Sözün Ardı/Önü: 104 Zamansız Denemeler: I Taşlar Da Geri Çağırır Seni | Feridun Andaç

Ağustos 19, 2025

Sözün Ardı/Önü: 104 Zamansız Denemeler: I Taşlar Da Geri Çağırır Seni | Feridun Andaç

                                                                                                            “Dur, ey hayal,

                                                                                                            Dilin varsa, sesin varsa,

                                                                                                            Konuş benimle.”

                                                                                                       Shakespeare

Dağ çiçekleri açmalı bugün. Zamansız bakışlara sünen ne varsa göz göz olmalı özlemden. Adını siz koyun diyemem, herkesin yolculuğu kendine.

Umutlanış da öyle, keder ve sevinç de…

Burada dağsız gökyüzü göremezsiniz. Budaksız ağaç, gevensiz çöl…

Aslolan ne? İşte bunun arayışına sizi taşıyan sırrı ancak yaşadıklarınız, görüp gözlediklerinizle öğrenebilirsiniz.

Kilistra’da günü karşılarken, taşların diliyle konuşmuştuk onunla.

***

Yolun eşiğindeydiniz. Tutup ona şu sözleri taşımıştın:

-Geceme avutucu gerekmez, şimdi rüzgârına alıyorsun beni. Anlatmak için yola çıktığıma göre, aramızdaki örtüleri kaldıracağız demek.! Sese ses, söze söz olacağız.

Söz beni nereye kadar götürecekse, seninle oraya kadar gideceğim.

Ne bir imge, ne de söz oyunu. Hatırladığım, içimden geldiği gibi anlatacağım. Sana, hatırladığım zamanları, unuttuğum sözleri taşıyacağım.

Kentin hengâmesine  sırtımı dönüp oturduğum bir bankta  Schubert’in “Trio op. 100 – Andante con moto” ezgisini dinlerken adeta tutulu kaldım. Nefes aldığım o ândan başka zamanlara döndüm.  Sana taşınan o kısa zamanda hissedileni alıp buraya getirmiştim işte.

Sürekli kaybettiği için kederlenen, yazdıklarına da bunun bir biçimde yansıdığını gözlediğimiz Flaubert’den söz edecektim seminerde. Söze, onun, Saf Bir Yürek öyküsünden başlayacaktım. Oradaki Félicité’yi anlatacaktım. Sürekli kaybeden olarak hayata tutunmak için kendini bir papağana adayışı ilginçti… Başkaları için yaşaması, adeta kendini adaması…Hayatındaki herkes çekip gidince bir başına kalışın öyküsü buruktur.

Flaubert’in anlatıcılığına  nedense buradan başlayarak yürümek istemiştim. İnsanlara bağlanmak düşüncesini ve koparılmayı, çekip gitmeyi, unutuluşu; hatta Flaubert’in yaşamındaki yitikleri de göstererek onun yazıya bağlanışını anlatıp yaşama direnmenin insan için ne anlama gelebileceğini anlatacaktım.

Bir nefes gibiydi hayat. Nerede durup, nasıl bakıp, nasıl yaşadığın önemliydi. Sana geldim bugün kanatlanarak. Denizi geçtim, varıp kıyına eriştim. Bir rüya gibiydi her şey. Akkuğu gibi kitabevinin bir köşesine tünemiştin adeta, ve ışıl ışıldın.

Şimdi, sana anlatmak için  bu yeni defteri açıp kalemimin mürekkebini yenilerken; aramızdaki zamanın yakınlığını, uzaklığını düşündüm bir ân…Masaldaki peri gibi bir ânda kayboluverdin ya…

İkimiz de ardımıza bakmadan gittik…

Böyle gitmek kaybolmak mıydı yoksa!

Başka bir zamana dönerek dönüşmek…

Adam gidip bunları anlatacaktı işte, kadın ise… Evet, kadın ise anlatmayı değil, yaşamayı, kaldığı yerden  yaşadıklarını sürdürmeyi seçecekti.  O bir ânlık nefes yetecekti belki de hayatının dayanılmazlıklarına tahammül edebilmeye.

Adamın yolda neler hissedip neler düşündüğünü bilmeyecekti. Hep unutuşlara, ertelemelere verecekti kendini. Gecesi gece olacaktı işte, sabahı sabah… Gün gölgesiz başlayacaktı ona, gece rüyasız bitecekti.

Adam Boğaz’ın koygun akşam sularına bakıp bakıp onu düşünecekti. Onun için fotoğraflar ç ekecekti. Gittikleri yakın semti düşünecekti, bu yerleri birlikte hiç adımlamadıkları geçecekti aklından. Minibüste yanlarına oturduğu çiftin kumrular gibi hallerine içlenecekti…Birkaç durak sonra inerek onların gitmelerine, el ele öpüşerek yol almalarına dalıp bakacaktı.

Aslında seven insanlar için kaybetmek diye bir şey yoktu, adam bunu düşünecekti. Sonsuz Orman filmini hatırlayacaktı.(*) Orada yitirdiği kadının arayışındaki adamın bir sözü gelecekti aklına: “Bir insanın sevdiği yitip gitse de, kaybolsa da; o hep onda yaşar, sevilen asla yitmez.”

Sonra, kadın, adama ansızın Schubert’i hatırlatacaktı o müzikle. Adam bunu , bir banka oturup, kavuşma ezgisi gibi dinleyecekti. Sonra, cebinden çıkardığı akıl  defterine şunu yazacaktı: “Şimdi Rüzgarına Alıyorsun Beni.”

***

Ve şunu bir ezgi gibi mırıldanarak dağın yolunu tutuyordu adam:

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlâm seni

Sular dibinde mahi ile
Sahralarda ahu ile
Abdal olup ya hu ile
Çağırayım mevlâm seni

Gökyüzünde İsa ile
Tur Dağı’nda Mûsâ ile
Elindeki asa ile
Çağırayım mevlâm seni

Derd-i aşkın Eyyüb ile
Gözü yaşlı Yakub ile
Ol Muhammed mahbub ile
Çağırayım mevlâm seni

Hamd ü şükrullah ile
Vasf-ı “kul hüvallah” ile
Daima zikrullah ile
Çağırayım mevlâm seni

Bilmişim dünya halini
Terk ettim kıyl u kalini
Baş açık ayak yalını
Çağırayım mevlâm seni

Yunus okur diller ile
Kumrular bülbüller ile
Hakk’ı seven kullar ile
Çağırayım mevlâm seni

Yunus Emre

Yorum yapın