Gökçe Bilgin: “Hem korkak hem cesur hem despot zamanlardan geçiyoruz”

Ocak 17, 2025

Gökçe Bilgin: “Hem korkak hem cesur hem despot zamanlardan geçiyoruz”

Söyleşi: Mehmet Hanifi

Bilgin, Porselen Bir Mevzu romanından sonra iyice yoğrulmuş, dinamik ve kıvrak bir dille yeniden okuyucunun karşısına çıkıyor. Yazarın ilk romanının ardından ortaya koymuş olduğu üslubuyla çıtayı oldukça yükseğe çektiğini söylemek mümkün. Fantastik öğelerin yer aldığı 05.45 İstanbul romanı okuyucuyu düşüncelerinden yakalıyor. Bunu fark eden okur romanla doğrudan ilişkiye geçerek dilin, kurgunun, distopik tehlikenin ve merakın içinde buluyor kendini. Klasik anlatı dünyasının dışına çıkarken okuyucuyu zorlayan ve sarsan yazar hikâyesinin doğasına sadık kalmayı başarıyor. Bilgin’in, aynı zamanda dilin kendisine sunduğu olanaklarla yetinmeyerek dili kullanma biçimiyle yeni’nin peşine düştüğü, bu bağlamıyla da hem okuru hem de yazma edimini zorladığı belirgin bir şekilde görülmektedir. Bu haliyle metin içinde devinen olağan hayat akışı oldukça dinamik bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Metnin yüzeyinden derinliklerine doğru yolculuğa çıkan okur yazarın küçük parçaları nasıl birleştirdiğini rahatlıkla görebilmektedir. Romanda yer alan günlük yaşam temalarının kuruluş işçiliğine baktığımızda kendimizi felsefenin kapısında bulmak hiç de zor olmayacaktır. Bu kapıdan içeriye adım atar atmaz kendimizi inancın, aşkın, politikanın, yoksulluğun, bilimin, evlerin, savaşın, yemek tariflerinin, çocukların ve heba edilmiş duyguların arasında gezinirken buluyoruz. Yazar insana dair tüm bu şeyler dünyasındaki yaratma gücüyle bizleri robotların dünyasıyla da tanıştırmayı ihmal etmemektedir. Yaratılan distopyada yer yer kullanılan tutkulu ve alaycı dil, okuyucuya küçük çimdikler atmayı ihmal etmiyor. Sözü fazla uzatmadan yazarı ve romanı daha iyi kavramak adına Bilgin’e yönelttiğim sorulara geçmek istiyorum.

Hayattan ne bekliyor ne istiyorsunuz?

Çok zor bir soru sordunuz. Ama şöyle diyebilirim, onunla karşılaşmak isterim. Buradaki “o” ortalama bir günde dikkat çekecek her şey olabilir. Sıcak bir günde soğuk su, iyi bir müzik, kırmızı renkli bir elbise, görmek istediğimiz bir yer, bir kitap sayfası, yolculuk, pervasız sözler, kavuşmak, ayrılmak, kavga etmek, ani kar yağışı, bastıran fırtına gibi günü değiştirecek şeyler. Ama bence asıl soru ne istemediğimizdir. Çünkü istemek kolaydır.   Beklentilerimin sıradanlığı, ulaşılabilirliği ortadayken neyi istemediğimi söylemek, bu beni daha çok meşgul ediyor.

Neyi istemiyorsunuz?

Müdahaleyi istemiyorum.

Yazmaya nasıl karar veriyorsunuz? 05.45 İstanbul romanı ilk nasıl oluştu?

Porselen Bir Mevzu’da ilk romanını yazacak bir yazardan bahsettim. O romanda yazar adayının karakter yaratma telaşını işledim. Yazar adayının yazmak için neler yapması gerektiğini hikâyenin içinde var etmeye çalıştım.  Açıkçası oradaki tavsiyelere dikkat ederek bir roman yazmaya çalıştım diyebilirim.  Çok erken uyanır ve yazmaya başlarım. Bunu düzenli olarak yapmaya devam ettikçe kitap olacak kadar çok şey birikir. Yani işin sırrı benim için aynı şeyi belli bir zamanda yapmaktır. Rahatsız edici bulunacak kadar yaptığımla ilgiliyim.

Okumak yorucu bir eylem benim için, diyorsunuz bir söyleşinizde, okuduğunuz kitaplarda erkek egemen bir dünya ve bakış açısıyla sık sık karşılaştığınızı belirtiyorsunuz. Porselen Bir Mevzu ve 05.45 İstanbul, yazarın bir arayışı mı, yoksa tepkisi mi? Gökçe Bilgin, sıkıştırıldığı toplumda yerini genişletmeye çalışan kadınların sesi mi? Kadınlar beni okuduğunda kendini iyi ve güçlü hissetsinler diyor musunuz?

