Şehir söyleşileri: Muhammet Erdevir | Merve Koçak Kurt

Mart 7, 2023

Şehir söyleşileri: Muhammet Erdevir | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Muhammet Erdevir oldu. Erdevir, “Bir şehri anlamak için o şehri ‘şehir’ yapan ve bir arada tutan detaylara bakmak, onlara dokunmak ve o havayı teneffüs etmek lazım. Benim öykülerimde de yapmaya çalıştığım şey bu. Doğrudan doğruya isimlerini anmasam bile öykülerim yaşadığım kentlerden izler taşıyor. Kentlerin türlü yollarla zihnimde yer edinmeleri gibi ben de kelimelerimle dokunuyorum kentlere.”  diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Osmaniye-Kadirliliyim. Kadirli bir tarım şehridir, gün traktör sesleriyle başlar ve akşam ezanı civarı yine aynı traktör sesleriyle sona erer. Üniversiteyi Konya’da okudum. Bozkırını, insanını, havasını sevdim. Kendimi ait hissettiğim nadir yerlerdendir Konya. Sonra ilk görev yerim Muş’a gittim. Üç yıl yaşadım bu şehirde. Yeşilin tam yeşil, mavinin tam mavi, beyazın tam beyaz olduğu bu coğrafyada güzel zamanlar geçirdim. İlk öykümü Muş’ta yazdım, şehrin bende bıraktığı her bir iz benim için çok değerliydi. Ardından Şanlıurfa-Birecik ve Gaziantep günlerim başladı. Her iki şehir de memleketin güney sınırında birer hudut taşı görevi görüyor benim nazarımda. Bu yüzden çok kıymetli. Özellikle Gaziantep… Ülkü Tamer’i, Onat Kutlar’ı, Mitat Enç’i yetiştirmiş eşsiz bir şehir… Sadece yemek kültürüyle öne çıkarılması canımı acıtsa da şehrin zengin ve köklü kültürü, modern Türkiye’ye katkıları ve yarına seslenebilme potansiyeli beni büyülüyor.

Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Aslen köy çocuğuyum. Bizim yaşadığımız mevkide bir Roma kalesi var, bu yüzden Kalealtı diye anılıyor orası. Kalealtı Kalesi, Çukurova’daki Anavarza Kalesi’ne su alınan büyük bir kaynağı korumak için inşa edilmiş. Bu su gözü, bugün de Kadirli’nin su ihtiyacını karşılıyor. Çocukluğum gözler, pınarlar, dereler etrafında geçti. Savrun Çayı, Yaşar Kemal’i beslediği gibi beni de besledi. “Nehirlerim Uzağa” diye bir şiir yazmıştım. İnce Memed’e mekân olan Savrun Çayı’ndan Murat Nehri’ne, Fırat’tan Alleben’e yaşamıma giren büyük ve güçlü akarsulara dair ruhumdaki imgeleri kâğıda dökmüştüm böylece. Bu nehirler öykülerimde de kendine yer buldu, kadim ve güçlü yönleriyle kendime çok pay çıkardım onlardan. Aytmatov’un Beyaz Gemi’si aklıma geliyor suları ve denizleri düşündükçe… İster istemez kendimi sulara bırakmak ve kaybolmak isteği duyuyorum zaman zaman. Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını düşünün, hangimiz onun merakı ve hayallerini paylaşmıyoruz ki?

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Kadirli’de hayatım ev ve okul arasında geçti. Kadirli’yle ilişkim sınırlıdır bu bakımdan. Kendimi asıl keşfettiğim şehir Konya’dır. Konya’yı hâlâ çok severim, Konya’da yürüdüğüm kaldırımlar bile benim için özel ve değerlidir. Her zaman kalabalık olmasına rağmen daima sükûnet vaat eden Alaattin Tepesi, sahafların bulunduğu ve kitaba doyduğum Rampalı Çarşı, uzun yürüyüşlerime eşlik eden Meram’a doğru uzanan geniş ve gölgeli yol… 

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Gaziantep çok ilginç bir şehir. Tam anlamıyla bir “terkipler” şehri çünkü farklı kültürlerin bir araya geldiği bir ticaret merkezi burası. Gelip geçenlerden mutlaka bir şeyler almış, onlara bir şeyler vermiş ve böylece özgün bir kimlik inşa edebilmiş bir şehir. Bu yönüyle Gaziantep’in bende özel bir yeri var. 

