Sinem Sal: “Kitabı en iyi karşılayan kelime Dank’tı.”

Temmuz 14, 2016

Sinem Sal: “Kitabı en iyi karşılayan kelime Dank’tı.”

sinem sal 1Söyleşi: Gamze Erkmen

April Yayıncılık tarafından Haziran ayında yayımlanan Sinem Sal’ın ilk öykü kitabı “Dank” raflardaki yerini aldı. Genel olarak “ölüm” temasının işlendiği kitap, Yiv ve Set olarak iki bölüme ayrılmış ve toplam on üç öyküden oluşuyor. Her bir öyküde ayrı bir soru işareti ile karşılaşan okur, bazen “nefes almayı değil yaşamayı” sorguluyor, bazen ölümün etrafında dolanırken yaşamın kıyısından döndüğüne şahit olduğu karakterlerle tanışıyor. Sinem Sal ile yeni öykülerini, bu öykülerindeki karakterlerini, kısacası taze çıkan Dank’ı ve yazarlığını konuştuk.

Öncelikle yeni kitabınız “Dank” yayımlandı, okuru bol olsun, diyerek söyleşimize başlamak istiyorum. Üç adet şiir kitabından sonra ilk defa bir öykü kitabıyla karşımızdasınız ve oldukça da ilgi çekici bir ismi var. Neden “Dank”?

Çok teşekkürler. Bütün karakterlerimin ölüm anları onlarla ilgili büyük bir anlamın ortaya çıkmasına eşlik ediyor aslında. Birdenbire aydınlanma anlamında kullanıyorum Dank’ı.  Aslında çok kararsızlık yaşadım ismiyle ilgili. İnsanlara çok itici gelebilir ya da tuhaf bulabilirler ve kimsenin eli rafa gitmez diye düşündüm. Ama kitabı en iyi karşılayan kelime Dank’tı. Ölüm, bir varlığın en güçlü ve en zayıf olduğu ânı aynı zaman diliminde içeriyor. Hem tüm gücünüzle hayatta kalmaya çalışıyorsunuz,  hem de hayatta kalmaya yeniliyor ve teslim oluyorsunuz. Bir tür aydınlanma… belki de en büyüğü.

Öykülerinizde açık bir şekilde, ölümü sorgulama eğilimi var. Başarıya ulaşan ya da yarım kalan intiharlar, hırsla işlenmiş cinayetler ve dahası… Peki, “ölüm” temasını seçmeye sizi iten neydi?

Karakterlerimin çoğu kendisini arayan, varlığına sahip çıkmaya, varlığının biçimini görmeye ihtiyaç duyan insanlar. Ölüm onları tetikte tutuyor aslında. Vazgeçme niyetinde olmayacak kadar güçlü duyargaları olduğunu düşünüyorum. Kendilerini aramaları öyle büyük bir mesele hâline geliyor ki bu yolda karşılarına çıkan engeli ortadan kaldırmak onların için kıyım değil.

Ölüm, benim kafamı fazlasıyla dolduruyor. Çocukken de böyleydi bu. Babamın ölümüyle birlikte ölüme, yok olmaya dair duyduğum merak artmıştı. Daha doğrusu bu tanışmayla birlikte bu dünyada olmamayı, artık gökyüzünde olmayı vs merak eder olmuştum. Evimizde bir şiir antolojisi vardı ve ölümle ilgili birçok şiiri ezbere bilirdim. Birkaç yerde anlattığım bir hikâyedir hatta 23 Nisan’da okuyacağım şiiri unuttuğumda aklıma gelen ilk şiiri okumuştum çocuklara. “Hepiniz öleceksiniz, kurtlar böcekler sevinçle saldıracak üstünüze…” Travma. Yani bende değil de orada ellerinde bayraklarla çocuk bayramı kutlayan çocuklar için ufak bir travma. (Gülüyor)

Aslında sadece ölümü tema olarak seçmedim. Ölüm, aşk gibi, şiddet gibi, parasızlık gibi, mutluluk gibi, bunalım gibi, umut gibi hayata dahil bir şey. Bu kadar baskın bir şekilde tüm hikâyelerimde yer almasının sebebi belki kitabın kurtulma, arınma, aydınlanma temeline dayanıyor olması. Ölüm, yol değiştirmek benim için. Son değil.

dankŞunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Dank’ı okurken, uzun zamandır okuduğum en başarılı öykü kitabıyla karşı karşıyaydım. İlgimi çeken noktalardan birisi, kitabın Yiv ve Set olarak iki bölüme ayrılmış olması. Bu ayrımı yaparken öykülerin ortak temasının ölüm olmasından yola çıktığınızı söyleyebilir miyiz? Neden Yiv ve Set sözcüklerini seçtiniz?

