Sözün Ardı/Önü: 91 Yazdıkça Görülen: (35) Günsüz Günceler: VIII Bekleyen Gün  | Feridun Andaç

Mayıs 20, 2025

Sözün Ardı/Önü: 91 Yazdıkça Görülen: (35) Günsüz Günceler: VIII Bekleyen Gün  | Feridun Andaç

   

                                                                                  

 Ocak 2018                                                                    

ZAMAN ZAMAN suskun kalıp içe dönmek istiyor insan. Kendini kendine yabancılaştıran bir söz veya hatırlayış durduruyor sizi. Dün derste şöyle bir cümle kurmuştum; algılanan şey insanın algısında yeniden başka şeylere dönüşüyor. Sonra şunu da konuşmuştuk; algılamak algılanandan daha fazlasını taşır bize. Konuyu başka boyutlara taşıyarak sanatçının algısından söz edip yazar neyi/nasıl görür edere getirmiştik. Sonra söz gelip yararlı karşılaşma/yararsız karşılaşmaya varmıştı. Ve kaçınılmazlıklarımızdan konuşmuştuk. Maksadım insanları düşündürmekti. Ama her şey üzerine. Yazmanın bir düşünmek eylemi olduğunu hatırlatmaktı. Bazı sözlerin üzerine gidince anlam değişmecesini nasıl yaşadığınızı da  anlatmaktı derdim.

Birtakım okuma metinleri önlerine koyarak düşünmelerini isterken, Van Gogh’un kardeşi Theo’ya Mektuplar’ından birkaç pasaj okuyup neden gösterimdeki Van Gogh filmini izlemeleri gerektiğini de anlatmıştım.

İşte o ders çıkışında dilime takılmıştı Erkan Oğur’un türküsü Sen Benden Gittin Gideli. Bazen ses de sözü başka bir algı boyutuna taşıyor insanın ruhunda. Şunu düşündüm yol boyunca: bunu o sevdiğim insana göndersem, oradaki yalnızlığında, ihtimal kütüphanenin bir köşesinde bunu hemen dinlemek isteyecek, belki de iç çeke çeke ağlayacak dünyanın öte ucunda; “andaçcım şimdi sırası mı bunun,” diyerek… Sonra vazgeçtim göndermekten, onu orda üzmekten... Ben içime ağladım birkaç kez dinlerken. İçime döndüm. Ruhum kaskatı kesilmişti. Gitmek istediğim yerden vazgeçtim, görmek istediğim insandan uzaklaştım,  kitapçıya siparişlerimi sonra alacağımın mesajını ilettim, çiseleyen yağmurda ıssız bir yolda bilinmeze gitmeyi seçtim bir süre. Sapa yollara döndüm, insansızlaşan yollara verdim kendimi. “Eve gitmenin bin bir yolu varmış meğer,” dedim içimden sonra. Ama insana gitmenin bir yolu olduğunu biliyordum yalnızca. O, bunu hatırlatmıştı bana nedense.

Suyun o kaskatılığımı açabileceğini düşündüm!

Nedense, içimden Turgenyev okumak gelmişti. Onunla insanı hiçleştiren bir yolculuğa çıkmak istemiştim. Hatırlamıştım o ilkgençlik okumalarımı İlk Aşk’ı, Bahar Yeli’ni, Babalar ve Oğullar’ı…Sonra Rudin’i okumaya verdim kendimi bir süre.  Onun doğayı pastoral biçiminde anlatarak kahramanlarının ruhuna öyle yaklaşması öteden beri sevdiğimdir. Erzurum’daki bahçeli evimizde okuduğum Turgenyev zamanlarımı sık sık hatırlamam hem bundan hem de o ilk aşk’ın izlerindendi sanki!

Uzaktaki sevilene döndüğümde o zamanları unutuyor, içimdeki o ıssızlığın sımsıcak bir duyguya dönüştüğünü hissediyor; ama varınca eşiğine, duvarlarında soğurarak kalıyordum nedense. Ve en çok da gitmeyi hatırlatıyordu sözleri. Başka bir yere gider gibi başka birine, başka bir göğe, başka bir zamana…

Biliyordum ki yakınımda olsaydı daha çok acı verecekti. Şimdi uzaklardan, onu sevmek ve onda avunmak şimdi daha kolay.

En Uzun Gündü

SANIRIM insan günün akışına kaptırınca kendini birçok şeyden kopup, hatta uzaklaşıyor.  Zaman sizi bölüştürüyor yere, insana, işe uğraşa, düşünceye, hatta eylem içinde eylemsizliğe. Ki, bunu, yani eylemsizliği duygunun kendine/içine kapanma hali olarak görürüm. Ötekiler devinimlilik, yani gereklilik deyin siz. Karşılığını bekleyenlere dönük yüzünüz alıp taşır sizi günün yaşanan ânlarına.

