
Aralık 2016
Okurken Karşılaşmak
Tutulu dilin uğrağındayım.
James Joyce’un Finnegan Uyanması önüme gelince duraladım. Hemen okuyacağımdan değil; sayfaları arasında gezinirken, Joyce’un romanını kurmadaki biçimini, zihinsel yapısını düşündüm. Cümle yapılarına bakarak onun Trieste’de Italo Svevo ile karşılaşmasını, bu romanını yazma fikrini onunla konuşmasını hatırladım bir ânda.
Böylesi bir yazara tek başına nasıl gidebilirsiniz?
Bu anlamda Svevo daha oda müziği gibi gelir bana. Joyce, tam bir konçerto! İniş çıkışları yüksek… Çoksesli…
Gene de yazarların yazarı olarak görürüm onu. Ara ara dönülüp okunmalı. Ben de öyle yapıyorum.
Her Joyce okuru olmak isteyene önce bir biyografi(sini), sonra Dublinliler öykü kitabını, ardından da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni öneririm.
Geçmişte bir Joyce seminerim olmuştu. Ders çalışır gibi çalışmıştım onu.
Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk’u masamda. Elbette onu okumaya başlayacağım. Her gün elli sayfa… Demek ki on günde bitirebileceğim. Buna değer. Bir yazarı sizin kılmanız böyle bir şey sanki! Yani zamanınızı ona vermek… Onunla bir yolculuğa çıkmak…
Yazarın kendinde olan sözünü seviyorum.
İzlenim/gözlemlerinden yola çıkarak kurduğunu. Oradan size taşıdıklarını.
Daha ilk satırlarında benim için dikkate değer tümceleri şunlardı:
“Yazının kararttığı sayfalara veda etmek üzere uzun uzun baktım. Sonra kâğıtları iterek, iskemlemi masadan çekerek ayağa kalktım. Ellerim ceplerimde, boynum omuzlarıma gömülmüş, ayağımda ayakkabılar, yüreğimde hüzün, odada bir aşağı yukarı yürüdüm. Bu iş bitmişti. Kolejden mezun olmuştum. Ne yapacaktım? Çok planım, projem, yüzlerce umudum, şimdiden tiksindiğim binlerce şey vardı. Yunanca öğrenmek istiyordum. Korsan olmadığıma hayıflanıyordum. Din değiştirmiş biri, katırcı, kamaldül olmak gibi şeytanca duygulara kapılıyordum. Evimden, benliğimden çıkmak, nereye olursa olsun gitmek, ama her gittiğim yere de şöminemin dumanıyla akasyamın yapraklarını götürmek istiyordum.”
İşte Flaubert’i bunun için seviyordum.
“Ölünce, geçer,” denmeyecek kadar sahici, sızı verici, bir o kadar da kendi olabilen anlatıcı.
Yazarak Gitmek
“Yazmak, varlığın bütünlüğü için pek gerekeli
olduğunuzu kabul ettirebilmek için
başkasının bilincine başvurmaktır.”
Jean-Paul Sartré/Bertan Onaran
Yazarak insan kendinden çıkar gider, başka bir şeye dönüşür. O gittiği yer(ler)de döner kendine bakar. İşte asıl sorgusu da orada başlar. Yüzleşme, kendi olma sanrısından doğar biraz da. Gitmeyi seçmek, bazı şeyleri de göze almaktır. Gitmek değişmektir de, yeni karşılaşmalarla buluşmaktır.
Yazarak bir ses yaratırız içimizde. Onun konuşmasını isteriz. Ama bu da bir ayar gerektiriyor. Dil duygusuyla düşüncenin buluştuğu yerde bunu sağlayabilirsiniz ancak.
***
Bana yazan sevgili okur; yazarken, az çok, bu yazma çabanız sonrasında sessizliğe bürünebileceğinizi sezgilerimden çıkarsamıştım.
Yazdıklarınızın satır aralarındaki sizi görebiliyordum biraz! Bir yanı dışa dönük görünse de, öte yanı kapalı/sert bir kabukla sırlanmış.
Sonra, birinin yargılarıyla karşılaşırken duralıyorsunuz, hatta yazma/yaratma korkusuna kapılıyorsunuz anlaşılan. İşte bunu aşmak için de yazmalısınız. Olsun, bir süre kendiniz için yazın, bakın bunu nasıl da aşacaksınız. Evet evet, birine mektup yazarcasına yazın. Bir ağaca yazın, günışığına, suyun sesine, bir taşa dokunuşun hissini/hissizliğine, sizi hayal kırıklıklarına uğratan birine yazın…
***
İnsan yaşamla ilgilenirken kendisiyle de ilgilenir. Bunu yaparken de bir dünya kurar kendine. Doğuştan getirip inşa ettikleriyle; yönelimlerini sonucunda edindiklerinin buluşmasından ortaya çıkan bir yaşama felsefesini yaşama dirliği olarak benimser.
Sonra, yazarak çağrıda bulunmaz mıyız? Bir duyguya, bir bakışa, bir öfkeye, sevince, kedere dönük değil midir her sözümüzdeki bakış. Öyleyse, yazın ki göreyim sizi, sevgili okur.
















