Virginia Woolf yazınında cinsel yönelimler ve cinsiyet eşitsizliği | Ayşe Korkmaz

Nisan 15, 2019

Virginia Woolf yazınında cinsel yönelimler ve cinsiyet eşitsizliği | Ayşe Korkmaz

Virginia Woolf, babasının 1904’te ölümünden sonra kardeşleriyle birlikte taşındığı Bloomsbury’de birbirlerinin evinde toplanan, büyük kısmı eşcinsel ya da biseksüel olan bir grup edebiyatçı ve ressamla tanışır. Bloomsbury grubu adıyla anılan ve toplum tarafından kabul gören bu entelektüel insanlar Woolf’un hayatında dönüm noktası olur, özellikle cinsel konulardaki özgürlükçü tavırları hem hayatına, hem de eserlerine yansır.

Cinselliğe bakış açısını en keskin biçimde Orlando: Yaşamöyküsü adlı eserinde görürüz. Woolf bu kitabı,  kısa bir süre sevgilisi olup sonrasında sadık dostu olarak kalan Vita’ya ithaf etmiştir. 1922 yılında bir toplantıda tanıştığı, gerçek adı Sackville West olan Vita,  Harold Nicolson adlı homoseksüel bir adamla evliydi. “İkisi de başkalarıyla cinsel birliktelik yaşamalarına rağmen, birbirlerine derin bir sevgi duyuyorlardı.” (Curtis, 2012: s., 203)

Kitapta yaşam öyküsü anlatılan Orlando, otuz yaşına kadar erkek olup otuz yaşından sonra birdenbire kadına dönüşen hayali bir karakterdir. Woolf’un bu karakteri kurgulamasındaki amaç, okuyucuya insanların içinde görünenden farklı bir cinsel eğilimin bulunabileceğini göstermektir. Bunu kitabın başından itibaren hissettirmeye başlar. Ve okuyucuyu erkek bir karakter üzerinde kadınlara atfedilen özellikler aramaya yönlendirir: “Görünürde tam bir soylu beyefendiydi. Peki ya içyüzü?” (Woolf, 2014: s. 19-20) “Orlando al yanakları, esmer bukleleri, kara ve kızıl peleriniyle içindeki bir lambadan yayılan kendi ışıltısıyla yanıyormuş gibi görünüyordu”  (Woolf, 2014: s., 42)

Hayatının sıradan bir döneminde Orlando yedi gün süren bir uykuya dalacak, bu uykudan kadın olarak uyanacaktır. Artık  “…bedeninde bir erkeğin gücüyle bir kadının zarafeti…” (Woolf, 2014: s., 104) bütünleşmiştir. Bundan böyle hayatını Lady Orlando olarak yaşamaya başlar ve kadın olmanın zorluklarıyla tanışır. Woolf bu yolla, 19. yüzyıl İngiltere’sinde cinsiyet eşitsizliğini en çıplak şekliyle gözler önüne serer. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Orlando’nun yaşam öyküsü sadece bir yüzyılı ve İngiltere’yi değil, tüm zamanları ve mekânları kapsar.

Sonraları Orlando’nun kadın olmasına rağmen, erkekken sevdiği kadını sevmeye devam ettiğini görürüz: “… kendi de bir kadın olduğu halde hâlâ bir kadını sevmekteydi ve onunla aynı cinsten olma bilincinin bir etkisi varsa, o da erkekken sahip olduğu duyguların daha da ateşlenmesi, daha derinleşmesiydi”  (Woolf, 2014: s., 121). Kadın haline alışan Orlando, canı istediğinde kadın kıyafetleriyle gezerken günün değişik saatlerinde erkek kılığına da girmiştir. Böylece her iki cinsiyetin avantajlarından yararlanmayı ve içinden geldiği gibi, özgürce yaşamayı tercih etmiştir. Çünkü kadına dönüşmesine rağmen, bir parçası hâlâ erkektir. Mina Urgan’a göre “Orlando, tümüyle bu androjenlik kavramı üstüne kuruludur” (Urgan 1997: s., 50). Yani Orlando, yarı erkek yarı kadın bir androjendir.