Şehirler insanı çeşitli yönlerden besleyip zenginleştiriyor elbette. Gaziantep’te kendi edebi ortamımızı kendimiz inşa ediyoruz arkadaşlarla. Edebiyatçı dostlarımızla, dergimizin yazar ve şairleriyle düzenli olmasa da bir araya geliyoruz. Bu buluşmaları sanat için anlamlı buluyorum, görüş alışverişi hepimize bir şeyler katıyor. Edebiyatçılarla şair bir arkadaşımızın işlettiği Tüten Çayevi’nde buluşuyoruz daha çok. Tarihi bir mekânda, sadece altı masasıyla az sayıda insana hizmet veren bu çayevi, yeni fikirlerimiz için çıkış noktası oluyor çoğu zaman. Bir mekâna girmeden önceki halinizle oradan ayrılırkenki haliniz arasında bir fark varsa o mekân özeldir. Hayatımın geçtiği yerlere böyle bakıyorum.

Yaşadığınız/bulunduğunuz şehirlerin kadim “geçmiş”iyle yahut “yakın” tarihiyle nasıldır aranız? 

Kadim geçmişle aramızda ister istemez bir mesafe var ama yine de insan için bir zenginlik üzerinde yaşadığı köklü miras. Gaziantep’in antik yerleşim yeri olan Doliche Antik Kenti, MÖ 300’lerde kurulmuş ve o dönemden beri bu şehrin etrafı önemli bir yerleşim olagelmiş. Ardından doğu ve batıyı birleştiren önemli bir geçiş noktası olan Zeugma öne çıkmış. Bugün mozaikleriyle tanıdığımız bu yerleşim yerinin ismi esasında “köprü” anlamına geliyor ve iki dünyayı birleştirmesi bakımından insanlık tarihi için de büyük önem taşıyor. Sonrasında Evliya Çelebi’nin ifadesiyle “Şehr-i Ayıntab-ı Cihan” denilen Antep’e ulaşıyor bu hikâye. Alleben Deresi’nin etrafında kurulan yerleşim zaman içinde kritik bir ticaret kavşağına dönüşüyor. Ticaret, insan kültürünün şekillenmesinde düşünülenden çok daha etkilidir. Çünkü ticarette sadece birtakım mallar el değiştirmez; kültürler, alışkanlıklar, yiyecek içecek bilgisi, yeni icatlar ve keşifler de yayılır. Ticaretin sadece parasal yönden değerlendirilmesi sosyal bilimler açısından büyük eksiklik.

Şanslı olduğum bir nokta, şehir tarihiyle ilgili birçok çalışmanın editörlüğünü üstlenmiş olmam. Böylece halkın gündelik yaşamından şehrin siyasi tarihine varıncaya kadar hemen her konuda malumat sahibi olabiliyorum. Bu bilgiler doğrudan kaleme dökülmese de imgeler aracılığıyla öykü ve şiirlere sızdığını söyleyebilirim. İnsan, coğrafyanın çocuğudur çünkü.

Lav Denizindeki Ada”, “Prelüt” ve “Çoğul Soru”… Hem öykü yazıyorsunuz hem şiir. Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?

Lav Denizindeki Ada, öyküde kendimi aradığım bir döneme tekabül ediyor. Prelüt’teki öyküler fonetik anlatımın belirginleştiği, şiirselliğin dozunun arttığı öyküler. Çoğul Soru ise dize ve imgelerle kendime sorduğum sorulardan oluşan bir şiir kitabı. Doğrudan herhangi bir şehirle bağlantısını kurmak zor bu öykülerin. Fakat belli öyküler doğrudan belli mekânlarla ilişkili elbette. İlk kitabımdaki “Gülmek İçin” ve “Şeftali Çiçeği” adlı öyküler ismen bahsedilmese bile Kadirli’de geçer sözgelimi. Her şehrin bir kokusu, bir rengi, bir dokusu var. Öykücü ve şaire düşen ise bu dokuyu bir dokunuşa çevirmek. Onat Kutlar “İshak”ın önsözünde Gaziantep için şöyle der: “İshak, bir Anadolu kentindeki gerçeklerin ne yorumudur ne de sorunlarının çözümü. Küçük, alçakgönüllü kesitlerdir bu öyküler. O kenti tanımaya çalıştım yıllar önce. Mevsimlerine, yapı taşlarının çeşitlerine, toprağının kokusuna ve tüm sokaklarına, insanlarına, çocuklarına dikkat ettim.”

