“Suyu Bulandıran Şey” ve “Alçalma” bağlamında Mehmet Erte şiiri | Elçin Sevgi Suçin

Eylül 1, 2021

“Suyu Bulandıran Şey” ve “Alçalma” bağlamında Mehmet Erte şiiri | Elçin Sevgi Suçin

“Hep birlikte korkabiliriz toprağın beklediklerinden” (Suyu Bulandıran Şey s.13) 

Bu yazıda Suyu Bulandıran Şey (2003) ve Alçalma (2010) kitapları üzerinden Mehmet Erte şiirini okumaya çalışacağım. 2016’da “2 Kitap 1 Arada” notuyla zoomkitap tarafından yeniden basılan kitabı esas alacağım. Suyu Bulandıran Şey’deki şiirler “Yıldırımları Beklemek”, “Tanrıları Yıldıran Fener”, “Ölüme Katılan Ellerim” ve “Etimden Etine” başlıklarını taşıyan bölümler altında toplanırken Alçalma’daki şiirler “Alçalma”, “Bom”, “Herkes Kadar Yansıtabilirim Işığı”, “Olmayan” ve “Bir Kadının Duygusal Doğası” bölümlerinden oluşuyor.

Yedi yıl arayla yayınlanan iki kitapta yer alan şiirlerde bazı temel duygular, düşünceler, imgeler arasında gelişip değişen organik bağlar var. İlk kitabı okuyan okur, ikinci kitabı okurken bazı şiirlerde ister istemez geri dönüp ilkine bakmak ihtiyacı hissediyor. Suyu Bulandıran Şey’de şairin, içsel evrenine yaptığı yolculuğu derinleştirdikçe dış dünyanın kuşatıcılığından rahatsız olduğu görülüyor. İçeriden dışarı doğru olan bu yolculukta birçok unsurun merkezinde benlik sorgulanıyor. Mitlerin, yücelikleri ve değiştirilemezlikleriyle bireyin en derinlerine dek uzanan kutsal sözlerin tehdidi hissediliyor ve tüm bunları kendine özgü ikna biçimleriyle saptıran insanın edimleri göze çarpıyor. En dokunulmaz olana değin her şeyin didik didik edildiği bir süreç bu.

Alçalma’da yer alan şiirler ise bu sorgulamanın devamıdır; ancak şair artık dış dünyanın tam ortasından seslenir. Benliğin kendini büyük oranda inşa ettiği, içsel çatışmalarla öyle ya da böyle bir uzlaşı sağlandığı görülür. Bu uzlaşının verdiği rahatlık ve güvenle içsel evrenin dışsal evrendeki yansımaları mercek altına alınır. Benlik gelişiminden hasarsız çıkamamış bir toplumun kusurları dehşet vericidir.

Bu yazının bağlamı dışında tutsam da kısaca değineyim: Erte, Edebi Şeyler Yayınevi’nden çıkan son şiir kitabı Çatlak’ta ise hem ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirlerini hem de son birkaç yıl içinde yazıp yayımladığı şiirlerini bir araya getiriyor. İlkgençlik yıllarında yazmış olduğu ve bu kitabına aldığı şiirlerinden yola çıkarak son yıllarda yazdığı şiirlerine bakıldığında yazarın insana, topluma, bireysel ve toplumsal bozuluşlara duyarlılığında bir süreklilik olduğu fark ediliyor. Değişen toplumsal durumlar içinde değişmeyen bozuluş ve yozlaşmaları, insanın zafiyetlerini ve bu zafiyetlerin onu nasıl evirip çevirdiğini, en nihayetinde toplumu ve toplumsal yaşamı nasıl dönüştürdüğünü ironik, eleştirel bir dille şiirleştiriyor. 

Daidalos’un Labirentlerinde

Mehmet Erte’nin şiirlerinde dikkati çeken ilk şey; izi sürülen, meydan okunan, zaman zaman yenilen zaman zamansa yenik düşülen durumun yani insan olmanın ve yaşama maruz bırakılmaya verilen tepkinin sürekli bir alt izlek olarak tüm şiirlerin ana omurgasını oluşturduğudur. İlk kitap Suyu Bulandıran Şey’in ilk şiiri “Yıldırımları Beklemek” ile ikinci kitap Alçalma’nın ilk şiiri olan ve kitapla aynı ismi taşıyan “Alçalma” arasında izlek, söyleyiş, eleştirilen ve kaygı duyulan şey ile verilen tepki arasında benzerlikler var.

