Şehir söyleşileri: Mehmet Fırat Pürselim | Merve Koçak Kurt

Ocak 31, 2023

Şehir söyleşileri: Mehmet Fırat Pürselim | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Mehmet Fırat Pürselim oldu. Pürselim, “Benim gibi kendinizi toplumsal çizgide görüyorsanız, şehirlerin kalplerinde sızlayan geçmişlerini anlatmanız kaçınılmaz oluyor. Muktedirler tarihi unutturmaya, tarihçilerse kendi bakış açılarına göre yorumlamaya çalışırlar. Edebiyatçılar ne yaralı kolu keserler ne de pansumanla geçiştirirler, irin akana kadar size yarayı anlatırlar, yaralayan ve yaralananın gün gelip barışmasını umut ederler. Ben de bu günü ve geçmişi anlattım ve anlatmaya devam edeceğim, çünkü benim insandan yana umudum hep var.  diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Antalya doğumluyum, anne tarafım Antalyalı. Şehrin eski halini bilenlerdenim, o zaman güzeldi hâlâ da çok güzel. Dört – beş yıldır, yarı zamanlı Antalyalıyım, ilk fırsatta kendime büro – yazıevi – kütüphaneden oluşan bir mekân kurup tam zamanlı yaşamayı planladığım şehir burası. Elbette bir de küçük narenciye bahçesi olacak, ticaret için değil ama ağaçların altında hayal kurup, dostlarla şeker portakalını bölüşmek için.    

Baba tarafım Trabzonlu, babaanne ve dedesinin yanında büyüyen bir çocuk olarak, yazları gidilen bir memleketin ötesinde, aidiyet hissettiğim yer benim için Trabzon. Dedemin vefatından sonra yazları gitmeyi bıraksam da, babaannemin cenazesinden sonra yirmi yıla yakın bir süre gitmesem de, son zamanlarda daha sık gitmeye başladım ve her gittiğimde kendimi ait hissettim. Ganita’da çay içmek, Polita’dan Karadeniz’e bakmak, memleket işte.

Ömrümün neredeyse tamamını geçirdiğim İstanbul. Daha özelinde Anadolu yakası daha da özelinde Üsküdar ve Kadıköy. Kadıköy’ün kendimi kaybettiğim hareketliliği ve Üsküdar’ın kendimi bulduğum sakinliği. Beni ben yapan denizi, evleri, iş hanları, kitapçıları, sahafları, çarşıları, sinemaları, tiyatroları, parkları, pasajları, kafeleri, birahaneleri, balıkçıları, kedileri, kuşları… ömrümün sokaklarında yazılan hikâyesi.    

Bir de kırk yıla yakın zamandır hep hayatımda -hiçbir zaman merkezinde değil ama hep bir yerlerinde- olan Sakarya’yı anmazsam haksızlık etmiş olurum. Yokluğunda aramadığım ama varlığı iyi gelen, sitemsiz dostum benim. Ne zaman arasam yanımda olan, sonra sessizce ortadan kaybolan yeşil siyah şehrim.

Tüm bu şehirlerden kelimeler ödünç aldım ama sözlüğümü İstanbul’da doldurdum. 

Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Babaannemden dinlediğim dalgalı denizin masallarından ve annemin anlattığı sıcak iklimlerin öykülerinden sağdım kelimelerimin hem kara hem de ak sütünü. Sonra onları büyük bir nehre benzeyen Boğaziçi’ne mayaladım. Defterimi böyle oluşturdum. Defterime yazdığım kelimeler ise Boğaz’ın iki yakasında gidip gelen martıların kuyruklarına takılanlardan süzülüp bana kalanlardır.  

