Söyleşi: Sibel Unur Özdemir
Zamansızlar Çipdünya, 2024 yılında okuru ile buluşan bir roman. Öncelikle edebiyat dünyasına hayırlı olsun. Ben de bu eserinizi yeni okudum ve size sormak istediğim pek çok soru belirdi zihnimde. Başlayalım mı?
Elbette, memnuniyetle…
Kitabınızın adı Çipdünya olsa da romanda bir başka mekân daha var Dipdünya olarak anılan. Bu iki farklı dünyayı kurgulama fikri nasıl oluştu? Siz yaşamak için hangi dünyayı seçerdiniz? Bu arada geçmişi, günümüzü ve sanal dünyayı başarılı bir şekilde harmanladığınızı da söylemeden geçemeyeceğim.
Çok teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. Benim pek çok kitabımda iki dünya motifi var. Bilinçli biçimde yaptığım bir seçim değil; farkında olmadan ortaya çıktı. Kendi hayatımda da bir iki dünyalılık olduğumdan, motifin bilinçaltımdan geldiğini düşünüyorum. Mühendis olarak ve yazar olarak bir bakıma iki ayrı dünyada yaşıyorum. Her iki hayatta kullandığım isimler de farklı. İlk kez genç bir okurum fark etmiş ve siz iki dünyanız olmasını mı istiyorsunuz diye sormuştu. Evet, bu bana kesinlikle heyecan veriyor.
Dipdünya’daki yaşamı seviyorum. Macerası daha fazla ve bence daha özgür bir ortam sunuyor insanlara. Öte yandan Çipdünya’da teknolojik gelişmişlik ve bilim de çekici. Özellikle bilimin insan sağlığı açısından sağlayacağı olanaklar harika. Madem ki hayal dünyasındayız: Azla yetinmiyorum. Dipdünya’da yaşamayı seçiyorum ama beni Çipdünya’nın doktorlarına emanet etmelerini istiyorum. Gördüğünüz gibi yine iki dünya arasında net bir seçim yapamadım.
Çipdünya, yapay zekanın rehberliğinde yol alıyor. Bu dünyada yaşayan kişiler neredeyse ölümü bile aşmış durumdalar. Merkezi İşlemci Birimi (MİB) ve İnsani Yapay Akıl (İYA) arasındaki çekişme/çatışma olay örgünüze renk katıyor, merak uyandırıyor. Romanınızda yer alan imge ve karakter zenginliği dikkat çekici. Her birini kontrol altında tutup metnin heyecanını kaçırmadan yazmak sizi zorladı mı yoksa siz de çağa uyarak yapay zekadan yardım aldınız mı?
Yapay zekayı bir mühendis olarak çok yoğun kullanıyorum. Hatta o yokken ne yapıyorduk, diye düşünmeye bile başladım. Yazı için de kullanıyorum ama soruda işaret ettiğiniz kadar değil. Bazen yazmayı düşündüklerimi tartışıyorum onunla. Bu konuda yeterince yaratıcı olmadığını fark ederek seviniyorum. Demek ki hala sanat söz konusu olunca biz ondan öndeyiz.
Detayları kontrol etmek benim için zor olmuyor. Her kitap bir yönüyle de bir mühendislik projesi gibidir. Geçenlerde geliştirdiğimiz bir cihazda önemli bir sorun yaşadık. Cihazın içindeki binlerce veri aktarımından sadece birinde hata vardı. Sorunu çözmek için onu bulmamız gerekti. Böyle olmasın diye tasarımda kullandığımız pek çok yöntem ve uyduğumuz kurallar var. Aynısını ben yazarken de yapıyorum. Hatta yazıda şöyle bir şansımız da var: Tasarladığınız cihazı ürettikten sonra değiştirmek çok zordur. Yazıda ise dosyanız yayınevine verilene kadar üretilmiş değildir. Tekrar tekrar yazıp her ayrıntısını değiştirebilirsiniz.
Pek çok ayrıntıyı bir arada kontrol etmek, yazı heyecanımı hiç azaltmıyor. Yazarken duyduğum heyecan kaybetmekten korktuğum bir şey değil. O hep orada. Tam tersine ben onun aşırı etkisiyle savrulmaktan korkuyorum. Kurguya bu yüzden teknik bir bakışla yaklaşıyorum.

Romanınızdaki karakterlere “Seno”, “Kütgüç”, “Kefila”, “Efila”, “Tekyap”, “Enbilen”, “Tilkican”, “Akana”, “Yenpiya”,” Cimriyas”, “Şifaver”, gibi isimler vermişsiniz. Çok değişik geldi bana. Nereden aklınıza geldi bu isimler?