Bununla birlikte “Yıldırımları Beklemek” şiirinde söyleyiş ve söylenen şey her ne kadar evrensel olanı öne çıkarmış olsa da bireysel bir dünyanın sınırları içinden şekillenir. Söyleme ihtiyacını doğuran izlekler, olaylar, tepkiler, öfke ve çatışma bir rahmin içinde şekillenmekte olan ve yavaş yavaş rahmin duvarlarını yoklayan uzuvlar gibidir. Kesinliğin içindeki bu belirsizlik, aynı zamanda oluşmakta olan düşünsel dağarcığı içe doğru genişletir.

“Alçalma” şiirinde yol daha belirgin, yolcu ise dışarı taşmaya, kendisiyle birlikte yolu da biçimlendirmeye hazırdır. İnsanın ölüm, tanrı ve yaşamın belirsizliği arasındaki kıstırılmışlığını özetleyen, kısa ama uzun bir diyalogla başlar şiir: “Ne yaptın?/ –Boyun bağımı biraz gevşettim,/ rahatsız etmeyecek kadar tanrımı./ İpleri sımsıkı elinde tutan kim?/ –Bilmiyorum, ama ellerim ceplerimde yürüyebiliyorum..” (Alçalma, “Alçalma” s.85). Diğer canlılara kıyasla doğumundan kendi kendine yeteceği yaşa gelene değin uzunca bir süre anne babaya bağımlı olan insanın tanrı karşısında da durumu pek farklı değildir. İlk ergenlikten başlayarak atacağı her adım, söyleyeceği her söz, ne yiyeceği ne içeceği, kiminle sevişip kiminle sevişemeyeceğine kadar hemen her ayrıntı tanrılarca belirlenmiş ve önüne kitaplar halinde konulmuştur. Bu sıkıntıyla, “Boyun bağımı biraz gevşettim” der şair ve hemen ekler: “rahatsız etmeyecek kadar tanrımı”. Üstelik yalnız tanrı değildir şiir kişisinin varlık alanını daraltan. Modern çağı yeni bir safhaya eviren dijital görünürlük ve bu görünürlüğün dayattığı sanal rekabetin yükselttiği ilişkisel ve iletişimsel beklentiler de buna dâhildir. Ve karşılanması gereken her beklenti yeni bir korku yeni bir gereklilik doğurur: “Uykusuzluktan gebersek de ayaktayız/ Çünkü henüz gece bitmedi/ Çünkü henüz programlar sona ermedi/ Tükenmez bir ışık kaynağının karşısındayız.// –Kurt gözkapaklarının altında… Kapatma! Kemirir seni!–” (Alçalma, “Alçalma” s.86).

Birey yalnızca kendi iç çatışmaları tarafından değil onu onaylaması beklenen ötekiler ve sürekli kim olması, nasıl olması, ne yapması gerektiğini bağırıp duran sistem tarafından da kuşatılmıştır: “Vay vaay, kuzumuz sürüden ayrılmış da seviniyor ha/ Aman! Kasabın elinden kurtulan, kurda yem olmasın/ Aklıselim biri için çoban ne iyidir aslında/ Yazıklar olsun// kurdun dişleri arasındaki kuzuya!” (Alçalma, “Alçalma” s.88). Bu dizeler, yazarın içinde büyüdüğü coğrafyanın günlük olaylara bakışına reel bir örnektir. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” atasözüne ironik bir gönderme olan dizeler, ilahi bir söyleyişle ironiyi pekiştirir. “Yazıklar olsun,” “vay onların haline ki,” söyleyişleri Kur’an’da genellikle kötü yolda devam ve ısrar edenlerin ne büyük hata içinde olduklarını vurgulamak için sık sık kullanılır.