Ben onun bu sözlerini çok anlamlı ve değerli bulurum. Bir şehri anlamak için o şehri “şehir” yapan ve bir arada tutan detaylara bakmak, onlara dokunmak ve o havayı teneffüs etmek lazım. Benim öykülerimde de yapmaya çalıştığım şey bu. Doğrudan doğruya isimlerini anmasam bile öykülerim yaşadığım kentlerden izler taşıyor. Kentlerin türlü yollarla zihnimde yer edinmeleri gibi ben de kelimelerimle dokunuyorum kentlere.

Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Halk edebiyatı tabiatın içinde doğar, yazılı edebiyatsa şehirlerde vücut bulur. Modern edebiyatı içinde yaşadığımız şehirlerden bağımsız düşünemeyiz. Köy ve taşra edebiyatı yapan edebiyatçılar bile köye ve taşraya “şehirli” bir gözle bakarlar. Konuyu ne kadar içeriden anlatırlarsa anlatsınlar kaçınılmazdır bu. Önce bunu kabul edelim. Dolayısıyla modern edebi türler mekân olarak ya şehri ele alır ya da şehirli bir gözle baktığı taşrayı. 

Şehir bizden büyük, bizden karmaşık, bizden çok daha kontrolsüz bir organizasyon aslında. Haliyle şehir karşısında kendimizi yalnız hissediyoruz. Modern edebiyatın en başat sorunu bireyin kalabalık şehirlerde yaşadığı yalnızlıktır. Etrafından akan kalabalıklarla birlikte kontrol edemeyeceği olaylara sürüklenen bireyin yalnızlığı gerçekten de dehşet vericidir. Günümüzde mitoloji oluşamıyor ancak oluşsaydı yalnızlık-kalabalık çatışması bu yeni mitolojinin merkezinde olurdu sanırım.

Mekânsız öykü yazılabilir elbette, neden yazılamasın? Bugün hâlâ görsel şiir denemeleriyle karşılaşıyoruz mesela. Edebiyatçılar teknik oyunları, yeni şeyler denemeyi, farklı olmayı seven insanlardır sonuçta. Fakat öykülerinde mekânı veya zamanı hiç kullanmayan, tüm kariyerini bu duruş etrafında inşa eden bir yazar yoktur bence. Varsa da ben denk gelmedim, cehaletime verin lütfen. Mekânsız öykü beni şaşırtmaz ama mekândan bağımsız bir edebi tavır, duruş, kariyerle karşılaşırsam şaşırırım. Bu, ilginç olurdu işte!

“ Prelüt”teki “Coğrafya kaderdir derler, değil. Coğrafya kederdir.” cümlesine takıldım. Bölgede son yaşanan o büyük depremin yıkımı kelimelerinizi nasıl etkiliyor? Eskisi gibi olur mu hayat/edebiyat? 

İnsan iddialı bir varlık olmasına rağmen ilkin iddialarından vurulur. İnsanlar “Unutmayız, unutmayacağız!” derler ve unuturlar. Soma faciasındaki gariban işçileri kim hatırlıyor bugün? Veya İstanbul’da AVM inşaatında çıkan yangında çadırlarda yanarak can veren emekçileri? Oysa kaç yıl oldu ki daha? Bunları geçtim 14 Ekim’de Amasra’daki maden kazasında 42 işçi yaşamını yitirdi mesela. Üzerine bir de deprem olunca tamamen unuttuk onları. Edebiyat burada devreye giriyor işte. Gazete kupürleri uzak birer anıya dönüşüyor çünkü onlarda duygu yok. Oysa edebiyat duyguyu yakalıyor, kâğıda döküyor, korku ve gözyaşını yıllar sonrasına taşıyabiliyor. Bu anlamda edebiyatçılara büyük görevler düşüyor. Tabii üzerinden zaman geçmesi, toz bulutunun dağılması, acının ve trajedinin içselleştirilmesi lazım. Enkaz yığınları kaldırılmadan, tüm cenazeler defnedilmeden kaleme kâğıda sarılanlar ancak ruhsuz metinler kaleme alabilirler. 

Depremde yaralanmadım, büyük bir hasar ve yıkım yaşamadım. Ama yerle bir olmuş şehirlerden geçerken ekranlarda paylaşılan ölü sayılarının sadece birer sayı olmadığını; her birinin bir anne, baba, evlat, eş, arkadaş, kardeş olduğunu düşünüp durdum. Sadece düşüncesi bile insanın tahammül sınırlarını zorlayan bu durumu bizzat yaşayanların halini tahayyül edin bir de… Bu şartlar altında hal hatır soranlara “İyiyiz” demeye bile utanıyoruz inanın. Durum böyleyken okuyup yazamıyorum diye sızlanmak; yaşamını, evini, işini, kendini güvende hissettiği tüm mekânları birkaç dakika içinde kaybeden insanların acısına duyarsızlık olur. 

