Vecdi Çıracıoğlu: “Gözümü kütüphanede açtım, desem yalan olmaz”

Temmuz 16, 2015

Vecdi Çıracıoğlu: “Gözümü kütüphanede açtım, desem yalan olmaz”

sarikasnak“Denize Dair Hikâyat” üçlemesinin ilk kitabı olan Sarıkasnak, İletişim Yayınları tarafından tekrar basıldı. Vecdi Çıracıoğlu bu romanında “Hoyratdeniz”in kıyı köyü “Dünyanıngözü” sakinlerinin ağır ağır akan hayatlarını özgün üslubuyla anlatıyor. Kendisiyle üçlemesi, okudukları ve edebiyat anlayışı üzerine söyleştik.

Sarıkasnak’ta uzun ve etkileyici betimlemeler okuyoruz. Denizi ve denizle bir şekilde ilişki içinde olan insanları anlatmanın iyi bir yolu bu sanırım. Ne dersiniz?

Denize ve denizle bir şekilde ilintili olan insanlar… Deniz, insan yaşamının ve düşüncesinin temel metaforlarından suyu temsil eden ve kitlenin simgelerinden biri olan, en güçlü imge kaynağıdır şüphesiz. Ancak, soyut olarak sudan daha geniş değişkenlik gösteren bir düş ve düşlem kaynağıdır da. Denizin bu romantik ve bir ölçüde metafizik ve metaforik kavramları ile yaşamın acımasız ciddi yüzü arasında bir köprü oluşturulabilmesi içinse güçlü bir gözlem gücüne, eleştirel bir bakış açısına, sanatçı yaratıcılığına sahip olunması gerekir. Sarıkasnak’ta yazınsal olarak romantizmin kullanageldiği deniz imgesini çoğul gerçekçi bir anlayışla yapıtın içinde yeniden yaratma yetkinliğini göstermeye çalıştım. Roman bu boyutuyla romantizmi çoğul gerçekçilikle buluşmuş ve grotesk halk kültürü öğeleriyle kaynaşmış oldu.

Denizi ve denizle bir şekilde ilişki içinde olan insanları anlatmanın iyi bir yolu olduğunu, denizle insan arasındaki ilişkiyi romandan bir alıntıyla vermeye çalışayım: “Denizle uğraşan her insanın denizin dibinde bir dostu, bir sevgilisi vardır. Bir oğul, bir kardeş, bir kesik el, alabora batık bir tekne, fırtınanın kopardığı bir yelken direği… Bütün bunlara rağmen deniz insanı suskundur karada. Deniz insanı karada konuşmaz, sadece düşünür, onun herhangi bir lisanı yoktur konuşulacak.” (Sf. 4)

Dünyanıngözü’nde farklı bir zaman algısı var gibi. Her şey daha yavaş akıyor. Hoyratdeniz’de bile bir ağırlık var. Anlatı, zaman konusunda bir şeyler söylüyor mu?

An ve zaman kavramı hassas davrandığım bir olgu ve o yönden çok güzel bir soru… 1933 koşullarından başlayalım. 1933, dünya kapitalizminin bunalım yılı. Halk kitlelerin işsizlik, yokluk, açlık ve her türlü felaketle karşı karşıya kaldıkları bir dönem. 1933 aynı zamanda 2. Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin, Almanya’da Hitler faşist nazizminin iktidara gelmesiyle duyulmaya başlandığı bir dönem. Genç Türkiye Cumhuriyeti yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeniden dirilmeye, savaş ve yokluktan kurtulmaya çabalamakta. Güdümlü ve otoriter bir modernizmin liderliği altında yol almaya çalışırken otarşik eğilimlerin etkisi altında dünyadan kopuk bir görünüm içersinde. “İnkilab”ı savunma psikolojisi başlıca tasa.

Böylesi bir ortamda batıya yönelik tomruk ticareti bitmiş, mübadele dolayısıyla nitelikli işgücü neredeyse yok olan kasaba oldukça tekdüze bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip. Kısaca Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Sait Faik’lerin anlatımlarından aşina olduğumuz bir coğrafya “Dünyanıngözü” kasabası.

İşte böyle bir zaman ve mekân dilimi içersinde insanların ve hatta tabiatın bile devinimi azalıyor, hareketliliğini yitiriyor gibi.

Başkarakterimiz Camgöz Reis birtakım sıkıntılardan geçmiş, hayatını idame ettirmeye çalışan bir insan ve oldukça gerçekçi özelliklere sahip. Hatta romandaki büyülü gerçekçiliği yaratan, mekândan ziyade karakterlerdir bile diyebiliriz. Karakter oluşturmak konusunda nelerden ilham alıyorsunuz?