Hem içinde bulunduğu coğrafya, kültür, din, gelenek hem de içinden geçmekte olduğu çağın yapısı gereği müthiş bir kıstırılmışlık içinde olan birey zaman zaman uz görüşünü kaybetse ve karamsarlığa kapılsa da toplumsal çelişkilerin farkında ve bundan rahatsızdır: “Kadınların bacak bacak üstüne atışında gizli bir niyet seziliyor/ Büyük puntolarla uyarılıyor gazetelerde halk” (Alçalma, “Alçalma” s.92). “Avrupa kadının rahmine yepyeni bir açıklama getirdi/ Bokböceğinin bundan haberi var mı” (Alçalma, “Alçalma” s.94). Tanzimat’tan bu yana Avrupalılaşmaya çalışan ama içinde var olduğu konjonktürel yapıdan sıyrılıp yeni bir kimlik edinmesi pek de kolay olmayan ülkemizin derin çelişkisine dikkat çeker.

Alçalma kitabında yer alan “Simgelerle Böyle Ben” şiiriyle, coğrafi ve kültürel konjonktürün yarattığı baskıcı toplumun kıstırdığı bireyin içine düştüğü açmazları ve kaçınılmaz ikiyüzlülüklerini eleştirmeye devam eder Erte: “Öyleyse evinize çağırın, davetinizdeki cesaret şaşırtsın/ Karınız yazlıkta olsun, hizmetçiniz izinde/ Kızın yüreği bir evin sıcaklığıyla ısınsın/ Bakın, daha insanî oldu böylelikle/ Ne kadar onurlu olduğunuzu ispat için/ Düzün onu salondaki pufun üzerinde/ Ve hizmetçinizin yatağında bulun sabahı/ Elbette dini karıştırmıyorsunuz işinize/ Kız dokunamaz karınızın eşyalarına, kahveyi siz yapın” (Alçalma, “Simgelerle Böyle Ben” s.103). Bir toplumun, bir cinsin arzuları ve kimlikleri arasındaki çatışmayı içeriden gösteren canlı, gerçek ve ironik bir resim. Erki eline geçiren bireyin, hastalıklı ve ikiyüzlü bir samimiyetsizlikle kendini, etrafındakileri ve toplumu nasıl kandıracağının göstergesi.

Suyu Bulandıran Şey’de yer alan şiirlerle kıyaslandığında Alçalma’da günlük dilin ve unsurların şiire daha çok girdiği dikkat çeker. Şair bunu yaparken diyaloglardan ve farklı türdeki edebi yazınların olanaklarından faydalanır: “Hanfendi bir sigara yakar/ ve bir utku yanar ufukta fener benzeri:” (Alçalma, “Alçalma” s.93). Sonraki dizelere giriş niteliğinde kullanılan bu dizeler bir tiyatro sahnesinde ‘durum’ tanımlar sanki. Ardından gelen dizeler: “Bana bir şey söyle, ama gülle değil./ Gül çünkü küstür dilime benim,/ mesafe ve hacim ölüdür gözlerimde./ Neyi bulmayı umuyorsan/ arayabilirsin bu bedende, seninim…/ Bir ölüyüm ben, bu beden toprağım:” (Alçalma, “Alçalma” s.93), söyleyiş biçimiyle modern Arap şiirinin söyleyişini andırırken duygusal diliyle de Shakespeare’in sonelerini anımsatır. Bu tam da yazarın içinde büyüdüğü coğrafyaya yakışır bir zenginliktir.

Çorak Ülke, Gemisiz Nuh ve Kopmayan Tufan

Suphi Aytimur’un ifade ettiği gibi, Arthur Mizener, T. S. Eliot’un Çorak Ülke’yi günlük yaşamın gerçekliği ile kişisel dünyasının arasındaki uçurumun genişliğine bir tepki olarak yazdığını, iç dünyası ile dış dünyası arasındaki şiddetli uyuşmazlığın yarattığı dayanılmazlığı yazarak yatıştırdığını söyler. Bu iddiasını bizzat Eliot’un 1947’de “Ben Çorak Ülke’yi, kısacası, kendi duygularımı yatıştırmak için yazdım” demesine dayandırır (Eliot, 1990, s.15). I. Dünya Savaşı’nın ardından yazılan bu eser, insanın maruz kaldığı en büyük yıkımlardan birine, bu yıkımın bireysel dünyalarda yarattığı dehşete, dehşete neden olan dinamiklere ve olan biten her şeyin anlamsızlığına bir cevap niteliğindedir. Bir çağın ölüsüyle yüzleşmek, otopsi yapmaktır bir anlamda.