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Benim için Kız Kulesi özeldir. Çıkışının yasak olduğu dönemlerde arkadaşımla kıyıdan tekne kiralayıp işgal etme planlarımızı bekçi köpekleri püskürtmüştü. Halka açıldıktan sonra terasından İstanbul’u seyretmeye doyamadığımı hatırlıyorum. Ama asıl güzel olan kuleyi seyretmektir, çünkü prensese saray olarak yapılan yapının, sonrasında, hastane, hapishane, deniz feneri, karantina merkezi, gümrük istasyonu, gözetleme kulesi, hatta bir dönem mezarlık olarak kullanılmış olması size sonsuz olanak sunar ve o kuğuya benzeyen binaya bakarken bir şeyden her şey yapabileceğinizi idrak edersiniz. Ben gene de o fenerin bekçisi olup, İstanbul’u yazan bir yazar olmanın hayalini kurarım. Galata Kulesi, İstanbul’un en güzel seyredildiği yerdir bence ve asansör kullanmayıp merdivenlerinden çıkan çiftleri gerçekten de evlendiren bir telli babadır aynı zamanda. (Tecrübeyle sabittir.) Galata’ya her çıktığımda -çok kalabalık olduğundan artık sadece baktığımda- kolları kanatlı bir Hezarfen gibi hissederim ve kuleden atlayıp Doğancılar Parkı’na inmemek için güç tutarım kendimi. Gözlerimi kapatıp kuş olduğumu hayal ederim ve saçlarımı okşayan rüzgârı hissederim. Üsküdar’ın Karlık Bayırı’nda, Doğancılar Parkı’nda, Fethi Paşa Korusu’nda oturup ağaçlara bakmayı severim, dinlemeyi bilirseniz ağaçlar usta anlatıcılardır çünkü. Üsküdar’ın artık çok az kalmış eski sokaklarında dolaşmayı, özellikle Kuzguncuk’u çok severim, bostanında saatlerce oturabilirim. Onların ağzından eski hikâyelerin fısıltılarını dinlemek hoşuma gider. 

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Kadıköy Çarşı’da her zaman için şair ve yazarlara rastlayabilirsiniz. Eski zaman yazılarından okuduğumuz ya da ustalardan dinlediğimiz herkesin toplandığı belli mekânlar yerine dağınık biçimde kendine samimi gelen yerlerdedirler. Artık besleyen ortamdan değil de bir araya gelen dostların oluşturduğu ortamlardan bahsetmek daha doğru gibi. Zaman içinde mekânsal değişimin yaşandığını, bir dönem sıklıkla gidilen yerlerin daha sonra çeşitli sebeplerle gidilmez olduğunu da söylemeliyim. Edebi açıdan besliyorlar mı bilmiyorum ama dostlarla birlikte olmanın hoşuma gittiği yerler var; Pablo, Pavlonya, İstanbul Kitapçısı bunların başında geliyor. Buralarda sadece edebiyatı değil daha ziyade hayatı paylaşıyoruz. Üsküdar’daki kişisel tarihimde yeri olan pek çok yer zamanla kapandı maalesef ama hâlâ ayakta duran sadece sevdiğim dostlarımla ya da yalnız başıma gittiğim Uncular’daki Şadırvan özeldir, benim için.  

“Hayat Apartımanı”, “Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri”, “Akılsız Sokrates”, “Sakarmeke”, “Flamingo Çocuk”, “Şamanların Sonuncusu”, “Yavru Fok Nesu” ve diğerleri… Bulunduğunuz şehir/ler, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor? 

Yazdığım metinlerin mekânla bağ kurmasını seviyorum. Şehirler, kahramandan rol çalıp kendi hikâyelerini anlatsınlar istiyorum. Hemen her kitabıma İstanbul gökkuşağı gibi mutlaka girmiştir ama onun dışında İzmir güçlü bir meltem, Antalya portakal renkli güneş, Çanakkale dinmeyen rüzgâr, Adana sıcağa atılan kurşun, Karasu (Sakarya) mistik bir dere gibi sızmıştır yazdıklarıma. Taşra ve bozkır da vardır yazdıklarımda ama onlar belirgin değildir, daha genel biçimde herhangi bir bozkır ya da tüm kıraç topraklardır, araçla geçerken ardınızda bırakılan toz bulutunun hüznü gibidir adeta. İstanbul tüm o kaosuyla, kaotik ortamıyla yazmak için sınırsız malzeme sunarken gene aynı sebeplerle yazmanız için gerekli olan zamanı ve sakinliği de sömürür. İstanbul’da olduğunuz için yazarsınız ama bu yazış ona rağmendir.       

“Hayat Apartımanı”, bir apartmanın ağzından İstanbul’u ve ‘İstanbulluları’ (Ermeni tehcirini, 6-7 Eylül olaylarını, 68 kuşağını, 90’ların Türkiyesini) anlatan bir öyküydü.  Kitaba adını veren öykü… Yaşadığınız/bulunduğunuz şehirlerin kadim “geçmiş”iyle yahut “yakın” tarihiyle nasıldır aranız? 

