kurgudan ziyade karakterler ve anlatım ön planda. Hikâyeler genel itibariyle bir anın genişlemesinden ibaret. Uçurum kenarındaki bekleyiş, kendi cesedine bakış, vapur yolculuğu, sarayda uyanış, bir çay içimi süresinde oluyor her şey. Bu anların genişlemesi sırasında Melek Ablayı, kızı Cennet’i, Ahmed’i, Mehmed’i ve isim koyamadığım diğer kişileri tanıyoruz. Hepsinin biricik meselesi kendi var oluşları. Yeryüzündeki farklılıkları. Bu yüzden çoğuna isim dahi koyamadım. İsim onları sınırlandıracak, aklımızdaki aynı isme sahip başkalarını çağrıştıracak ve o biricik var oluş zedelenecek diye çekindiğim için. Çiçeksiz kadını ve şiir adamı bu çekinceye borçluyuz. Sonuç olarak isimli ya da isimsiz farklı karakter hüviyetleriyle karşılaşıyoruz. Kimi yasak aşktan, kimi ayrılıktan, kimi merhametten, kimi çocukluk travmalarından, kimi günlükten ya da şiir yazamamaktan geçip kendini tanımaya çalışıyor. Karakterlerin serüveninin bizi de içine alan ortak yanı bu zannediyorum: kendinden kendine yolculuk.

edebiyathaber.net (8 Haziran 2022)

Yorum yapın