Suyu Bulandıran Şey ve arkasından gelen Alçalma’da –enkazı meydana getiren koşullar aynı olmasa da– gerçek yaşamda olup bitenler ile insani düzlemde olup bitenler arasındaki uçurumun genişliğinin yansımaları görülür. Bu tedirginliği yatıştırmaya duyulan istek, zamanı bir kez daha yekpare görülebilen bir duruma indirgeme, zamanın biçimlendiriciliğinin sınırlarını belirginleştirme ve kaotik durum üzerinde görüş hâkimiyeti kurma çabasına iter yazarı. Suyu Bulandıran Şey hız, zıtlıklar, hiç bitmeyen parçalı savaşlar ve delilikler çağına bir cevap girişimi olabilir bu anlamda.

Mitoloji, din, dil, coğrafya, siyaset gibi unsurların yanı sıra günümüzde teknolojide yakalanan hız ve bu hız aracılığıyla dünya uluslarının iletişimsel olarak iç içe geçmişliği de birey üzerinde etkilidir. Suyu Bulandıran Şey kitabında Erte, kendini içinde bulduğu yaşama tüm ana sütunlar üzerinden sataşır. Bireysel çarpmanın sarsıntılarını, coğrafyanın doğurduğu dinler ve mitolojik yansımalar üzerinden sorgular. 

Suyu Bulandıran Şey’in ilk şiiri “Yıldırımları Beklemek” ismini Bakara Sûresi 20. ayetten alır. Ayet şöyledir: “(O esnada) şimşek gözlerini kör edecekmiş gibi çakıp, onların çevrelerini aydınlatınca, orada birazcık yürürler, üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde dikilir kalırlar. (…)” (Muhammed Esed meali). İnsanın yürümesi, hareket edebilmesi, bir şey yapabilme olasılığı şimşeğin ışığına bağlanır. Aksi halde karanlıkta eli kolu bağlı kalacaktır. Yazar buradan hareketle kurar şiiri. Diğer şiirleri de, “Etimden Etine – Ebru’ya Mektuplar” bölümündekiler hariç aynı laytmotif üzerinde ilerler: “Tanrı bir ihsan da bulunur da şu kayalar dirilir mi?/ Şu bulutlar bir daha duaların hizmetine girer mi?/ Yıldırımları bekliyorum, evet, fırtınaları; ve tufan./ Ve her yıldırıma bir adımım eşlik edecek…” (Suyu Bulandıran Şey, “Tufanı Diliyorum” s.19 ). Kuşkunun ardından ümitsizlik ve kabullenme gelir. Olup durmakta olan her şeyin rastgeleliği. Akşamın, her şeyden ve herkesten habersiz ufuklarda her günkü yerini alışı: “akşamın bir fikri olsaydı acım üzerine/ doğrulurdum belki ve doğururdum/ içime dert olan Musa’nın asasını.” (Suyu Bulandıran Şey, “Yıldırımların Gelmeyişinden Sonra Yıldızlara İtiraf” s.22).

Mekânın Yankısı

Çocukluğu Çeşme’de geçen şair, büyük ve kült medeniyetlere yataklık eden coğrafyanın mekânsal yankısını içinde taşıyarak geçer başka mekânlara. Çeşme’nin 22 kilometre doğusunda yer alan ve 12 İyon şehrinden biri olan Erythrai, Aya Yorgi Yolu, Aya Saranda ve yıllar sonra yetişkinliğinde kendine eşlik edecek olan Filoksenus, diğer adıyla Binbirdirek Sarnıcı hepsi, geçmişin seslerini ve izlerini taşıması nedeniyle büyüsel bir dile sahiptir. Bu büyüsel dille konuşmak ister Erte. Çocukluğun düş gücüyle çoğalttığı dili, yetişkinliğine de taşımayı arzular. Anlaşılmayanın korkutuculuğu tedirgin eder: “Sakız ve çakılla anlatmaya çalıştılar bana, dinlemedim onları/ Deniz ve zeytinle konuşturmaya çalıştılar,/ diyecek bir şeyim yoktu./ Taşlardan anlamam ben, yıkık duvarlar önünde nutuk atamam/ Avutmaz toprağı adımlarım, gözlerim ufku okşamaz.” (Alçalma, “Erythrai’yi Terk Eden Kelimeler” s.122). 