Tam olarak birileri beni okuyunca şöyle hissetsinler, böyle sonuçlar çıkarsınlar diye yazmıyorum. Kadınların güçlü olduğunu ispat etmeye çalışmıyorum. Çünkü olan bir şeyi, ispat etmeye çalışmak zaman kaybı olurdu. Yazdığım romanın benden istediği her ne ise ona göre hareket ediyorum. Eğer fiziki güç gerekiyorsa bu karakterlerimin doğasında zaten var. Eğer akıl gerekiyorsa bu da karakterlerimin içinde var. Kadınların iyi ve güçlü olduğunu yahut zayıf ve çaresiz olduklarını söylemem gerektiğini düşünmüyorum. Ben hiçbir zaman okuduğum bir kitabın bana kim olduğumu söylemesini beklemiyorum.  Bunu yapanları da okurum, öfkelenerek. Tam olarak okumayı sevdiğim için kitap yazdığımı bilmelerini isterim.

Bu çağ bir hapishane çağı mı? Öznesi de robot mudur? Aşk, bireyi bu tutsaklıktan kurtarır mı? Bu kalp o kafesten nasıl çıkacak?

Kitaplarımda olaydan ziyade düşünceyi öne çıkarmaya çalışıyorum. Aşk kitabımda Shakespeare tarzı olsun isterim. Etkisinde olduğum romantizmin epik olduğunu biliyorum. Trajik, mistik öğeler barındıran, gösterişi seven aşk ve aşıklar dikkatimi çekiyor. Mesela Sone 10, 05.45 İstanbul’un aşk dünyası yaratılırken çok okundu. Bu çağda diğer çağlar gibi. Hem korkak hem cesur hem de despot zamanlardan geçiyoruz. Düşünmek insanı özgür kılan yegâne şey benim için. Robotlar bir seçenekti, değerlendirmek istedim.

Gerek yapay zekâ gerekse robotların insanın yerini alacağını haber veren bir gelecekten bahsediyorsunuz. 05.45 İstanbul’da, distopik bir dünyanın varlığından söz edebilir miyiz?

Elbette.

Roman an be an çağrışımsal detayların yön verdiği bir seyirde geçiyor. Buna pekâlâ bilinç akışı diyebiliriz. Roman üzerinde bölümler, paragraflar, sahneler üzerinden nihai kontrolü sağlamanızın ipuçlarını sormak isterim. Bir yanıyla dağınık olabilecek metnin ve bölümlerin bir sonu da var çünkü.

Ben baştan beri bilinç akışı yöntemini kullanıyorum. Bu yöntemde savrulmamak için planlama yapıyorum. En baştan nereye kadar gideceğimi belirlerim. Diyelim ki plana rağmen pürüzler oluştu. O zaman da her yazdığım 500 kelimeyi defalarca okuduğum için fazlalıklar gözüme çarpar. Ama ilerisi için kontrolün en az olduğu, bilincin olduğu gibi ortaya döküldüğü metinler de deneyebilirim. Benim için olaydan ziyade şekilsizlik, serbest çağrışım önemlidir. Olayı romanın ana çerçevesi gibi göstermek istemem. Ama şunu demek istemiyorum “bir olayım yok.” Her zaman bir olayım var. Ama bununla yetinmiyorum. Çünkü bilinç akışı, serbest çağrışımı, savrulmayı göze aldığım noktada başlıyor. Oradan da ne elde edeceğimi ön göremediğim için bu bana gizemli geliyor. 

İstanbul, bir yerinde de dediğiniz gibi içsellikle beslenen ve öyle yansıtılan bir şehir de olabilir ve bu durumda da hala kimliğini ve ağırlığını koruyabilir. Şehre sevginizi, karmaşasına dikkatinizi onlarla ölçebileceğiniz ya da yazarken hesaplaştığınız başka İstanbul romanları oldu mu, varsa bahsedebilir misiniz?