Çok teşekkür ederim. İlk öyküler yani Yiv bölümündeki öyküler, aile içi şiddet, baskıyla gelen cinayet hikâyeleri. Yiv, namluda içe çökük olan, merminin konduğu kısıma denir. Bana kalırsa aile tam da bu. Sevgisi de nefreti de. Sizi ateşler, hedef alır, hayata fırlatır. Her şey sizden önce tasarlanmıştır. Set, yani kitabın ikinci bölümüyse namlunun çıkıntı bölümüne verilen isimden geliyor. Toplumsal hikâyeler, toplumsal yaralar ve tabulardan kaçmak isteyen karakterlerin yarattığı örgütler, teşkilatlar var. Aile ve toplum bizi biz olmaktan alıkoyan ve hayatın ortasına bam diye fırlatan bir tabanca.

“… Anladığımda bir şey hissetmeye ihtiyacım vardı. Bu halime alışmamaya ihtiyacım vardı. Bu çağa Hissizlik Çağı dedileri, ama bence bu çağ Hırıltı Çağı.” Bu cümleler Hissizlik Çağı isimli öykünüzden bir alıntı ve bir okur olarak, bana kalırsa kitabın kalbi de bu öyküde atıyor. “Hissizleşme” konusundaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Toplum olarak hissizlikle savaşacağımız günler yakın mıdır sizce? 

Hissizlik Çağı hikâyesiyle neredeyse üç yıl geçirdim. Onun temellerini oluştururken psikiyatrist ve genetik mühendisi iki arkadaşımdan destek aldım. Yani hikâyeyi oluşturmak için. (Gülüyor) Can Tutuğ ve Alperen Erdoğan. Hissizlik Çağı, aslında distopya gibi görünse de şimdiki Türkiye’nin devamı olarak kurguladığım bir hikâyeydi. Devletin dağıttığı antidepresanlar, halkın oksitosin reseptörlerini doyuma ulaştırıyor ve hiçbir şey hissetmeyen bir nesil geliyor. Sadece zenginler hissedebiliyor. Çünkü onlar bu ilaçlardan kullanmadılar. Aşık olma okulları açılıyor, depresyona girmek için depresyon merkezleri kuruluyor. Başka ülkelerin deneyi olduğunu düşünüyorlar. Ülke yöneticileri, başka ülkelerle anlaşma yapıyor ve bu ilaçları piyasaya sürüyorlar. Kendi insanına ateş eden bir ülke düşünün. Böyle yani.

Şimdiki Türkiye’nin de bundan çok az farkı var. Hava alanında insanlar öldürülüyor. Şehit değiller. Normal bir şekilde seyahat etmek isteyen sivil insanlar bunlar. Şehit diye anmak beni ürkütüyor. İki gün sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmek de kanıma dokunuyor. Öfkeden başka bir şey hissettiğimiz yok.

Bazı öykülerinizden siyasi birtakım çıkarımlar yapılabiliyor. Bir yazar olarak, ülke siyasetinde raydan çıkmışlıklarla ilgili “benim de mutlaka bir şey söylemem gerekiyor,” diyor, kendinizi  bunları yazmakla sorumlu hissediyor musunuz?

Aslında içinde olduğumuz, henüz sonuçlanmayan bir tarihle ilgili edebi ürünler verilmesi konusunda biraz tereddütlüyüm. Örneğin Gezi hakkında bir öykü yazabilmek büyük hedefler gibi geliyor bana. Çünkü onu yaşamaktan bize sunduğu değişimi zaman içinde idrak etmekten yanayım ben daha çok. Sözümü söylemem gerekiyor mu? Kesinlikle evet. Tam şu anda bir kurmaca eserde mi? Çok emin değilim. Ama ister istemez, doğal bir etkileşim içindesiniz. İki adım ötenizde bombalar patlarken, o sokakta yaşayan bir karakteri yine o sokakta yürüttüğünüzde, o bombanın sesini duyuyorsunuz. Gerçek, bazı durumlarda hakikatten ağır basıyor. Fakat şu zamanda yapılacak en son şey susmak. Ben yazılarımda sloganlarla veya direkt göndermelerle değil de sanırım yarattığım karakterle bir değişime yol açabilmeyi daha çok önemsiyorum.

sinem 2Klişe olacak ama üç adet şiir kitabınız olduğu için sormak istiyorum; her yazarın yazmak istediklerini daha rahat ifade edebildiği bir tür mutlaka vardır. Sizin için bu tür şiir midir, yoksa düz yazı mı?