Aynı şiirin sonunda ise şöyle der: “yine duymak istiyorum o sözü/ Rüzgârla değil, taşlarla değil/ Kelimelerle anlatın bana/ Yüz yüze konuşmak istiyorum sizinle/ bir vakitler olduğu gibi” (Alçalma, “Erythrai’yi Terk Eden Kelimeler” s.122). Çeşme ilk kabuğudur yazarın. İçine çekilip dünyayı gözlediği, anlamaya çalıştığı ve kendini hayata karşı konumlandırdığı ilk yer. Bu kabuğun tüm köşeleri, kuytuları, yaşama açılan labirentleri önemlidir. Bu kuytuların, köşelerin, labirentlerin kendi seslerine sahip olması ve mekânlık ettiği onca medeniyetin izlerini taşıması kabuğun şeklini alan bireyin ve bireyi kuşatan sakinlerinin biçimlenmesine etki eder. Bu etkilerden yoğun izler taşır şiirler. İsa, Musa, Hades, Helen hepsi birlikte fısıldaşır. Göçebe bir milletin mirasçısı olarak geldiği topraklarda hissettiği tedirginliğe de değinir: “Yok bende o yürek, inemem yerin yedi kat altına/ Yok bende o eller, yok bende o kollar,/ kaldıramam tek taşı./ Ağırlaştırıyor Hellen saçlarımı Pers bir gürültü/ Osmanlı adımlarımla kalakalıyorum/ Bana hiçbir şey söylemeyen taşlar arasında/ Cumhuriyete özgü elbiselerle çöküyorum sahnenin ortasına” (Alçalma, “Taşlarda Bulduk Canı” s.121).

Şair, mekânları bugüne taşır dizeleriyle. Bin yıllar öncesini, çocukluğuyla ve bugünle harmanlar. Taşlara, kahramanlara, halklara, çocukluğuna ve yetişkinliğine tanrısal bir özellik, süreklilik ekler. Şu an olup bitmekte olanda geçmişin, şimdinin ve yarının sorumluluğu vardır. Öyleyse mekân da zaman kadar yaşamdaki sorumluluğunu üstlenmelidir. 

Mektuplar, Aynadaki Çarmıh, Pembe Topuklu İktidar

Kadınların kocaman saatlerin içine tıkıp öldürdüğü bir oğlan yeniden dirilirse ve kadınların altınını görmüşse daha çocukken nereye saklanır? Saklandığı kabuktan ne zaman ve nasıl bir dönüşümle çıkar? Büyük korkuların ardından saklandığımız kovuklar nesne, öteki/ler ve dış mekân algımızı biçimlendirir. Yerinden olmuş, gerçekliğine ve doğruluğuna bir süreliğine de olsa yabancılaşmış duygular, o an için daha baskın olan mekânın ve yakın çevrenin şeklini almaya yatkınlaşır. Doğrular ve yanlışlar iç içe geçer, ikisinin arasındaki geçirgenlik artar ve korku, korkulana doğru istemsizce sürüklenir: “O kadının altınını görmüştü çocuk,/ büyük bir saat yapmak gereğini duymuştu./ Sonra içine girmişti saatin, gizlenmek ve üşümemek için./ Çünkü kadınların altınları korkutur ve üşütür çocukları.” (Suyu Bulandıran Şey, “Saat ve Ölü Çocuk” s.68). Görülmemesi gereken bir şeyin görülmesi yahut da zamanından önce görülmesi de bir tufandır. İyi, doğru, anlamlı olan ne varsa alıp götürebilir. Geride olumsuz bir arınma, darmadağın edilmiş bir düzen ve kargaşadan bir kirlilik bırakabilir.