Edebiyatın bir işlevi de yaşadıklarınızın ve geçmişte yaşananların unutulmasına izin vermemektir. Tabii bunu bir tarihçi gibi değil de insanın hikâyesi üzerinden anlatırsınız. Benim gibi kendinizi toplumsal çizgide görüyorsanız, şehirlerin kalplerinde sızlayan geçmişlerini anlatmanız kaçınılmaz oluyor. Muktedirler tarihi unutturmaya, tarihçilerse kendi bakış açılarına göre yorumlamaya çalışırlar. Edebiyatçılar ne yaralı kolu keserler ne de pansumanla geçiştirirler, irin akana kadar size yarayı anlatırlar, yaralayan ve yaralananın gün gelip barışmasını umut ederler. Ben de bu günü ve geçmişi anlattım ve anlatmaya devam edeceğim, çünkü benim insandan yana umudum hep var.

“Kız Kulesi’ne karşı kahve höpürdettim. Galata Köprüsü’nde istavrit tuttum, iğnelerimi demirlerinde taktırdım. Zeki Müren’den Şimdi Uzaklardasın’ı dinledim. Çiçek Pasajı’nda kokoreç-bira keyfi yaptım. Emek’te film festivalini takip ettim. İstiklal’de kitapçıları dolaştım. Kavak’ta midye yedim, Poyraz’da çay içtim…” demişti “Akılsız Sokrates”teki öykülerden birinde anlatıcı. Peki, yaşadığınız şehir ve yaptığınız iş kaleminizi nasıl şekillendirdi?


Yaşadığınız şehir ya da hayatınızı kazandığınız işiniz yazdıklarınıza doğrudan girdiği gibi dolaylı olarak da sızar. Sokaklarında kaybolabildiğiniz şehirler size sınırsız yazı imkânı sunar. Kaç kuşak yaşarsanız yaşayın İstanbul’u keşfetmeniz olanaksız olduğundan her gün beni şaşırtıp farklı gözle bakmamı sağlayan bu şehir, tek başına binlerce şehri anlatabilecek çeşitlilik sunuyor. Avukatlıkla ilgili olarak doğrudan hikayeler anlatmam mümkün olsa da beni asıl besleyen tarafı insanlarla empati kurmamı sağlamasını ve farklı insanlar tanımama vesile olması. Ben anlatılan hikâyelerle paketli olarak verilen kristal vazoları değil, tanıdığım gerçek insanlardan sıyırıp aldığım kili yoğurup şekillendirerek yaptığım sürahiyi, çanağı, çömleği paylaşmayı seviyorum.  

“Zaten adımı Turna koyarken biliyorlardı; sürgün bir ülkede yaşayamayacağımı, bir gün o özgür güneş ülkesine gideceğimi.” demişti bir öykü kahramanınız olan Turna “Sakarmeke” kitabınızda. Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Mekân olmadan da yazılabilir elbette, zamansız da, kahraman olmadan da, değişik denemeler yapmak ve bunlardan alnının akıyla çıkmak elbette mümkün. Ben, hep aynı kitabı tekrar tekrar ama her seferinde daha iyi yazanlardan değilim. Her seferinde farklı şeyler arıyorum; öğrenmeyi, denemeyi, okuru şaşırtmayı seviyorum. Mekânın yazar üzerindeki etkisi yazacağı metne göre değişir, o mekânın anlatısını yapacaksa ya da mekân güçlü bir karakterse farklı, atmosfer yaratmaya ya da fon olarak kullanmaya yarayacaksa farklı şekilde etkiler. Bu doğrultuda metne doğrudan girer ya da sızar. Sürekli gittiğiniz ve sevdiğiniz mekânların, ya da bir kez gitmiş olsanız dahi sizi etkilemiş olanların beyninizin sandık odalarında kilitli dursalar bile, bir yeri anlatırken birden metne sızdığını -o an ya da çok daha sonraları- fark edersiniz. İşte bu mekânın hafızasıdır ve sizinle kurduğu bağı okura da düğümlemiştir ve bence bu çok kıymetlidir. Öte yandan mekânsız öykülerde anlatınıza bağlı olarak, eksiklik olmaması elbette mümkündür ama mekânsızlığın en büyük eksikliği okuru öykünün içine sokan atmosferin yaratılamamış olmasından kaynaklanan mesafe olacaktır bence.  

İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

Yollarda geçen kitapları, yol hikâyelerini severim. Otobüs ya da tren yolculuklarında kafamı cama dayayıp dışarıda akıp giden hayatlara ilişkin hikâyeler kurmayı severim. Özellikle ıssızlığın ortasında tek başına duran evlerin ve içinde yaşayanların hikâyesini merak ederim ve uydururum. Solgun sokak lambalarının aydınlatmaktan ziyade gölgelediği hayatlar bana çekici gelir. Yolda geçen uzun bir bildungsroman yazmanın hayalini kuruyorum, yazmaya ilk başladığım günden beri. Hatta yazmak hiç önemli değil yolda olmanın İran’a, Küba’ya, Kongo’ya gitmenin hayalini kurmak dahi hoşuma gidiyor. Yolun romanı yazarım ya da yazamam, uzaklara giderim ya da gidemem ama hayali beni diri tutan şeylerden biri.

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Pek çok şehirde sokak adları yani şehrin bir hafızası yok. Bununla ilk karşılaştığımda çok şaşırmıştım kimliksiz bu durumdan rahatsız olmuştum. Neyse ki, İstanbul’da böyle bir durumla karşılaşmıyoruz, her sokağın kimi zaman saçma da olsa bir adı var. Ama gerek İstanbul’da gerekse de ülkede genel hafızadan kopartma eylemleri muktedirlerin eliyle yüz yıllardır devam ediyor. İktidarlar, beğenmedikleri sokak ya da cadde adlarını, köy, ilçe ve hatta il adlarını bir gecede değiştiriveriyorlar. Oraların kadim isimlerini kullananları bile düşman belliyorlar. Yerli ve milli hale sokuyorlar. Baksanıza ülkenin her tarafı Güzelyurt, Yeşilova, Uluköy… 30 bine yakın, köy, kasaba, dağ, ırmak ve diğer coğrafi yerin adı değiştirilmişken kent, ülke ya da toplumsal belleğin amneziye tutulmaması imkânsız elbette. 

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?

Kafka’nın kapısını çalarım ama çok hoşsohbet olmadığını düşündüğüm için, kapıyı çaldıktan sonra Kavafis’in Şehir şiirini bırakıp kaçarım: 

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. 

Bu şehir ardandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

Aynı mahallede kocayacaksın;

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Fernando Meirselles’in Rio’nun favalelarında geçen Tanrıkent, çok yönetmenli Havana’da 7 Gün, Philip Kaufman’ın yönettiği Prag’da geçen Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği, elbette Derviş Zaim’in İstanbul’a başrol verdiği Tabutta Röveşata, Nuri Bilge Ceylan’ın Güzel Atlar Diyarı’nın sesini çok net kulaklarımızda işittiğimiz Kış Uykusu, Mahmut Fazıl Coşkun’un taşra sıkıntısını anlatan muhteşem Yozgat Blues’u, en sevdiğim yönetmen Reha Erdem’in Çanakkale’de geçen Beş Vakit’i, Kars’ta geçen Kosmos’u… 

Tek bir öykü adı vermek haksızlık gibi geliyor bana; Sait Faik’ten Burgaz Ada’yı, Orhan Kemal’den Adana’yı, Yücel Balku’dan Bursa’yı, Cemil Kavukçu’dan İznik’i, Ahmet Büke’den İzmir’i, Ethem Baran’dan Yozgat’ı, Barış Bıçakçı’dan Ankara’yı, Füruzan’dan İstanbul’u, Cevat Şakir’den Bodrum’u, Hasan Özkılıç’tan Iğdır’ı okumayı önereyim.   

Orhan Veli’den İstanbul’u Dinliyorum, Vedat Türkali’den İstanbul, Attila İlhan’dan 941’de İzmir, Ahmet Arif’ten bir Ankara şiiri olan Karanfil Sokağı, ilk aklıma gelenler. 

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Sonsuz zamanı, sınırsız mekânı, sayısız insanı ve tükenmeyen hikâyeleriyle elbette İstanbul’a benzetirdim. 

edebiyathaber.net (31 Ocak 2023)

Yorum yapın