Bir çocuğa isim koymak gibi… Eğlenceli oluyor. Özellikle çocuklar ve gençler için yazarken çok yapıyorum bunu. İsimlerin doğurduğu çağrışımlar bizi karakterlere de bağlıyor. Seçtiğim adlar ya da lakaplar onlar hakkında ipuçları versin istiyorum. Biraz matrak ve dikkat çekici olmaları da hoşuma gidiyor.
Çipdünya’da “sanal kontrol paneli”, “bilinci devreden çıkarmak”, “kuantum radarları”, “kuşuçaklar”, “iki bin yedi yüz altmış üç yılı”, “nanoteknoloji”, “pikoteknoloji” gibi alışagelmemiş kavramlar kullanırken Dipdünya’yı anlatırken yakından bildiğimiz “uygarlığa beşiklik etmek, haraç almak, kervanlar, ipek halı, hançer, kaftan, asa, sarayın muhteşem bahçesi, süvariler, piyadeler, okçular, tellal, davul ve borazan sesleri, peri padişahının sihirli ülkesi, kılıç, kalkan, sopa gibi terimlerle karşılaşıyoruz. Günümüzü ve bahsettiğiniz ütopyayı çok net imgelerle betimlerken ne gibi bir yöntem uyguluyor ya da araştırıyorsunuz.
Çipdünya için mühendislik sezgilerimi kullandım. Öyle diyorum ama belki de bu sezgilerin gerisinde yatan mühendislikten çok yazarlıktır. Geçmişe baktığımızda da geleceği tahmin etmek açısından yazarların mühendislerin önünde olduğunu görüyoruz. Tabii o zamanlar teknoloji bu kadar ilerlemiş değildi. En önemlisi de yapay zekâ yoktu. Artık mühendislere daha geniş bir alan açıldığını da düşünüyorum.
Yazıda bir dünya kurduğunuzda onun kendi kurallarını da belirlemeniz gerekiyor. Matematikte bir uzayı, işlemleriyle birlikte tanımlamak gibi. Eğer bu tanımı tutarlı yaparsanız zaten o dünya kendi kurallarıyla dengeli biçimde işler.
Hepsinden öte, geleceği hayal etmek ve insanlık olarak maceramızın devamı hakkında spekülasyonlarda bulunmak bana keyif veriyor. Bu keyfi yaşamak için hem mühendisliğimden hem de yazarlığımdan yararlanıyorum. Yazarlık özgürce uçmamı sağlıyor, mühendislik ise ayaklarımın yere basmasını.
“Yaşam ile ölümün nasıl da kucak kucağa olduğunu mu göstermeye çalışıyorlardı acaba?” diye bir cümleniz var sayfa 14’de. Aynı soruyu size yöneltsem… Çipdünya bunu mu anlatmak istiyor okuruna?
Okurlarımdan önce ben kendim bunu anlamaya ve içselleştirmeye çalışıyorum. Yaşam, ölüm ve evrendeki her şey ortak bir akış halinde. Bütüne baktığımızda bir başlangıç ya da bir son yok. Bence insanlık olarak bizim maceramız da öyle. Bu akışın bir parçasıyız. Zaman zaman kendimizi çok abartıyoruz bu da çok normal; çünkü bilinç taşınması zor bir yük. Bir bakıma bizler bilincin acemileriyiz. Özellikle de bilginin, bilimin ve en çok da teknolojinin acemisiyiz. Oysa bilgelik konusunda daha tecrübeliyiz. Ben bilimin ve teknolojinin bilincimiz ve algımız üzerindeki yükünü taşıyabilmek için onu yük olmaktan çıkarmalıyız diye düşünüyorum. Bu da akışı hissetmek, kabul etmek ve bilgeliğe sığınmakla mümkün olacak.
Dipdünya’da “yaşayanların vahşi olduğu”nu söylüyor Çipdünyalılar. Canlıların yenmek için öldürülmelerini doğru bulmuyorlar. Doğanın kanunu, gidişat bu değil mi? Bir gün Çipdünya’daki gibi hücrelere zarar vermeyen gıdalar yenebilir mi yoksa romandaki gibi beynimizdeki doğru merkezlerin uyarılmasıyla sünger yerken bile et tadı alabilir miyiz?
Doğanın kanunu bazen bu. Zamana bağlı olarak, bazen de değil. Canlıların yenmek için öldürülmeleri yanlış diye bir cümleyi zamandan bağımsız kuramam. Evet, yaşamak için et yemek zorundaysak yemeliyiz. Ama bilim ve teknoloji bizi böyle bir zorunluktan kurtarırsa bence başka canlıların canını almamalıyız.
Tat alma konusuna gelince… Bilimin çok uzak olmayan bir gelecekte bunu yapabileceğine inanıyorum. Sonuçta tat alma eylemi beyinde gerçekleşen bir olgu. Rüyada yatağınızda yatarken, hareket ettiğinizi hissetmenizden farklı değil. Beyin daha iyi anlaşıldığında bu da yapılacaktır.