Bu kitabın yazım süresi tam altı yılımı aldı. Amasra’da bir palamut avı sonrası kahvede otururken balıkçılardan biri Ege’de geçen bir olayda denizin içinde ölerek şişmiş bir dalgıcın başlığını çıkarmak için kafasının arkadaşları tarafından kesildiğine dair bir kulak misafirliğim olmuştu. Her şey o duyumla başladı. Önce hikâye yapmak istedim. Çok araştırdım. Bir zaman aralığına koymam gerekti. Bir mekân bulmam gerekti. Duyumu aldığım yer kadar güzel bir ortam olamazdı. Yöreyi zaten gereği kadar da biliyordum. Dalgıca ki o zamanlar çıkrık ve hortum tutan iki arkadaşı gerekti. Onları da o yöreden buldum. Fondan geçen bir deli kadın gerekti. O da Bursa’daki çocukluğumun Deli Ayten’di. O mozaikte öyle yerleştirildi. Daha sonra zaman kavramının içine hıdırellez ve Cumhuriyetin 10. Yıl şenlikleri ve grotesk öğeler (örneğin Denizler Ecesi) girince “Karnaval” tamamıyla oluştu. Groteks halk kültürü öğeleri, gülmece, Karadeniz mitolojisi ki bu Kafkaslar’dan gelir, Pontus Halk Tiyatrosu tiplemeleri karakterleri oluşturdu. Birkaç tanıdığım karakterlerle yapılan harmanlamalar karakterlere son şeklini vermiştir.

Dünyanıngözü’nde cumhuriyetin onuncu yılı kutlaması için hazırlıklar yapılıyor. Bir yandan da insanlar gündelik alışkanlıklarını sürdürme çabası içinde. Bu tarz dış etkenler anlatıyı nasıl şekillendiriyor, ona nasıl katkılar yapıyor?

13Sarıkasnak’ta eğretileme yağmuru 1933 yılı İlkbaharında ve Hıdırellezi’nde “Dünyanıngözü” adındaki Karadeniz kasabasında yer alan olayın yer ve zaman seçiminden itibaren başlıyor. Çünkü romanda anlatmaya çalıştığım en “arındırılmış biçimiyle” insan vicdanının macerası. Kendine yediremediği, yakıştıramadığı, yaşadığı dönemin etik kodlarıyla uyuşmayan bir edimin insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatan klasik bir anlatıyla kitabın “alt okuması”nı sunmaya çalıştım.

İkinci sorunuzda da sözünü etmiştim. O kısmın devamı olarak şunu söyleyebilirim: Elbette modernite öncesi bir dönemden söz ediyorum ve Orwell dünyasının “kirlenmiş gözü”, “Dünyanıngözü” kasabasına uğramamıştır. Bütün bu dış etkenler ki bence bunlar romanı bir tiyatro sahneleri bütünü olarak ele alırsak, dekorudur. Bu dekor sahnede cereyan eden olayları ve oyuncularını dekorun içine alarak bütünleştiriyor, ayrılmaz parçası yapıyor, birbirinin paralelinde sürüklüyor. Ekonomik koşullarla bir insanın en son terk edeceği ruh biçimlerinden biri olan vicdan da aynı paralellikte dibe batıyor.

Sarıkasnak, “Denize Dair Hikâyat” adlı üçlemenin ilk kitabı. Bu kitap ile kalan kısım arasında nasıl bir ilişki var?

Bu kitapta, bu değerlinin değerlisi sarıkasnak ve kullanıcılarının tutkulu, yer yer büyülü serüvenini yalın bir anlatım, arındırılmış klasik bir kişilik irdelemeleri aracılığıyla basit bir insanlık dramı çerçevesinde vermeye çalıştım. Sarıkasnak karnavalist türde ve büyülü gerçekçilik, masalsı anlatım tekniğiyle yazılmıştır.

Denize Dair Hikayât üçlemesinin ikinci romanı Ruhisar da Karnavalist türde yazılmıştır. Romanın kimi yerlerinde vermeye çalıştığım öğeler beyaz gerçekçi ama roman genelde karnavalist. Romanda bir kişinin, bir ailenin anlatısı yok. Boğaziçi’nin bir köyü var, kent var, birçok kahraman var. Sarıkasnak’ta olduğu gibi grotesk öğeler var.

