Lisa Ridzen’in kaleme aldığı Turnalar Güneye Uçarken, unutmak ve hatırlamak eylemi etrafında dönen, yaşlılığın getirdikleri ve götürdükleriyle derinlemesine ilgili çok güçlü bir kitap.
İnsan zihni, zihnin ve bedenin işleyişi, hep büyük bir mucize gibi görünür bana. İnsanın varlığı öyle harika bir düzenek ve birbiriyle ahenk içinde çalışan somut uzuvlar, organlar ve soyut olarak zihnin bir beden içinde işleyen bir makine gibi görünmesi, onun çalıştığını, görevini yerine getirdiğini görmek özünü düşündüğümüzde muazzam bir şey değil mi? İnsanın düşünmesi, düşündüğünü uygulayabilmesi, sevmek, bağlanmak, olumlu ve olumsuz hissiyatlara sahip olabilmek, dünyayı iyi ve kötü yanlarıyla deneyimlemek için sürekli bir şeyler oluyor içimizde. Algılıyoruz, duyuyoruz, görüyoruz, hissediyoruz. Bu hisler birer eyleme dönüşüyor. Hareket ediyoruz. Ellerimizi, ayaklarımızı oynatıyoruz. Öyle karmaşık varlıklarız ki tüm bu çalışan somut ve soyut varlıklarımızın kıymetini ancak eksiliğinde anlayabiliyoruz. Bir kıymık batsa vücudumuzu anlayıp hatırlıyoruz ve dünyayı yerinden oynatasımız geliyor. Hem muazzam hem de çok garip yaratıklarız.
Unutmak ve hatırlamak eylemlerini de yeterince düşünmüyoruz sanırım. Bilinçli mi bilinçsiz mi yaptığımız eylemler olmasının yanında, her iki eylemin de hayatımızda ne denli büyük bir alan kapsadığının da farkında değiliz sanırım. Unutmak ve hatırlamak, birbirleriyle o kadar ayrı ancak bir o kadar iç içe iki eylem ki, hangisinin olumlu hangisinin olumsuz olduğunu dahi tam manasıyla söylemek bence mümkün değil. Unutmak, bir şeyin varlığını kabul edip artık orada olmadığını keşfetmek. Hatırlamaksa orada olanı, hali hazırda eylemlenmiş bir geçmişin zihinde yeniden canlandırılması. Birbirleriyle yan yana koridorlar. Bazen komşu kapılardan yan koridora geçmek mümkün.
Timaş Yayınları etiketiyle çıkan, Lisa Ridzen’in kaleme aldığı, Yonca Mete Soy’un dilimize çevirdiği Turnalar Güneye Uçarken, unutmak ve hatırlamak eylemi etrafında dönen, yaşlılığın getirdikleri ve götürdükleriyle derinlemesine ilgili çok güçlü bir kitap. Hayatının son dönemindeki, artık bakıma muhtaç bir kahramanın, üç kuşak çeperinde hatırladıkları, yaşadıkları ve unuttuklarıyla bize kendimizi ve yaşamımızı hatırlatmaya niyetli bir metin.
Kitabımızın baş kahramanı Bo, bakıma muhtaç bir yaşlı. Evine gelen bakıcılar ve oğlu Hans onunla ilgileniyorlar. On yıllar boyunca ormancılık işleriyle uğraşmasından el ve ayak eklemlerinde sorunları var. Elleri ve ayakları ona ihanet ediyorlar. İstediklerini yerine getirmiyorlar. Karısıysa ondan daha vahim halde. Demansı ilerlediği için bir bakım evinde ve Bo onu çok özlüyor. Özlemek kadar canını sıkan bir şey var ki, bu da kendisinin de aynı sürecin içerisinde olması. Bir ömrü beraber geçirdikleri karısı gibi o da her şeyi yavaş yavaş unutmaya başlamakta. Tüm gününü ve hatta gecesini, geçmişini deşmekle, olanları ve hislerini hatırlamaya çalışarak geçirmekte Bo. Bizler de kısa bir zaman dilimi içinde o ve sadık köpeği Sixten’ın yanında, evlerinde konuk oluyoruz.
Bo, babasıyla yaşadığı ve onun evini terk edip başka bir yere göçmesine sebebiyet veren çatışmalarını hatırlarken, o sabah ne yediğini veya yemediğini hatırlamıyor. Buradan da anladığımız gibi hastalığı vücudunu ele geçirmiş halde. Oğlu Hans da, kendisiyle sorunlu bir ilişkisi olan babasının evinde yalnız kalmasını, başına bir şey geldiğinde çaresizce yardım beklemesini istemiyor. Ancak Bo inatçı ve evinden ayrılmak istemiyor. Karısıyla bir ömür geçirdiği bu evde son zamanlarını yaşamaya kararlı. Karısının senelerce taktığı ancak artık hatırlamadığı fularını bir kavanozun içinde saklıyor, onu özledikçe açıp kokluyor. Eski günlerin fotoğraflarına bakarak o günleri anıyor. Sixten’la yaptıkları yürüyüşlerde ormanda yaşadıkları anıları eşeliyor. Öyle ki Sixten bir av köpeği ve Bo artık ona ayak uyduramıyor. Hikâyemiz de buradan kırılıyor. Hans, babasının artık köpeğiyle ilgilenemeyeceğini düşündüğü için Sixten’ı başka birisine veriyor. Bo hayatla tüm bağlarını koparma noktasına geliyor.
Yakın dostları, arkadaşları, annesi, babası, sevdiği kadın, oğlu, torunu ve yaşadığı tüm duygular, hatıralar yavaş yavaş bırakıp gidiyor Bo’yu. Geçmişe dönüp baktığında kırılan kalbini onaracak kimse kalmamış, kendi kırdıklarını da toparlayacak takati yok. İnsanın zihni zamanla her şeyin üstünü örtüyor.
Turnalar Güneye Uçarken, unutmaya ve hatırlamaya hayatının son dönemindeki yaşlı bir adamın gözünden eğiliyor. Hüzünlü, insanın içini burkan ve yaşamına dair özeleştiri getiren bir roman. İyi niyetle öneririm.