Sözün Ardı/Önü: 114 Zamansız Denemeler: X Sinemada Bir Anlatıcı: Andrey Tarkovski | Feridun Andaç

Ekim 28, 2025

Sözün Ardı/Önü: 114 Zamansız Denemeler: X Sinemada Bir Anlatıcı: Andrey Tarkovski | Feridun Andaç

Bir zaman bakışı getiriyor Tarkovski. İnsana ve dünyaya dair anlattıklarının arka planını yansıyan metinleri sarsalayıcı benim için, en az filmleri kadar…

Mühürlenmiş Zaman, Zaman Zaman İçinde/Günlükler (*) onun sinemadaki duyuşunu, yeryüzü bakışını yansıtıyor bir bakıma da…

Yeniden dönüp okuma duygumu yakalamam da elbette ki sinema üzerine düşünmemin, üniversitede derslerimdeki konuşmalarımın etkisi oldu. Sürdürmeliyim de bunu.

Resim ve sinemayı yan yana düşünmeden edemiyorum.

Bu okuma yolculuğum bana bunu da yazdıracak sanırım: Resimle sinemanın buluştuğu yerler. Özellikle de İspanyol sinemacı  Carlos Saura’nın filmleri ekseninde kurulabilecek bir metin…

Akdeniz yolculuğumda yanıma alacağım Tarkovski’yi.

Ve Tarkovski bana roman yazma, öyküler anlatma duygusunu taşıyor sürekli. Filmleriyle metinlerini bir arada düşününce, hatta bazen paralel okuma/izlemelerde bunu daha iyi gözlüyorum.

Geçenlerde bir dostuma şunları yazmıştım:

“Edebiyatın dışındaki alanlar her zaman ilgimi çekmiş, beslemiştir beni.

Edebiyat iyi kötü yolum/uğraşım; haritasını, coğrafyasını, iklimini yeterince biliyorum, yönlerimi tayin edip seçimlerimi yapıyorum, nereden neyin nasıl gelebileceğini anlıyorum. Ama diğer alanların öğrencisi olmayı da çok seviyorum. Örneğin; sinemanın, resmin, müziğin ve fotoğrafın…

Tarkovski şöyle diyor:

“İki tür sanatçı vardır: Kendi dünyalarını şekillendirenler ve gerçekliği yeniden üretenler . Hiç şüphesiz ben, birinci gruba dahilim. Ama bu, benim yarattığım dünyanın  bazıları için ilginç olması, bazılarını ise hiç etkilememesi ya da sarsmaması olgusunu değiştirmez.”

Kendimi Tarkovski’nin imlediği yerde görürüm ben de. İnsanın kendi dünyasını biçimlendirmesi çok daha anlamlı/yaratıcı gelir bana. Ve bunun içindir ki sürekli gitmeyi seçersiniz, meraklısınızdır, ilginizi çeken şeyler tutkunuz olur zamanla, bunların öğrencisi kesilirsiniz. Bazen fiziğe, matematiğe de ilgi  duyduğumu hissederim. Mimarlığa, bir bahçeyle uğraşmaya…

          (…)

“Kurgusuz hiçbir sanat türü var olamaz,”  Tarkovski böyle diyor. Kurgu hayatın içinde var. Oraya bakarak tasarlarız. Doğa tabii ki çok öğretici. Ama mekân/yer, dahası kent kurguya bambaşka bir boyut taşımıştır.”

Kurgu, hayatın uyumu/uyumsuzluğunu da gösterir bize. Hatta kentin ne olduğunu da…

Sinema modernizmin bir ürünü. Bu anlamda hayatın katmanlarına dönük yolculuklara çıkarır bizi. Göstermenin ötesinde bir bilinçlilik durumu yaratır.

“Yaşayan efsane” olarak nitelendirilen ünlü kurgu yönetmeni Walter Murch’un  sinemada kurgu için şu söylediği: “O kadar basit değil, film kurgusu yapıdır, renktir, harekettir, zamanla oynamaktır ve daha birçok şeydir,”  sanırım hayatın ve sanatın diğer alanlarına da göndermeleri olan önemli bir bakışın hatırlatmasıdır aynı zamanda.