“Zamanın kadim saatinin her zaman bir sarkaca ihtiyacı vardı…
‘Yağmur bütün izleri siliyor.’
‘Fırtına dünyayı yenileyecek. Deniz dalgalardan ibaretti, gökyüzü kelimelerden.’” denmiş “Lav Denizindeki Ada”da… Yağmur bütün izleri silecek mi? Fırtına dünyayı yenileyecek mi? Deniz dalgalardan, gökyüzü kelimelerden ibaret mi? Nasıl oluyor/ olacak bu? 

Göbeklitepe şimdiki kadar meşhur değilken oraya gitmiş, kimseciklerin olmadığı o ıssız tepede bizden 11 bin yıl önce yaşayan insanların bıraktığı izlere biraz hayranlık biraz da tedirginlikle bakmıştım. Kendimizi çok önemsiyoruz ama evrenin büyüklüğü karşısında çok küçük ve aciziz. Carl Sagan’ın “Soluk Mavi Nokta” dediği bu gezegen ve yaşamımız belki de o kadar eşsiz ve özel değildir. Fakat bizler, türümüzün devamlılığı için yaptığımız/ yapacağımız her şeyi çok ama çok özel görme eğilimindeyiz. Bu anlaşılabilir bir zaaf. Sorunuza gelecek olursak evet, yaşam devam edecek. Yaşamın kendisi “hayatta kalma ustası”dır çünkü. 

İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

Yazdıklarıma dönüp bakınca yol imgesinin, yolda olma hâlinin bende önemli yer tuttuğunu görüyorum. “Hâlin yol hâlidir daima” diye bir dize yazmıştım. O dizenin muhatabı kendim değildim ama bugün görüyorum ki benim için yazmak bir yolculuk olmuş. Yazdığım sürece ben de bir yolcu gibi hareket emişim. Uzun yolu, uzun yolda araba kullanmayı severim. Bir yolu ilk kez deneyimlemenin heyecanını içimde hep taşırım. Bu durum yazmak için de geçerli. Ne zaman yazmaya otursam sanki ilk yazımı yazıyormuşum gibi hissediyorum. 

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Eskiden sokaklar ve mahalle içindeki belli muhitler mutlaka kendilerine özgü isimlerle anılırdı. Mesela benim köyümün eski adı “Avluk”. Av yapılan yer demek. Rivayete göre Yavuz Sultan Selim, o yörede dağ aslanı avladığı için böyle bir isim verilmiş. Bir hikâyesi var yani. Bizim mahalle ise adını etrafında kurulduğu Roma kalesinden alıyor: Kalealtı. Ben köyümden örnek verdim ama aynı şey şehirlerimiz için de geçerli. Şişli’nin, Kadıköy’ün, Fatih’in, Eminönü’nün bir hikâyesi ve anlamı yok mu? Şimdi bunları kaldırıp dümdüz birer numara vermek şehir kimliğini, şehre olan aidiyeti, o şehrin insan ruhunda bıraktığı hisleri ortadan kaldırmaktan başka neye yarar? İnsanlar şehirleri, sokakları, muhitleri adlandırırken aslında oraları sahiplenir, o yerlerle bağ kurarlar. Bu bağı zayıflatmamak lazım.

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?

Şair arkadaşım Murat Serdar Çakıroğlu’nun kapısını çalar ve ona “Olvido”yu okurdum unutuşun ve hatırlayışın hatırına: 

“Amansız gecenle yayıl dört yanıma

Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.”

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Şehri anlatmak deyince aklıma İshak ve Alleben Öyküleri gelir ilkin. Tabii mutlaka Uzun Çarşının Uluları. Şiir ve şehir deyince Ülkü Tamer’in “Bir Adın Yolculuktu” şiirini unutmamak lazım. Film demek şehir demek zaten bana göre. Ama Gün Doğmadan filmindeki Viyana… İşte tam seyirlik bir olay.

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Ben Akdeniz çocuğuyum. Elbette Adana derim bu soruya. Kavgası gürültüsü, umudu ve telaşı, kızgınlık ve hırçınlığı, saman alevi gibi parlayıp sönen öfkesi, zenginliği-yoksulluğu ve yaşama sevinciyle Adana Türk edebiyatının şehir olarak vücut bulmuş halidir.

edebiyathaber.net (7 Mart 2023)

Yorum yapın