Hücrelere zarar vermeme ya da onları tedavi etme konusunda da benzer düşünüyorum. Nanoteknoloji bizim küçüklerle ilgilenme ölçeğimizi çok değiştirdi. Daha önce atomu parçalamıştık, şimdi atomları hizaya getiriyoruz. Bunun yarattığı devrimleri göremeye devam edeceğiz.
Romanda geçen bazı cümleler dikkatimi çekti ve birkaçını alıntıladım.
“Ölüm bir son değil, bir başlangıç olacak. Bedenlerimizin tutsaklığından kurtulan zihinsel varlığımız sonsuz aleme geçecek.” (Sayfa 59)
“Yüce Akıl’a hizmet ediyorum.” (Sayfa 71)
“Bu hayat bir sınav.” (Sayfa 71)
“….. Akana’ya adanan kurban etlerini çalmakla suçlandın.” (Sayfa 75)
“Şükürler olsun Akana’ya ve onun yüce elçisine!” (Sayfa 80)
“Yüce Akıl dediği bir varlığın elçisi olduğunu söyleyen bir adam çıkmış ortaya.” (Sayfa 104)
“Seno’nun anlattıkları dinimize hiç uygun değil.” (Sayfa 107)
“Yüce Akıl ile bir olmaktır. Kendinden ayrılıp ona varmak ve onda yeniden varlık bulmaktır.” (Sayfa 108)
“Sessizlik Yüce Akıl’ın dilidir. Diğer tüm diller onun yetersiz tercümeleridir.” (Sayfa 119)
Bu cümleler ya da romanınızdaki akışın ilerleyişi hususunda Tasavvuf ilminden yararlandığınız duygusuna kapıldım. Siz ne dersiniz?
Kesinlikle haklısınız. Tasavvuf felsefesinin bir hazine olduğunu, bilgeleşmek konusunda bize çok iyi öğütler verdiğini düşünüyorum. Tasavvuf, felsefesini yaymak için deyişleri kullanıyor. Ve bu deyişler okuma yazma bilmeyen insanların bile bilgeleşmelerine olanak tanıyor. Bazen Anadolu’nun bir köyünde yaşayan birinin, televizyonlarda herkese akıl veren bir üniversite hocasından çok daha bilge olmasının arkasında yatan sır budur. Aslında teori basit ama bilgeleşmek için gerekli olan, o teoriyi uygulamaya taşımak. Yazarken de yaşarken de Tassavvuf felsefesinden yararlanmaya çalışıyorum.
Romanınızın çok katmanlı, çok imgeli, çok karakterli dokusu sizin iyi bir araştırmacı, iyi bir gözlemci, hayal dünyası geniş bir insan olduğunuzun göstergesi. Dikkatimi çeken iki karakter Genbaş ve Seno. Genbaş, Seno ile odasına kapanıyor, görüşüyorlar. Bu görüşmelerin büyük bir çoğunluğu sessizlik içinde geçiyor. Genbaş zamandan ve mekândan kopmuş gibi hissediyor. Enhipras bu durumdan rahatsız oluyor ve Genbaş’ın kardeşinin kapısını çalıyor yardım istemek için. Seno taktığı alın bandı sayesinde görünmez/yok oluyor. Genbaş ile Seno’nun ilişkileri bana Mevlâna ile Şems’i hatırlattı. Ne dersiniz, benzerlik var sanki.
Mevlâna ve Şems tasavvuf geleneğimizin çok önemli iki figürü. Romandaki bu iki karakteri şekillendirirken, onların ilişkisinden ilham aldım ama gerçeğine bağlı kalmak gibi bir sorumluluk hissetmedim. Onların kişiliklerini ve ilişkisini romanın kendi bağlamı içinde kurguladım ve yazdım.
