Sözün Ardı/Önü: 82 Yazdıkça Görülen: (26) Bir Güne Dokunan Söz | Feridun Andaç

Mart 18, 2025

Sözün Ardı/Önü: 82 Yazdıkça Görülen: (26) Bir Güne Dokunan Söz | Feridun Andaç

Okuduğun haberin etkisinden kurtulman mümkün değil. Güne öyle başlıyorsun. Önceki hafta gazete yazını yazarken endişeliydin. (*) Bu kez kaygı verici bir duruma dönüştürüyor her bir şeyi o haber:

“Yasa tasarısına göre artık Avrupa ülkesi sayılmayacağız.”

Devamı şöyle haberin:

“ABD parlamento üyeleri Türkiye’nin artık bir Avrupa ülkesi olarak değil, Orta Doğa ülkesi olarak yeniden sınıflandırılması için Temsilciler Meclisi’ni yaşasa tasarısı sundu.

Yasa tasarısına göre; Amerika’nın Türkiye ile Diplomatik İlişkileri yeniden düzenlenerek, Türkiye’nin ABD Dışişleri Bakanlığı’nda “Avrupa ve Avrasya” olan statüsü, “Yakın Doğu (Ortadoğu NEA)” olarak güncellenecek.

Daha basit anlatımla ABD bundan böyle Türkiye’nin diplomatik statüsünü İran, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Libya ile aynı kategoriye alacak.” (**)

Üsküdar’dasın. Gününü Kuzguncuk’ta geçirmek istiyorsun. Yanına aldığın kitapların var. Ama bir yenisini hemen açıp okumaya başlıyorsun soluk aldığın cafede.

Augustinus’un şu cümleleri karşılıyor seni:

“Böylece,  ulaştığım ya da ulaşmayı arzuladığım bu dünyanın hırslarını geride bıraktığımda ve kendimi Hıristiyan  yaşamının sükunetine adadığımda, henüz vaftiz edilmiş olmama rağmen, olabildiğince sağlam gerekçelerle, beni rahatsız ettikleri için pek çok insanı hakikati keşfetme umutsuzluğuna iten ve her şey onlarla belirsiz ve anlaşılmaz göründüğü için, bilge kişiyi herhangi bir şeyi kabul etmekten ve olabildiğince açık ve kesin bir şeyi onaylamaktan alıkoyan argümanları zihnimden silinsin diye ilk olarak Akademiacılar üzerine yazdım.  Rabb’in lütfu ve yardımıyla bunu yapabildim.” (***)

Merak etmiştin. Gelip durduğun Aziz Mahmud Hüdâyî’nin (1541-1628) Üsküdar’daki dergâhına yolunu düşürmüş, insanların burayı uğrak yeri etmelerinin sırrını anlamaya vermiştin kendini. Kadınların bunca ilgi göstermesi de seni şaşırtmıştı. İnsanların varlık ateşine sığınma isteği, içlerindeki yokluğun onları sürüklediği yeri bu denli anlamlı kılan neydi sahi?! O türbeye adım atışlarındaki sükûtu gördüğünde, neden arınmak istiyorlardı acaba diye de sormadan alamamıştın kendini. Dergâhın eşiğinde durmuştu. Bir kadının uzattığı lokum kutusuna rağbet etmemiş, semtin sokaklarına vermiştin kendini. Karşına çıkan bir sahaf dükkanına girmiş, elinle koymuş gibi bulduğu kitabı satın alıp çıkmıştın. Bir taş fırından aldığın simitle çayın lezzetini günün gölgedeki sevinci olmuştu sana.

