
Okuma, hele de edebiyat söz konusu olduğunda öykü, masal, roman illa da şiirin paldır küldür okunamayacağı kanaatindeyim. Sözcükler, cümleler, paragraflar hakkı verilerek sindire sindire okunmalı ki, mesela şiir ve arkasındaki şair anlaşılsın. Dahası okumanın keyfi çıksın.
Şahsen ben de bu bilinci edinmiş okuyucular arasındayım. Öyle telaşlı okuduğum, bitsin bir an önce dediğim metinleri mecbur kalmadıkça elime almayalı çok oldu.
Ama bazen şöyle de olabiliyor: Kitabı elinize aldınız, üç beş sayfa sonra belki ara verecektiniz. Bir anda kuyuya düşmüş gibi yer yüzünden koparsınız.
İlk sayfadan esir alındığınızı fark etmezsiniz bile. Ara vermeniz için okuduğunuz mekanda yangın filan çıkması gerek.
Yok yok, türü önemli değil. İlla dram ya da mizah olacak diye bir şey yok. Her tür olabilir.
Hikâye, roman, masal, öykü, şiir, anı. Hatta bazı köşe yazıları.
Sayfaları yutarcasına okursunuz. Dur bakalım şimdi ne olacak sorusu arkanızda sizi atlı gibi kovalıyordur.
İşte geçen hafta okuduğum kitap tam da böyle bir romandı. Novella -uzun öykü- de denebilir.
Okurken, arada bir başımı kaldırıp pencereden dışarıya baktım. Masmavi gökyüzünde bulutlar bembeyaz pamuk yığınları gibi dizilmişler ama sanki güneş kaçmış gibiydi.
Hayatının on yılını cezaevlerinde geçiren Vicdan Özerdem’in, sadece ilk dört aylık bölümü kapsayan hapishane serüveni sayfalardan değil de büyükçe bir sinema perdesinde önünüze açılıyor gibi. Siyasi.
Vicdan Özerdem o dönem gazete sattığı için girmiş içeriye.
Yok. Öyle yazar hikâyesini kaleme alırken, sistemi, hapishane görevlilerini filan eleştirmiyor. Aksine bir tık daha zorlasa hapishane müdürü de şeker gibi adammış dedirtecek cümleleri var.
O kısacık kitap, duvarların arkasına, içeriye öyle bir ayna tutmuş ki, o hapishaneye, tam da o koğuşa, her birinin ayrı dramları olan o kadınların yanına oturup onların gözlerinin içine bakarak bizzat onların ağzından dinliyor gibi oluyorsunuz.
Yazarın tahliye olduğu son sayfaya geldiğinizde derin bir nefes alamıyorsunuz. Aklınız geride kalan kadınlara takılıyor, ya onlar ne olacak moduna geçiyorsunuz.
Kitabı okuduğum gün Sırrı Süreyya Önder’i kaybettik. Ömrünün en güzel yıllarını o da parmaklıklar arkasında geçirmiş, Vicdan Özerdem gibi bir siyasi. Bugün karşısında olanların bile unutamayacağı bir isim olarak kalplerimize gömüldü.
Vicdan’ın hapishane müdürünü okurken aklıma Sırrı Süreyya’nın sözü geldi. “Hapishaneler, zindanlar da memleketten sayılır.” Sayılmaz mı? Elbette memleketten sayılır. Sonuçta sınır dışında değil ki, içinde.
Doğru da, memleketin o kısmında çalışanların zaman zaman insanlıktan çıktığını, söz konusu siyasiler olunca sistemin acımasızlığını nasıl açıklayacağız?
Diyarbakır da mıydı o müze olan işkence yuvası pardon hapishane?
Dilerim ve umarım bir gün bütün hapishanelerin gül bahçelerine dönüştüğünü görmek ve gezmek bize değilse de torunlarımıza nasip olsun. Gül kokusu yaşanmış acıları unutturabilir mi? Bilmiyorum.
Vicdan Özerdem Kimdir
Vicdan Özerdem 1970’de İstanbul’da doğdu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesinde okudu. Yirmi yıldır Almanya’nın Mainz şehrinde yaşıyor. Göçmen kadınlar üzerine devlet ortaklı bir projede görevli olarak çalışıyor. 2021 Haziran ayında Notabene yayınlarından ‘’Siyasi‘’ isimli kitabı çıktı. Öyküleri, Güney dergisi, Karnaval Dergi, Literaedebiyat, Öykü gazetesi, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Edebiyat Haber ve Edebiyat Nöbeti dergilerinde yayınlandı. 2024 yılında Londra’da faaliyetlerini sürdüren Rengin Göçmen Kadınları’nın düzenlediği ikinci öykü yarışmasında, seçici kurulda yer aldı.
edebiyathaber.net (8 Mayıs 2025)