Üçlemenin iki kitabında ve yazımını bitirmekte olduğum üçüncüsünde, ilkinden başlayarak kişiler ve mekânlar birbirini takiptedir. Birinci kitapta zaman ve hayata tökezlenenler orada kalıyor, tökezlenemeyenler ikinciye geçiyor ve aynı hengâme orda da devam ederek son kitaba geçiyor. Her ne kadar ortak payda deniz ve deniz insanlarının birbirleriyle, balıkla, kıyı köyleriyle, denizle ilişkileri içersinde, yaşamları içinde geçmişleri ve sanrılarıyla ilgili özlem ve geleceğe karşı kaygıları olsa da gerçek ortak payda ölüden ölüye geçen küçük bir kulübedir. Bu kulübe yaşayanların bilgeliklerini de barındıran bir “sığınmahane”dir de aynı zamanda.

Kitap boyunca denize dair terimlerle karşılaşıyoruz. Bunlar bir yandan bize yabancı olsa da bizi hikâyenin içine çekiyor. Romanın sonuna da bir “lügâtçe” eklenmiş. Bir roman için ilginç bir durum, değil mi?

Bu sorunun yanıtını vermeden önce kitabın dili hakkında biraz hatırlatma yapmalıyım diye düşünüyorum. Kahramanlarımı kendi ağızlarıyla ki konuşma ağzının yazıya kabul gören bir şekilde yansıması oldukça güçtür kanısındayım, Amasra yöresinin Kıpçak ve Çepni dilleri karışımını işlek bir şekilde vermeye çalıştım. Orada halen öyle konuşuyor yerliler. 1930’larda geçen bir olayda İstanbul Nişantaşı ağzıyla insanları konuşturmam anlamsız olacaktı. Dolayısıyla o yörenin ağzından kaynaklanan kara ve deniz kelimeleri kendiliğinde dahil oldular metne. Bu kelimelerin artık kaybolmakta olduğunun bilincindeyim. Birinci ve ikincisinin arkasına koyduğum lügâtçelerin zaman karşı kaybolan kelimelerin bir direnci olduğunu düşünmekteyim.

Son soru olarak; hangi yazarları okursunuz, metninizi yazarken hangilerinden ilham alırsınız? Deniz ve edebiyat deyince, bizim aklımıza Sait Faik geliyor hemen…

Kendimi bildim bileli okurum. Gözümü kütüphanede açtım, desem yalan olmaz. Şanslı bir insanım. Okuyan anne ve babayı gören, kütüphanesi olan bir evde büyüdüm. İlkokulu bitirip de ortaokula başladığımda, yaşıma göre babamın tasniflediği, babamın okuyup da özet çıkartmamı istediği kitaplar bana hep yol göstermiş, işaret fişeği olmuştur. O kitaplar şimdi benim kütüphanemde. Hayli geç bir yaşta yazmaya başladıktan sonra onları tekrar tekrar okumaktayım. Okuduğu eski kitaplar, bir insana, yazmaya başladıktan sonra okuduğunda başka anlamlar katıyor.

Sait Faik, çok eskilerden bu yana sürekli, defalarca tüm kitaplarını okuduğum yazarımızdır. İkimiz de aynı liseden, Bursa Erkek Lisesi’nden mezunuz. Lise’nin ortaokulunda tahsil hayatıma onun okulun bahçesindeki büstüyle başladım. Şu anda yine Sait Faik okuyorum. Kitapları adeta sığınma limanım gibidir. Bir insanı en zor anlarında ferahlatandır. Deniz tanrıdır ve sanatçı yaratır, demiştim bir söyleşimde. Denizi ver insanlarını bu denli içli, dışlı yazan, tabiatı, dolayısıyla kuşları, ağaçları, börtü böcekleri bu denli ayrıntılı anlatan bir yazıcı; denize ait yazmaya çalışan biri için hazine değil midir?

Cevat Şakir Kabaağaçlı, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal, Yaman Koray, Zeyyat Selimoğlu, İhsan Oktay Anar… Çoğunlukla denize dair yazdıklarıyla isimleri aklıma ilk gelen edebiyatçılarımız. Dünya Edebiyatı’nda denizle ilgili Daniel Defoe, Jonathan Swift, Josef Conrad, Robert Louis Stevenson, Shakespeare, Stephan Zweig, Panait İstrati, Herman Melvill, Mark Twain, Jules Verne, Jack London, Ernest Hamingway okunması gereken yazarlar olarak adlandırılabilir. Yukarıda isimlerini zikretmeye çalıştıklarımla, unuttuğum birçok deniz yazarını okumaktayım.

Söyleşi: Onat Özlü – edebiyathaber.net (16 Temmuz 2015)

Yorum yapın