Tufan yavaşlayıp, görüş netliği arttığında neden olduğu hasar daha iyi anlaşılır. Yıkıntılar arasında keşfedilen buluntular dikkat çeker. Anneden sonra öteki cins olarak kadınlarla kurulan ilk temaslar, ilk tecrübeler, bu süreçte yaşanılan ilk korkular ve onların benlik üzerindeki etkileridir bunlar: “Ama a çocuk, saatler uğultularla doludur.// Kadınlar, ah, canavar kadınlar, / oğlanları kocaman saatlerin içine tıkıp öldüren kadınlar.” (Suyu Bulandıran Şey, “Saat ve Ölü Çocuk” s.66).  Ataerkil bir toplumun cinselliğe bakışı, sokak söylenceleri, erkek çocuklara dayatılan erkek adam olma zorunluluğu gibi faktörler, iki cinsiyet arasında kurulabilecek normal, sağlıklı bir ilişkinin önünde duran en basit engellerdir. Kadınlar açısından da pek farklı değildir aslında durum. Hanım kız ol ama erkeğini ayartacak kadar da cilveli ol. Ne yaparsan yap bakire kal. Hiçbir erkeğe el sürme ama evlendiğinde yatakta orospu ol. Bu ve benzeri pek çok çelişen mesajlarla büyüyen kadın ve erkeğin, ilk cinsel karşılaşmalarının travmatik izler bırakma olasılığı artar.

Bu derin duyuş ve varoluşa değin duyulan yoğun iç sıkıntısı Erte’nin şiirlerinin alt akışını oluşturur. Aşk, öfke, isyan, değiştirme, anlama, yıkma ve yeniden inşa etme gibi diğer duygular, bu asıl duygu üzerinden yükselir. İnsana ve topluma dair olana ulaşmak için önce kendi bireyselliğini oluşturan yoğun, girift ve zaman zaman ürkütücü olabilen batıklarından titiz bir kazıya başlar. Bunu yaparken son derece hassas, detaycıdır; aynı süreci yaşamakta olan pek çoklarına göre ciddi anlamda dürüst ve açıktır. Ortaya çıkardığı buluntuları teşhir etmekten, okurun meraklı gözleri önünde sergilemekten kaçınmaz. Birincil önceliği anlamak ve anlaşılmaktır çünkü.

“Bütün kırgınlığımı bir zaman önce getirdim buraya/ bir daha getirmeyeyim. Bir daha aklıma gelmesin/ soframda meleklere yer ayırdığım zamanlar/ bir daha o taraflara doğru uzanmayayım” (Suyu Bulandıran Şey, “Yıldırımların Gelmeyişinden Sonra Yıldızlara İtiraf” s.21). Şiir, masumiyetin kırılışına dair onulması güç hisler içerir. Masumiyetin lekesiz aynasında kusursuz görülen, inanılan ve bireyin varlığı için olumlu, güvenilir bir zemin oluşturan duyguların kırılışı ve ayaklar altındaki zeminin kesintisiz sallantısının başlangıcıdır. Artık hiçbir şey ilk çocukluğun güvenli yuvasındaki gibi değildir, kabuk hasar görmüştür.

Her anının bir kaydedicisi vardır. Bu kaydediciler olumsuz deneyimlerin yıkıcılığını en aza indirmek için biraz bulandırarak kaydederler. Ölümcül bir kırmızı, uçuk bir pembeye dönüşebilir. Affedilebilir, sevilebilir, kabul edilebilir, içselleştirilebilir bir pembeye. Herkes canavarını öldürmek ister. Şimdi değilse bile ileride. Gerçekte değilse bile düşünde. Yaşamak için canavarı öldürmek gerekir. Bunun için coğrafyanın bütün büyücülerine gidilir. Peygamberler de unutulmaz elbet. Meryem yardım etmiyorsa eğer bunca fısıltılı kelime neden ezberlenmiştir.