Bugün de öyle bir gündü. Yayınevi sonrası Yazıhane&Atölye toplantısı vardı. Dün de akşamüstü aynı saatlerde, Açık Radyo’da “Dünyayı Okumak” programı için Aytaç Timur’la iki programlık bir söyleşi kaydındaydım. Sonrasında seminer grubuyla Karaköy’de Fransız Lisesi’nin hemen yanıbaşındaki Craft Cafe’de buluştuk. Bir an yaşanan o zamandan kopup başka bir zamana geçiş yapabiliyordunuz bu kentte. Birkaç adım öteye geçseniz bu kez eminim ki Ceneviz eskisi bir mekânda başka bir seyre çıkabilecektiniz. Ki, benim nicedir yazadurduğum “Benim İstanbul Çağım” özyaşamsal kent anlatısı bu kentle başlayan öykümün izdüşümü…Bir kenti yazmak tükenmeyen bir şey. Hele ömrünüzün belirli dönemlerinde iz bırakmışsa. Ki, benim 1957 sonunda başlar İstanbul’la ilk imgesel yolculuğum. O zamanlara dair hatırladıklarımı annem şaşkınlıkla karşılar…

Sonra Aralık 1974 geliş ve sığınış adeta! Ortaköy’de başlar benim asıl İstanbul çağım… Sanırım şu günlerde o kitabın yeni basımını hazırlamaya yönelmem biraz da yeniden İstanbul’u anlatma düşüncemin bir ivmesi. Ki, yeni metinler de ekleyeceğim Ortaköy için. Bir kent masabaşında yazılmaz. Giderek yazmalı insan. Gidip soluyarak, gözleyip hissederek. O ânın izlenimlerini çağrışımlarını bir belgeselci gibi zihnine kaydedip içselleştirerek yazmalı. Şimdi yeniden Ortaköy’e yüzümü dönerken, birkaç günümü gidip oranın sokaklarında geçirmek arzusunu hissettim. Ve elbette ki bildik mekânlar, insanlar…İnsansız bir kent anlatılır mı?

Georges Perec, Mekân Feşmekân’da bir yer, bir mekân, bir kent nasıl/niçin anlatılır’ın güzel örneğini verir. Onun kent anlatımı Calvino’nunkinden farklıdır. Sizi daha iç’e, daha derinlere de götürür. Bellekteki izlere, boşlukların izdüşümlerine döndürür. İçselleştirdiği her şey biraz da kenti yazarken kendini yazma bilincini de taşır ona.

Evet, siz bir yeri yazarken yalnızca kendi gözlem/deneyimlerinize başvurmazsınız. Başka bilgilere, bakışlara da gereksinme duyarsınız. Ama bunu da salt oradan devşirilenlerle yazmak için değil, onlardan edindiklerinizle bir kent/yer bakışı edinmeniz için yola çıkarsınız. Örneğin, mimar Le Corbusier’ın kitapları (özellikle Bir Mimarlığa Doğru, Atina Antlaşması) beni etkileyenlerin başında gelir. Gene mimar Louis Khan’ın serüveni ve yapıtları… ( ki mutlaka şu belgesel tekrar tekrar izlenmeli:   Mimar Babam Bir Oğlun Yolculuğu;  2003 yılında Nathaniel Kahn, babası Louis Kahn hakkında çektiği belgesel)

Galiba zamanın bizi taşıdığı yer/ler böyle şeylerdir. İnsan insanı avutur belki, ama sanat geliştirir, yeni ufuklar açar, zenginleştirir; alır sizi başka dünyalara taşır. Aslında, bir insanla ilişkiyi de buna benzetirim, hatta böyle olmasını isterim. İşte o ân bütün sanrılardan arınmış, bütün sinir uçları iyileştirilmiş; ve dünyanın sesini dinleyin bir bakış/duyarlılıkla hayata ve kendilerine bakar, oturup tezgahlarında uğraşılarını sürdüren insan/lar… Sanırım insanın buna erişmesi/kavuşmasının yolu da buralardan geçiyor. Yani hep yineleyip ettiğim kendi katedralini inşa etmek…

O “iyi insan”ı nasıl yetiştirebiliriz… İnsandan insana giden yolun nerelerden geçtiğini bilmek/kurmak gerek. Bunun içinde her şey var; edebiyat, sinema, tiyatro, fotoğraf, felsefe, müzik, resim, tarih, vb. evet, hayat kısa ama sanatın ve öğrenmenin yolu uzun.

Başta da dedim ya, siz kendinizi zamanlara bölünce kendi iç zamanınızı unutup hayatın başka renklerine seslerine dönebiliyorsunuz. Galiba benim şimdi yaptığım da bu.

Kendi zamanım mı?

O, bende. Kimseye ne şikâyet etmeli, ne de anlatmalı.

En iyisi çalışmak; tutkuyla, bağlılıkla, merakla…

edebiyathaber.net (20 Mayıs 2025)

Yorum yapın