Hibrit insanlar ve onların bitkisel hayata girmesi ürküttü beni. Kelime anlamı melez olan hibrit tabiriyle farklılıklar bir arada toplanarak güçlü bir sinerji yaratılıyor. Her hibrit insan beyninin bir elektronik adresi var romanınızda. Bu noktada Fransız edebiyatçı Jules Verne ve eserleri geldi aklıma. Henüz uzayın konuşulmadığı yıllarda hayal dünyasının bize sundukları oldukça enteresandı. Belki de Çipdünya’yı okuyunca sizi, ona benzetmem ve zaman içinde yazdıklarınız gerçek olur mu diye sorgulamam bundan. Bizler, hibrit insanlara dönüştürülebilir, robotlaştırılabilir miyiz? Tehlike altında olabilir miyiz? Yapay akılla uyuşturulabilir miyiz? (Sayfa 60)
Ben iflah olmaz bir iyimserim. Her şeyin iyi bir yanı olduğuna inanıyorum. Günün birinde yapay zekanın bizi köleleştirebileceğini düşünmüyorum. Günün birinde insan aklı geride kalır mı? Bu, mümkün olmaktan öte, kesin gibi görünüyor. Tekrar ediyorum: Önemli olan akışa dahil olmak. Dışarıdan önlemlerle olacak olanı engelleyemeyiz. Yaşayıp göreceğiz. Hibrit insanların da kesinlikle gerçek olacağını düşünüyorum. Bunu da kötü bir şey olarak görmüyorum. Belki de geldiğimiz noktada felsefenin rehberliğine ihtiyacımız var. Bilinç konusu ve benlik algısı sadece bilimle kavranamaz. Şimdi bilim ve teknoloji bunları kavrama sınırına geldi. Nitekim yirminci yüzyılda bilinç ve benlik algısı konusunda önde gelen isimlerin, Wittgenstein, Saussure, Vygotsky, Heidegger, Chomsky gibi, bilimden çok ya da bilimin yanı sıra felsefeye yakın düşünürler olmaları da bunu gösteriyor. Neler olacağını henüz kimsenin bilmediği, belirsizlikle dolu bu dönemde bize, ayakları yere basan, yaşam üzerine kafa yoran felsefe yol gösterebilir. Ben umutluyum.
Elektrik ve elektronik mühendisi olduğunuzu biliyorum. Sanal dünyaya yakın ve yatkınsınız. Pek çok eseriniz de sanal dünya diye adlandırdığımız güncelliği anlatıyorsunuz. Sayfa 41’ de “Günün birinde robotların insanlığı ele geçirmesinden korktukları için yöneticilerin zihinsel açıdan saf insan kalmalarına karar verilmişti.” diyorsunuz. Yaşadığımız dünya göz önünde bulundurulduğunda robotlar dünyayı ele geçirebilir mi? Yapay zekâ pek çok mesleği yok edebilir mi?
Yapay zekâ şu anda bile pek çok insanın elinden mesleğini almaya başladı. Bir mesleğin yok olması ve bir meslek sahibinin elinden mesleğinin alınması başka şeyler. Meslekler ve uzmanlıklar kalır. Yine bu uzmanlıklarda insan varlığı devam eder ama sayıları azalır. Kalan insanlar da yapay zekâ ile iş birliği kurabilenler olur. Budistlerin dediği gibi, bırak hayat sana rağmen değil seninle birlikte aksın. Bu akışın önüne geçmek olanaksız. Biz de akışa dahil olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Bunu kabul edersek, akıntıya karşı yüzmeyi deneyip sürüklenmek yerine, akıntının gücünü kullanarak gücümüzün çok ötesinde bir performans gösterebiliriz.
“Kim bilir bu gidişin dönüşü olacak mı?”, “Sen gelmez oldun”, “Gidip de dönememek, dönüp de bulamamak var”, “Öyle bir geçer zaman ki”, Su uyur, Tilkicin uyumaz”, “At binenin, kılıç kuşananın, taç yenenin”, “Lüküs hayat, oh ne rahat!”, “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak” alıntıları romanınızın bölüm başlıklarınıza verdiğiniz adlardan bazıları. Şarkı sözleri, atasözleri, bir müzikale verilen isimden oluşuyor. Romanınızda Nazım Hikmet’e ait bir şiir, bir de ilahi var. Görüyoruz ki Toprak Işık’ın bilgi dağarcığı ve beslendiği kaynaklar oldukça varsıl. O halde son sorumuz şöyle olsun. Toprak Işık romanlardaki kurguyu nasıl yapar? Ön hazırlık, planlama, karakterleri belirleme gibi aşamaları, ritüelleri var mıdır yazmaya başlamadan önce.
Romanlar için önce bir kurgu yaparım. Karakterler üzerine düşünürüm. Genel hatları ve omurgayı yazmaya başlamadan önce belirlerim. Ama neredeyse hiçbir zaman tüm olayları seçmiş olmam. Ayrıntıya da girmem. Kurgunun ayrıntılarını her zaman yazım aşamasında oluştururum ve hep şu ilkeye sadık kalırım: Yazmak, yeniden yazmaktır. Hatta bu ilkenin şu halini tercih ederim: Yeniden yazmak, yazmaktır. Benim için kitabın ilk versiyonu sadece ortaya çıkacak olanın hammaddesidir. Tekrar tekrar yazdıkça asıl kurguyu oluştururum ve bir kitabı en az dört kez baştan sona yeniden yazarım. Bu özellikle, kitabın başı ile sonu arasındaki uyumu sağlamak açısından bana büyük kolaylık sağlar. Bir mühendislik projesinde işlevsiz hiçbir şey olmaz. Benim için roman da böyledir. Kurguya katkısı olmayan her şeyi tekrar yazımlarda atarım.
25.02.2025 / Ankara