Evcilleştirmek de bir yoldur. İnsan, tarihi boyunca neleri evcilleştirmemiştir ki? Bugünün dünyasında evcil kaplanı ya da aslanıyla birlikte yaşayan birilerini gördüğümüzde, elli altmış yıl önceki kadar şaşırmıyoruz. İnsan da evcilleşir. Korkuları evcilleştirmek bunun yalnızca bir yanıdır: “Saniye çubuğu 12’nin üzerinde,/ sırtından yuvarlanan cesede bakıyor./ Aşağı inecek ve tekrar dağın zirvesine çıkaracak cesedi./ Ve tepede ham bir ay,/ terini acıdan bir zırha çevirerek/ adımlarını yavaşlatıyor onun.” (Suyu Bulandıran Şey, “Saat ve Ölü Çocuk” s.68). Cesedini sırtında taşımak ya da boşluğun daireselliğiyle yüzleşmek. Bilincin acı veren kavrayışını sindirmek. Bu süreçte olagelen onca çılgın, korkunç ya da güzel şeyin anlamsızlığını kabullenmek ve bunu üretime dönüştürmek. Şairlik, tam da bu değil midir?

Korkular evcilleşince, sevgi yeşerir: “Sen ki gözlerime baktın,/ gözlerimde bir şey aradın./ Kurcaladın beni, karıştırdın./ Sözcüklerim dağıldı, kırıştı nefesim.(Suyu Bulandıran Şey, “Etimden Etine” s.64). “Teninde zaman sıyrılır gezegenlerin deviniminden./ Kıtalar arasında kımıldanır durursun./ Gövdem hafif bir yelkenlidir/ gövdenin savruluşlarında can çekişen.” (Suyu Bulandıran Şey, “Etimden Etine” s.65). Erte bu şiirle cinsel arzunun sınırlarını genişletir. Yaşamı, şiiri ve cinselliği yüceltir. Hayatın kıstırılmışlığı ve kuşatılmışlığı içinde insanın bir süreliğine de olsa bir başka bedende kendi yansımalarını izlerken yaşadığı hem iki hem de tek olma halini över. “O korkunç yarık. O ölü göz./ O dilsiz ağızcık./ Beslendiği yeraltı sularının uğultusunu yayan o çiçek.” (Suyu Bulandıran Şey, “Etimden Etine” s.64), hâlâ biraz ürkütücü gözükse de; “Canım seni çekiyor, etini…/ Çiçeğini koklamak istiyorum. (Suyu Bulandıran Şey, “Etimden Etine” s.65) dizeleri korkunun hazza dönüştüğünün, canavarın evcilleştiğinin habercisidir.

Haz anlaşılmış, kabullenilmiş olmanın, tercih edilmiş olmanın güvenli ortamında “barbar bitkiler” gibi yayılır, çoğalır ve kendi içinde yeniden şekillenir: “Tarihin büyük putları arasında yer alır kemiklerin/ Ayaklarını elime verdin mi/ Bir ince dala tutunmuş olurum/ Kökü dünyada” (Suyu Bulandıran Şey, “Kemiklerinden Çıkan Sevgi ve Cinnet” s.63). Bu şiir ve “Ebru’ya Mektuplar 2000-2003”, kısmında yer alan diğer şiirlerde Erte, erotik dilin sınırlarında gezinir. Günlük yaşamın içinde kapalı kapılar ardında unutmaktan ya da bırakmaktan yana olduğumuz insana ait hisleri doğrudan yazar ve bu cüretkâr dil, okuru daha fazlası için yüreklendirir: “Bacakların iki dal/ iki tek yapraklı dal gibi uçurumuma uzansın/ Sonra seni emeyim/ Cinnetini emeyim/ Birer filiz gibi ince ayak parmaklarından” (Suyu Bulandıran Şey, “Kemiklerinden Çıkan Sevgi ve Cinnet” s.63).

Kadın bedenine yönelik yazarın kendine özgü betimlemeleri yaşamı, şiiri ve cinselliği kutsar. Hayatın kıstırılmışlığı ve kuşatılmışlığı içinde insanın, bir süreliğine de olsa bir başka bedende kendi yansımalarını izlerken yaşadığı bu aynı anda hem iki hem de tek olma hali övülür. Vazgeçiş, yitiş, tuzak, kuyu, vertigo, aydınlık, karanlık, göktaşı, atmosfer, düşüş, varlık, yaşam, ölüm, yeraltı suları, yarık, yakıcı, nefes ve çiçek gibi olumlu ve olumsuz kelimelerin iç içe geçtiği şiir, aynı zamanda insanın oluş ve bozuluş karşısında kapıldığı duyguları da yansıtır. Korku ve haz iç içedir. Tıpkı yaşam ve ölüm gibi.