Sinema, insanı tanıma değil, insanı anlama yolculuğudur. Onu her haliyle, her durum ve bakışta anlama…Çünkü oraya yansıyan, orada gösterilen her şey insana dairdir.

Bizim “sen” olma durumumuzu anlatır sinema. Ama bunu tüm yapılan filmlerde bulur muyuz? Sanmıyorum!

İşte burada asıl yönetmen sineması girer devreye.

Tarkovski, kendi sinemasına bakarken bunu şöyle anlatıyor:

“Bu film (Ayna) ne anlatıyor? İnsanları. Ama, İnokenti Smoktunovski’nin  seslendirdiği o somut insanı değil. Bu, daha çok senin hakkında, baban ve büyükbaban hakkında, senden sonra  yaşayacak ama yine de ‘sen’ olan insanı anlatan bir film. Bu film, bu dünyada yaşayan insanın filmidir; bu insan, bu dünyanın bir parçasıdır, ama öte yandan bu dünya da onun, bu insanın bir parçasıdır. Bu öyle bir film ki, insanların yaşamlarıyla geleceğe ve geçmişe karşı koyuşlarını ve haklarını korumalarını anlatıyor. Bu filmi yalın bir şekilde izlemek  gerekir, Bach’ın müziğine  ve Arseni Tarkovski’nin şiirlerine kulak kabartın yeter! Tıpkı yıldızları, denizi, güzel  bir manzarayı izler gibi…”

Sinema bize uyanış düşüncesini taşır. Düne bakış, bugünü anlayış, yarını kurma düşüncesidir bu.

Söze değil; görüntüye, ışığa, renge bakarız çoğunlukla, bir de eyleme…

Çağdaş Rus sinemasının parıltılı yönetmenlerinden Andrey Zvyagintsev’in Elena filmi durağan  bir başlama sahnesiyle bizde merak uyandırır hemen…Dıştan içe bakışın görüntüsünde nelerin olabileceğini düşündürür o ilk an’da. Sonra mekânda gezinen göz bir kadının sabaha uyanışına takılır…Ardından onun hareketlerini izleriz…Sıradan bir hayatın akışı, rutinleşen yaşantının seyrine çıkarız…Söze hiç gerek yoktur. Yansıyanlar bize oradaki hayatın ne durumda/seyirde olduğunu yeterince anlatmaktadır.

Bu akış içerisinde beliren insan öyküleri gösterilenin de ötesine götürür bizi. Orada hem insanın iç dünyasının gelgiti hem toplumsal  hayatın durumu hem de insan ilişkilerinin neden böyle çözülüp yozlaştığı anlatılmaktadır.

Evet, sinema bize bizi anlatmaktadır. Ötemizde duranı, içimizde saklı olanı. Bir bakışın yettiği, sözün ulaşamadığını anlatır…Bazen de yeraltında görülmeyeni, içimizde saklı duranı gösterir…

Evet, sinema gösterdikleri kadar hatırlatandır da…

Bizi, içinde yaşadığımız dünyaya döndürür; orada olup bitenleri anlamaya yöneltir. Yeni bir duyuş/bakış/bilinç ediniriz sinema aracılığıyla. “Yaratıcı düşünme süreci”ne geçtiğimizi de söyleyebiliriz her bir filmle.

Sinema bize insanla ve dünyayla  iletişim kurma biçimlerini taşır; gösterir, öğretir de. Ama yalnızca bu mudur yaptığı? Kuşkusuz bundan da öte taşıyıcı yanları vardır…

Yaşattıkları, paylaştırdıkları, hatırlattıkları…Ve bir de öğrettikleri vardır ki; sonrasında anlarsınız ancak  bunun izlerini/etkilerini.

Sinema hemen değiştirmez bizi. Bunu da bekleyemeyiz elbette. Ama etkiler, sarsar, nutkumuzu da tutturur bazen.

Bu anlamda, benim gözümde, sinema her şeydir: şiirdir, edebiyattır, müziktir, resimdir, danstır, renktir, ışıktır, sestir, evrendir, bilgidir, aşktır, sevgidir, yerdi, mekândır, coğrafyadır, doğadır, canlılar alemidir, dildir, anlamdır, sözdür ve  yolculuktur her şeyden öte…İnsana ve başka dünyalara yolculuktur…Gerçeğin ve gerçekliğin ezgisidir.