Açılan davalar sonucunda Orlando’nun cinsiyeti dişi olarak kabul edilir. Erkekken geçirmiş olduğu nikâh iptal edilmiş, çocuklarının gayri meşru olduklarına karar verilmiştir. Aslında bu, mücadelesinin başarıyla sonuçlanması anlamına gelir. Ama toplum baskısı yüzünden başarısının tadını çıkaramaz. Tek istediği şey aşkı yaşamakken çözümlerin en umutsuzunu, “yani çağın ruhuna tümüyle, uysalca teslim olup bir kocaya varmayı…” (Woolf, 2014: s., 181) düşünmek zorunda kalır.  Sonraları bu teslimiyet duygusunu daha da abartıp çocuk bile doğurur. İçindeki erkeği öldüremeyen bir kadın için anne olmak yaşayabileceği en büyük çelişkidir.

Woolf’un, The Hours (Saatler) şeklinde planladığı dördüncü romanının adını Mrs. Dalloway olarak değiştirme nedeni, kadının toplumdaki değersizliğini ve erkeğin gölgesinde kalışını vurgulamak içindir. Clarissa artık kendine bile ait olmayan bir soyadı ile anılmaktadır: “… taşıdığı bu beden, ne kadar yeteneğe sahip olsa da, (bir Hollanda resmine bakmak üzere durdu), çoğunlukla bir hiçti sanki -bir hiç. Görünmez olduğunu hissediyordu nedense; görünmüyordu; ne evliydi artık; ne de çocuk sahibi; sadece öbür insanlarla birlikte Bond Sokağı’nda yürüyordu, şaşırtıcı ve epeyce ağırbaşlıydı yürüyüşü. Mrs. Dalloway olarak; Clarissa bile değildi artık; Richard Dalloway’in eşiydi.” (Woolf, Eylül 2012: s., 13)

Woolf’un evliliğinin “son derece tatmin edici olmasına rağmen, çoğunlukla evliliğin önemli bir yanı olarak görülen cinsellikten yoksun” (Curtis, 2012: s., 115) olduğunu biliyoruz. Profesyonel bir yazar olduktan sonra eski yaşamına geri dönmüş, akıl hastalığı yüzünden günlüğünde paylaşmadığı travmaları su yüzüne çıkarmıştır. Bloosbury arkadaşlarının haftalık olarak buluştukları Anılar Derneği’nde okuduğu bu yazılar üvey ağabeyleri George ve Gerald’dan küçük yaşta gördüğü tacizlerle ilgilidir. Elimizde gerçekliklerine dair bir bilgi bulunmamakla birlikte,  bu bizi en azından Virginia’nın üvey ağabeylerini cinsel açıdan tehdit unsuru olarak gördüğü düşüncesine götürür. “Virginia’nın gelin yatağında yatarken George’un ensest dokunuşlarını kafasından atamamış olduğu anlaşılmaktadır. Seks ona zevk vermiyordu; ancak aralarındaki entelektüel dostluk ve anlayıştan, sevgi dolu kocanın duyarlılığından ve ikisinin de daha önce hiç görmediği yerleri keşfetmekten büyük keyif alıyordu.” Curtis, 2012: s., 115)

Mrs. Dalloway adlı romanının başkarakterinin cinsel hayatı Wolf’unkiyle birebir örtüşür. Clarissa “…kendisini çarşaf gibi sarıp sarmalayan, doğum yapmasına rağmen koruduğu bir bekâreti” (Woolf, Eylül 2012: s., 35) üstünden atamaz. Romanda, Clarissa ile Sally’nin ilişkisi, “Virginia’nın evlenmeden önce Madge Emma Vaughan ve Violet Dickinson’la kurduğu arkadaşlıklarına benzer bir doğaya” sahiptir. (Curtis, 2012: s., 204) “Virginia, Clarissa’nın gençlik arkadaşı delifişek Sally Seton’da, kendi gençlik arkadaşı Madge Vaughan’a ilişkin anılarından yararlanır.” (Curtis, 2012: s., 185-186)