Alçalma’da, “Bir Kadının Duygusal Doğası – Ebru’nun Mektupları 2000-2002”, şairin eşinin ağzından yazılan mektup şiirlerden oluşur. Erte’nin, kadının düşsel ve duygusal dünyasına erişimi ve o dünyaya özgü dili kullanımındaki başarısı etkileyicidir: “Dün akşam eve dönerken fularımı metroda raylara bırakarak/ onu yıllar önce bir yerde unuttuğumu varsaydım./ Dün akşam fotoğraflarımıza tekrar tekrar bakarak/ hikâyemizi değiştirmeye çalıştım.” (Alçalma, “Fular ve Ray” s.136). “Eve dönerken zamanın gürültüsünü duydum,/ bir kâğıt gibi buruşuyordu. Giysilerimin hışırtısını,/ omzumdaki çantanın hafif sallanışlarını.. Tanrım,/ her şeyi duyuyordum, duymamak için içimdeki o ânı.” (Alçalma, “Kâğıt ve Bisiklet” s.141). 

Kullandığı dil ve kelimeler anlamında oldukça rahat olan Mehmet Erte, özellikle ikinci kitabı Alçalma’da bazı kelimeleri yerel ağızla kullanmayı tercih eder. Örneğin ‘aşağı’ yerine ‘aşağsı’, ‘aşağıdayım’ yerine ‘aşağdayım’ gibi. Bu tür küçük ses değişimlerinin dışında, dilin günlük akışına çok müdahale etmez. Daha önce de değindiğim gibi günlük dili şiire yaklaştırır. Zaman zaman kutsal kitaplarda kullanılan dile yaslanır. Bunda içinde bulunduğu coğrafyanın zengin mirasının etkisi vardır. Sesler onun için önemlidir. Yaşamında önemli yer tutan öznelerden nesnelere değin etrafında bulunan her şeyin çıkardığı sesi duymak gibi bir eğilim taşır. Hışırtı, gıcırtı, çıtırtı, hırıltı, tik tak, tıkırtı gibi. Sesler, şiirlerdeki gerçeklik duygunu artırır.

Kendini çevreleyen dış dünyaya, uzun mücadelelerden geçerek kurduğu iç dünyanın surlarından seslenen şair, her iki dünyada da olup bitenleri önemser. İkisini de en yalın haliyle görür ve gördüğünü söylemese de söylenir: “ben, söylemiyorum, söyleniyorum./ Böğürüp hırlayan bir Mehmet Erte/ elbet bilgece susanına yeğdir diyorum.” (Suyu Bulandıran Şey, “Ben, Söylemiyorum, Söyleniyorum” s. 50). Erte’nin şiiri, entelektüel bir şiirdir. Mitolojiden, tarihten, dinler tarihinden, bulunduğu coğrafyanın kültüründen, insansı sapmalardan ve varoluşun özüne yapılan ince kazılardan beslenir. Şiirin yazarının kendini inşası da dâhildir buna. Çalakalem bir okumaya direnir. Özenli, dikkatli ve donanımlı bir okumaya açar kendini.

Kaynakça

Eliot, T. S. (1990). Çorak Ülke Dört Kuartet ve Başka Şiirler (Çev. Suphi Aytimur). İstanbul: Adam Yayınları. 

Erte, Mehmet (2003). Suyu Bulandıran Şey. İstanbul: Varlık Yayınları.

Erte, Mehmet (2010). Alçalma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Erte, Mehmet (2016). Suyu Bulandıran Şey – Alçalma (2 Kitap 1 Arada). İstanbul: zoomkitap.

Erte, Mehmet (2021). Çatlak. İstanbul: Edebi Şeyler Yayınevi.

Elçin Sevgi Suçin – edebiyathaber.net (1 Eylül 2021)

Yorum yapın