Şiir, kendi zamanını bekliyor bende. Yine de Âmin’den sonra neredeyse hiç şiir yazmadım. O farklı ve yeni bir duygu yoğunluğu gerektiriyor galiba. Ama öykülerim aslında sadece insanlarla yeni karşılaştı. Üç yıl önce Ot Dergi’de ve bir senedir de BirGün Gazetesi’nde öykü yazmaya başladım. Üstüne çalışmayı seviyorum. Bazen günlerce haftalarca aynı öykünün kurgusunda kayboluyorum.  Bu aşama benim için biraz daha yorucu olabiliyor. Bilgi edinme, her bölümün detaylarını kurma kısmı. Fakat yazmaya başladığım andan itibaren karşılaştırabileceğim bir zorluk  derecesi yok. Ne kadar iyi yapabildiğim tartışılır ama kendimi bildiğimden beri konuşmaktan daha rahat hissediyorum yazarken.

Kitap dışında konuşursak, Sinem Sal’ın yazım aşaması nasıl gelişir? Yazarken “şu” olmadan yapamam, dediğiniz, sizin için adet hâline gelmiş bir alışkanlığınız var mıdır?

Yazar klişesine girmek istemezdim ama kahve. Soğuk da olsa orada dursun istiyorum. Yazmak çok ekonomik değil mi? En azından benimki öyle. (Gülüyor) Yine de Âmin’deki bazı şiirleri otobüste yazmıştım. Balat tarafında bir televizyon kanalında çalışıyordum. Otobüsün en arkasında oturup akbil sesleri arasında epey şiir yazdım. Boş bir otobüstü. Hikâye yazarken notlarımı alıp yapıştırdığım tahtayı görmeye ihtiyaç duyuyorum ve o sırada hiç değiştirmeden saatlerce dinleyebileceğim bir parça. Dank’ı yazarken bu parça genellikle Murcof, Eivind Aarset ve Philip Glass’tı.

Yine de en önemli şey şehir sanırım. Haftanın altı günü sabah 6 akşam 6 çalışarak yazdım bu öyküleri ben. Sistemin en sert yerinde, kendimi ufalanırken buluyordum. Geriye kalan saatlerimden bir kısmı toplu taşıma araçlarında geçiyordu. Böyle bir zaman dilimi içinde yazmak, yalnız olmadığınız tek an aslında. Kafanızdaki her şey sizin istediğiniz biçimiyle karşınızda. Kısa zamanlarda daha yoğun ve “olduğu gibi” şeyler üretebiliyorsunuz bence böyle bir hayat düzeninde. Ne kadar dayanılır bilemem tabii.

Yazar tıkanıklığı yaşadığınız noktalarda yaratıcılığınızı tetiklemek için neler yapıyorsunuz?

Daha fazla okuyorum. Ben en çok ilhamı yine kitaplardan alıyorum böyle bir süreçte. Çünkü yazar tıkanıklığı genel olarak anlatabildim mi acaba hissiyle birlikte geliyor bana. O yüzden tam da onu anlatabilmiş olan bir cümle okuyabilirsem o sırada içimde duran taş eriyor. Önüm açılıyor, hafifliyor. Yeniden akmaya başlıyor.

Son olarak, yazmaktan vazgeçmeyen, adım atmış olsun olmasın, bir kitap yazma hayali olan yazar adayları için yazım ve yayım aşamalarında dikkat etmeleri gereken hususlar hakkında söylemek istedikleriniz ve tavsiyeleriniz nelerdir?

Öncelikle hiçbir şey beklememek. Bazen içimde kendimi “Lütfen her şey çok güzel gitsin…” derken buluyorum. Sonra diyorum ki “dur ve tam şu an bu duayı değiştir. Lütfen bunları hisseden yanımdan kurtulayım…” Korkmadan, karşılık beklemeden üretmek nihayetinde güzel şeyler biriktirmenize yol açıyor bence. Bunu yaparken de güzel müzikler dinlemek, çok iyi ve çok kötü kitaplar okumak, sokaklara karışmak, yazdıklarını birine okutmak en sert eleştiriyi aldığında odana kapanıp yastığını ısırmak yerine boş bir sayfa açıp yeniden başlamak… en güzeli.

Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (14 Temmuz 2016)

Yorum yapın