Woolf, kadınları daha hassas ve duyarlı bulduğu için cinsel seçimini kadınlardan yana kullanmıştır. “Geriye dönüp bakınca, Clarissa’ya tuhaf gelen, Sally’e olan duygularının saflığı, sağlamlığıydı. Bir erkeğe hissedilenlerle aynı değildi. Hiçbir karşılık beklemiyordu, hem de sadece kadınlar arasında bulunabilecek bir niteliği vardı, yetişkinliğe henüz adım atmış kadınlar arasında. Koruyuculuktu bu kendi açısından; aynı teknede bulunma duygusundan doğuyordu…” (Woolf, Eylül 2012: s., 38)

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un “Cambridge’te kadınlara eğitim veren okullar olan Newnham ve Girton’daki derneklerde okuduğu ‘kadınlar ve kurmaca yazın’ konulu iki makaleden” (Curtis, 2012: s., 223) doğar. 

Woolf bu kitapta, bir yazarın düzenli olarak yazabilmesi için kendine ait bir odası ve yıllık beş yüz poundluk bir geliri olması gerektiğini savunur. O günlerde bu para, tek başına yaşayan birinin herhangi bir işte çalışmaya gerek kalmadan yaşamını devam ettirebilmesi için yeterlidir. “Kendine ait bir oda” kadının kendini içinde özgür hissedebileceği yer anlamına gelir. O dönemlerde kadın hiçbir alanda özgür olamadığı ve maddi konularda hakkı gözetilmediği için kadın yazar ya da şair sayısı tatmin edici boyuta gelememiştir. Bir kadının Shakespeare’in yaşadığı çağda onun gibi yazabilmesinin kesinlikle mümkün olmadığını düşünür. Shakespeare kadar özel yeteneklerle donatılmış bile olsa durum değişmez.

“Yazı yazan birinin cinsiyetini unutmaması çok tehlikelidir” der kitabın sonunda. “Katıksız ve basit bir erkek ya da kadın olmak tehlikelidir; kadınsı-erkek ya da erkeksi-kadın olmalıyız.” (Woolf, Mart 2012: s., 112) “İnsanın zihninde kadınla erkek arasında bir işbirliği olmalıdır ki, yaratıcılık tamamlansın.” (Woolf, Mart 2012: s., 112)

Yine Virginia Woolf’un dediği gibi, “İnsanlar olgunlaştıkça taraf tutmaktan vazgeçerler.” (Woolf, Mart 2012: s., 114) Oysa erkek egemen toplumlarda ne kadın ne de erkek, cinsiyetini unutma eğilimindedir. Bu da bize şunu düşündürür: En iyi eserler için çok daha uzun yılların geçmesi gereklidir.

Virginia Woolf

25 Ocak 1882’de Londra’da doğan Virginia Woolf, dönemin tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen’ın kızıdır. Annesi ve babası daha önce başkalarıyla evlenmiş, dul kaldıktan sonra bir araya gelmişlerdir. Yazar olmaya küçük yaşlarda karar vererek babasının kütüphanesinde kendini yetiştirir. Üç büyük eseri Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Dalgalar’la, roman türünün gelişimine büyük katkıda bulunup modernist hareketin öncülerinden biri olarak tarihe geçer.

Annesinin ölümünden sonra başlayıp, babasının ölümüyle çığırından çıkan akıl hastalığı, son romanı Perde Arası’nı yazdığı sıralarda nükseder, yazma yeteneğini kaybettiği duygusuna kapılır. Artık kendinde tedavi sürecine dayanabilecek gücü bulamadığı için, 28 Mart 1941’de ceplerine taşlar doldurarak evlerinin yakınlarında bulunan Ouse Nehri’ne atlayıp intihar eder.

Kaynakça: 

  • Woolf, Virginia; Orlando: Yaşamöyküsü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
  • Woolf, Virginia; Kendine Ait bir Oda, Çeviri İ. Özdemir, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul, Mart 2012.
  • Woolf, Virginia; Dalloway, Çeviri İ. Özdemir, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul, Eylül 2012.
  • Curtis Anthony; Virginia Woolf Bloomsbury ve Ötesi, Çeviri Ö. Çağlar Aksoy İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
  • Urgan Mina; Virginia Woolf, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 1997

Ayşe Korkmaz – edebiyathaber.net (15 Nisan 2019)

Yorum yapın