Bir yazarın en büyük mesaisi kitap okumaktır. Geri kalan zamanlarda da yazacaklarını düşünür. Kitaplardaki kimi cümlelere takılıp kalırım. Bunu belli de ederim. Belli bir tarzı okuduğumu, onlar hakkında düşündüğümü belli de ederim. İstanbul’a dair ve daha birçok şeyi kapsayan ve dışlayan kitaplar okudum ve okuyorum. “Hesaplaşma” benim edebiyatıma uygun bir kavram değil. Sanırım bu kanıya özgürce konuşan, hareket eden karakterlerimin durumundan ötürü ulaştınız. Ama benimki bir hesaplaşma değil. Söylediğine inanmak, söylediğini bulanık sularda yüzdürmeden açıkça söylemeye çalışmak.  Bu, kavgacı, hesapçı bir tutum değil bana göre. Bunu doğal buluyorum. Yazmaya başladığımda açıkça yazıyorum. Toplumsal baskı ve diğer şeyler yüzünden sıradan, herhangi bir duygu ve düşüncenin net ifade edilmesini tehdit unsuru ya da kahramanca bulmak, bu benim özel çabamla oluyor, olacak diyemem. Sadece düşünen, sorgulayan karakterlerim olsun diye çalışıyorum.

Nevin’in ruhsallığını, hastalık boyutlarında (ama aynı zamanda hayli akıllıca) resmetmeniz insan zihni, doğası ve ilişkisel becerileri üzerine derinden bir tartışma da yürütmenizi sağlamış, ama hiç teorik, yapay ya da söylemsel olmadan. Hayata dönük bu hakikilik-yapaylık endişesini biraz açmak ister misiniz? Elbette romanınızın bıraktığı yerden… Belki henüz okumayanlar için düşündürücü olabileceğine inanıyorum bu yönünün.

Neyin yapay olduğunu sorgulamaya çalıştım. Varoluşsal sıkıntılara yer verdim. Çünkü sorgulamaya başlayan birey önce kendi varoluşunu ve hatta her zaman başka şeylerle beraber kendi varoluş muhasebesini gündemde tutar. Buna ek olarak bilimsel, teknik yani işin mühendisliğine de kurgunun sınırları içinde yer verdim. Romanda teori, teknik bilgi kullanılmaz demiyorum. Romanlar okullardan daha öğretici olabilir.  Okulları sıkıcı, öğrenme programlarını sınırlayıcı görüyorum. O yüzden romanı kurarken hayalimdeki öğretmene de yer veriyorum. Sokrates’e benzeyen o öğretmeni de arka bahçesinde domates yetiştiren bireyi de bir arada düşünüyorum. Mutfakta kek pişiren kadın birden robot yapmaya karar verebilir. Benim kitaplarımda her şey mümkündür. Absürt sayılacak şeyler olur. Mesela İstanbul’u düşmanlarından korumak için etrafına duvarlar örmek gibi. Bunu gören birisinin “peki denize ne olacak” demesi gibi. Duvarın bu tarafında mı kalacağız yoksa diğer tarafında mı? Havva elmayı mı yoksa inciri mi kopardı? Sorularla yol almaya başlayan metnin, ilgisi ve bilgisi olan için teknik bilgiden, teoriden, kutsal metinlerden, destanlardan, masallardan beslendiği açıkta ortadadır zaten. Ama sonuçta roman yazıyorum. Kitaplarımı okuyanlar ağlasın, gülsün, düşünsün ve geçip gitsinler isterim. Eserin kendini önce var etmesi sonra parçalara ayırması. Bir tür riske hayranlık, kumar oynamak gibi düşünüyorum. Bu beni rahatsız etmiyor. Okuru da buna davet ediyorum.

Oğuz Atay ve Gökçe Bilgin edebiyatı arasında bir yakınlık var mı? 

Olduğunu söylüyorlar. Ve ben de olmasından rahatsızlık duymuyorum. Özellikle Tutunamayanlar çok sevdiğim bir kitaptır.

Porselen Bir Mevzu kitabınızla Vedat Türkali Roman ödülüne değer görüldünüz. Ödülün yazarın motivasyonu açısından yeri ve önemi nedir? 

Vedat Türkali gibi muhalif bir entelektüelin adı ile verilen edebiyat ödülünü almak gurur vericiyd. Devam ederken büyük katkısı oldu / olacak.

Bu ülkenin edebiyatını nasıl görüyorsunuz? Kendinize yakın gördüğünüz yazarlar var mı? Özel kitaplarınız nelerdir?                    

Şimdi elimde Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi isimli romanı var. Bu romanı felsefi bir roman olduğu için okuyorum. Çok iyi bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu ülkenin edebiyatında çok hoşuma giden, beni bir okur olarak büyüleyen, bir yazar olarak geliştiren nice kitap var.  Özel kitaplar değişip durur benim için. Distopya, korku, polisiye, gerilim, fantastik edebiyatın kulvarında gezenleri, bilinç akışı yöntemini kullananları, politika, inanç, varoluşsal sorgulamalar yapanları, kuram içeren yapıtları, feministleri, queer yazını okuma listeme alıyorum. Aynı zamanda röportaj okumayı da çok severim.  Sorular için teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (17 Ocak 2025)

Yorum yapın