Sana gönül ateşi taşıyan sözlere döndürmüştün bakışlarını bu kez:

“ Anavarza ovasının güneyinden  Ceyhan ırmağı geçer. Irmak Hemite dağından Anavarza kayalıklarına kadar  öyle büyük kıvrıntılar yapmadan düz iner. Bazı yerlerde sular toprağı derinden oymuştur.  Altı oyulmuş toprak zaman zaman büyük gümbürtülerle suyun üstüne çöker. Bazı yerlerde kılıçla kesilmişçesine suya inen dik yarlar, çöküntülerden dolayı diş diş olur, ırmağın kıyılarında küçük, kumlu koycuklar yapar. Bazı yerlerde de ırmak ovaya çakıltaşlarını sererek, geniş, yayılır. Buralarda sığ suyun aydınlık dibinden binlerce iri sazan balığı ışığa batmış, ardı ardına tirkenmiş, oradan oraya dalgalanarak kayar. Bir de ırmağın kıyılarında küçük sazlıklar vardır. Sazlıklarda çok iri yeşil kurbağalar, bulut rengi, uzun boyunla balıkçıllar dolaşırlar.” (****)

Sözünü alıp taşıyorsun anlatıcının sokaklara, insan yüzlerine, çınar ağaçlarının gölgesine, taşlı yollara, denizden gelen iyot kokusuna, kentin eskimişliğini hatırlatan yüzüne, insanların kaygılı tedirgin bakışlarına…Küresel salgının yarattığı kopuşa, çürüyen siyasetin diline, erozyona uğramış insan ilişkilerinin yavanlığına…

Gene de umudun edebiyattan filizlenebileceğine inancın seni okuduğun romanın satırlarında tutuyor:

“Yeşil, iri, dilleri yalım yalım dışarda yılan başları. Dağdan aşağı binbir gümbürtüyle iniyor. Bir de bir kara bulut iniyor düze. Kara bulutun içinden kırmızı gözleri mercan yılan başları çıkıyor, uzun kuyruklarını yere vuruyorlar. Kuyruklarını yere vurdukça tozlar fışkırtıyorlar. Yüzlerce mercan gözlü, ışıl ışıl yanan çatal dilli başlar.

Bir kılıç değiyor başlarından birisine, yerine iki baş çıkıyor. Daha iri, daha yalım dilli. Diller gerilmiş, dışarda. Keskin bir kılıç geliyor, o iki başı da kesiyor. Dört baş çıkıyor, başlar kesiliyor, başlar büyüyor, dökülüyor. Bin başlı evran. Evranın başları gittikçe büyüyor, çoğalıyor. Kılıçlar yağıyor evranın başına. Bir bulutun içine girip gökyüzüne ağıyor evranlar. Sonra yollara iniyorlar. Kara, ak, boz, turuncu, sırmalı top top bulutlar toprağa, yollar boyunca tozan ovalara iniyorlar. Kılıçlar üşüyor, binlerce… Bulutların içindeki başlara. Başlar çoğalıyor.

Kafdağının arkası, ulu kayalıklar, iri, uçak kadar kartallar, tren uzunluğunda evranlar. Güneşler, aylar, karanlıklar.” (s. 257-258)

Kentin mahşeri andıran karmaşasına karışmadan gölgede okuyorsun kitabını. Romandaki Ferhat Hoca’yı hatırlıyorsun. Bir zamanlar gezindiğin o roman coğrafyasından izlere dönüyorsun. Birden Ali Safa Bey’in kendisine başkaldıran köylülerin yaşattığı korkuyu hatırlıyorsun. Onların o süklüm püklüm hallerinden sıyrılıp cana gelmelerinin yaşattığı korkuyu…

Şimdi, bu yağma zamanında, içinden geçtiğiniz karanlıkta, bu yoksullaşma çağında hiçbir şey yokmuşçasına hayata devam eden insanlığın suskunluğuna hayret ederek “İnce Memed”i okumaya devam ediyorsun, onun “mecbur insan” olma halini düşünerek üstelik…

(*) “Milliyetçi Türkiye mi: MHP Nerede Duruyor?”, Cumhuriyet, 14 Mart 2025

(**) Temel Sağıroğlu, “Yasa Tasarısına Göre Artık Avrupa Ülkesi Sayılmayacağız”, Turkish Forum 13 Mart 2015

(***) Retractationes: İncelemeler, Augustinus; Çev.: Özden Özkaya Demirhan, 2025, Dergâh Yay.,  230 .

(****) İnce Memed 2, Yaşar Kemal; Mayıs 1969, Ant Yay., 590 s.

edebiyathaber.net (18 Mart 2025)

Yorum yapın