Ayna filmini sarsılarak izleyen bir kadın izleyicisi Tarkovski’ye şunları yazar:

“Filminizi  bir hafta içinde tam dört kez seyrettim. Sinemaya gidişteki amacım ise sadece filmi seyretmek değildi. Daha çok birkaç saat için olsun gerçekten yaşamak, hayatı, gerçek sanatçılar ve insanlarla paylaşmaktı. Her şeyi; bana acı veren, eksikliğini duyduğum, özlemini çektiğim her şeyi, beni bunaltan veya sevindiren, beni mahveden ya da bana yaşama gücü veren her şeyi filminizdeki  aynadan izledim. Benim için ilk kez bir film gerçekliğin ta kendisiydi. İşte tam da bu nedenle gidip gidip filmi seyrediyorum, çünkü onunla  ve onda yaşamak istiyorum.”

Evet, sinema bize yaşamak duygusunu taşır. Bu etkiyle de yeni düşüncelere yöneliriz, insana ve hayata dair yeni şeyler düşünür, hatırlar, tasarlarız.

Yaratıcı sinema deneyiminin açtığı göz, aynasından yansıttıklarıdır işte bu denli etkileyici olan.

Benim gözümde yönetmen sineması bu nedenle önemlidir. Neyi anlatmak istediğini bilen, bunu da nasıl anlatması gerektiğini düşünüp tasarlayan kişidir yönetmen.

Duygularımızı harekete geçiren görüntüleri getirip bize sunan/taşıyan yönetmen bunu bir başına yapmaz elbette. Ama bir tasarlayan/uygulayan olarak sinemanın kalbidir o. Bütün her şey ondan geçer, anlam bulur.

İnsanı var kılan her şeyi bu denli gerçekçi/düşsel bir dille aktaran kişinin bir büyücü sıfatına bürünmesi de şaşırtıcı gelmemeli üstelik.

Daha geçen gün  izlediğim Savaş Atı  filmindeki her şey gerçekti belki de! İnsana ve hayata dairdi öykü. Ama “atın öyküsü” öylesine düşseldi ki yönetmen Steven Spielberg, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye sürülen at Joey’in öyküsünü epik anlatımla insanileştiriyordu…

Sinema teknolojisinin bütün olanakları kullanılsa da; orada akıp giden bir öykü, gösterilen/anlatılan bir dünya var. Ve bizler o büyülü beyaz perdeye bakarken sinemanın kalbine doğru benzersiz yolculuklara çıkıyorduk.

Yönetmenin gözü hayatın birçok kesitinin gerçeği olarak gelip çıkıyordu karşımıza.

Spielberg ya da Tarkovski gibi yönetmenler, bize, sinemanın ne denli büyülü, ne denli gerçek, ne denli gerçekdışı bir sanat olduğunu hep gösterip hatırlatmışlardır.

Tarkovski’nin deyimiyle: “Çünkü yaratıcılık eylemi hiçbir mutlak değere tabi değildir. Ne de olsa son tahlilde bu eylem, dünyayı sahiplenmek gibi genel bir zorunluluğa, yani insanı yaşayan gerçekliğe bağlayan sayısız yoruma yakından bağlıdır.”

Her yönetmenin kurduğu yeni bir filmde bize taşıdığı dünya bu yorumlara açık gerçekliğin dilini oluşturur. O dil ise sinemanın kendine özgü dilidir. Biz, birer film izleyicisi olarak, sinemanın kalbine yolculuğu da bu dili öğrenmek için isteriz çoğunlukla. Çünkü o dil, sarsıcıdır her zaman, o yolculuksa zenginleştiricidir bir o kadar.

         _____

(*) Mühürlenmiş Zaman, Çev.: Füsun Ant, 1986, Afa Yay., 234 s.

       Zaman Zaman İçinde/Günlükler. 1970-1986, Çev.: Seda Kervanoğlu, 1994, Afa Yay.,445 s.

Yorum yapın