Mehmet Fırat Pürselim: “Bir karnaval gibi anlatmaya çalıştım.”

Aralık 14, 2020

Mehmet Fırat Pürselim: “Bir karnaval gibi anlatmaya çalıştım.”

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim’in İthaki Yayınları tarafından okura sunulan öykü kitabının adı. Kuşların özgürce kanatlandığı bir kapak resmiyle selamlıyor bizi. İçinden “hayat” geçen öyküler kimi zaman güldürüyor kimi zaman düşündürüyor. Yalnızlık da var aşk da, acı da var mutluluk da, düş de var gerçek de… Pürselim’e Sakarmeke’ye dair, aklımıza gelenleri sorduk. O da aklından geçenleri söyledi. Sonuçta okunası bir söyleşi ortaya çıktı.

Gözlerim “Sakarmeke”nin öyküsünü aradı kitabın içinde, baktım öyle bir öykü yok, belki de bütün öykülerin adıdır dedim. “Ad kaderdir.” sözünden yola çıkacak olursak, adını nasıl aldı Sakarmeke?

Öykü adı olarak geçmediği gibi kapak dışında da geçmiyor sadece öykülerden birinin içinde bize kanat sallıyor sakarmeke. Dosyayı hazırladığım zaman şaşırtıcı biçimde hemen her öyküde kuşların yuva kurduğunu fark ettim. İçimde ne kadar çok kuş biriktiğimi o zaman anladım ve kitapla birlikte bir nevi özgür bıraktım onları. Sakarmeke aslında göçmen bir tatlı su kuşu fakat iklim değişikliğiyle birlikte önce göçmeyi unuttu sonra aidiyetlerini, yaşam biçimini değiştirip denizleri de mesken tutmaya başladı. Bu kitapta da, aidiyet, göç, yuva, özgürlük konuları işlendiği için hepsini kapsayan bir ad olarak sakarmeke ortaya çıktı. Bu arada ad kaderdir ne güzel söz, Anadolu’da çok sık hastalanan kimi çocukların adını değiştirirler, adının ağırlığını taşıyamadı diye. Bunun kitapla bir alakası yok, güzel sorunuza nazire yapayım dedim.  

Kitabın ilk öyküsü “Her Vakit” aslında hüzünlü bir aşk öyküsü: Nene’nin gençliğinde kavuşamadığı müezzin tarafından okunan ezanın yaşlılığında da zihninde çınlayıp durması… Hafıza, bellek, unutuş, hatırlama üzerine ne söylerdiniz?

Belki de cehennem hatırlamaktır. Güzel anılar aklımızı terk eder gider de biz sadece geride kalan kötüleriyle yas tutarız. Ben unutmayı tercih ediyorum, unutmazsan affedemezsin, affedemezsen hayatla barışamazsın. Tabi bir türlü unutamadıklarım da oluyor, geriye dönüp dönüp yaşadıklarım. Unutamadığımız bir başka şeyse yaşayamadıklarımızdır, nedense yaşadıklarımızı unuturuz da yaşayamadıklarımız hiç beklemediğimi anda aklımıza düşüverir.   

“Ledli Zaman Hikâyesi” distopik diyebileceğimiz bir evrende geçiyor ve George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’üne, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına, José Saramago’nun Körlük’üne bir selam yolluyor sanki. “Bakmayı sürdürünce dünya beyaza kesti. Buna beyaz körlük diyorlardı. Geçiciydi ama uzun ve sürekli bakışlarla kalıcı hâle gelebiliyordu.” denmiş öykünün bir yerinde. Bir öykücü için metafor kullanarak anlatmanın imkânlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu öykü aslında uyku problemi çektiğim dönemde aklıma düştü. Distopik bir öykü ve kara pardon pardon aydınlık bir gelecekte geçiyor. Politikacılar sürekli olarak aydınlık gelecekten bahsederler, gerçekten onların gelecekleri ışıl ışıl olur, halka da ışıltının faturasını ödemek düşer. Kalem yazarın silahıdır derler ya, metafor da onun kurşunu. İyi kullanırsanız bir Çehov hikâyesi olur ve sahnede duran silah patlar.   

“Ufak Bi’ Teslimat” öykünüz “Allah, onu yeryüzüne atmış, Azrail’se unutmuştu. Gömülmemiş bi’ ceset gibi ölüm kokuyordu. Bilirsiniz işte, kimi ihtiyarlardan yayılan o buram buram pası. Canını birine teslim etmesi gerekiyordu ama kimse almıyordu. Sonunda ben gönüllü oldum.” diye başlıyor ve olaylar hızla gelişiyor. “Para, yaşlılık, ölüm” üçgeninde hayatı, yaşamayı, yazmayı nasıl “görüyorsunuz”?

Bu öykü, kitabın en eğlenceli öyküsü; ben yazarken çok eğlendim. Okur da okurken çok eğlensin isterim. Fakat bitirdiğinde, ulan o kadar güldüm o zaman neden içim sıkılıyor diye sorsun da isterim. Sorsun çünkü işsizlik aslında eğlenceli bir konu değildir. İnsanı cinayet işlemeye kadar bile götürebilir. Hiç unutmuyorum, yıllar önce CMK kapsamında suça sürüklenen bir çocuğun müdafiliğini üstlenmiştim. Polis otosunun arkasındaki kafesli bölmede çocukla birlikte Adliyeye giderken, ona aklımca nasihatte bulunuyordum: Çalışmasını, bir işe girmesini falan söylüyordum. Bana yanımızdan geçen lüks otomobili gösterdi, Ben bunu istiyorum, dedi. Asgari ücretle bu arabayı kaç yılda alabilirim biliyor musun? diye sordu. Bilmiyordum. Yanıtı iki kelimeydi. Asla alamam. İnsanlara sürekli renkli hayatlar pompalayan bir düzende yaşıyoruz ama hayata eşit başlatmıyoruz. Biliyorsunuz hukukçuyum, bir yandan da sosyoloji okuyorum ve ben insanların suç işleme sebeplerinden çok onca yoksulluk ve yoksunluğa rağmen suç işlemekten alıkoyan sebepleri daha çok önemsiyorum.

“Zaten adımı Turna koyarken biliyorlardı; sürgün bir ülkede yaşayamayacağımı, bir gün o özgür güneş ülkesine gideceğimi.” diyen o “Turna”nın ağzından dinlesek; “o özgür güneş ülkesi” nasıl bir yerdir?

Ütopya denildiğinde ilk akla gelenlerden olan Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi Turna’nın ütopyası da özgür bir güneş ülkesi. Herkesin bir güneş ülkesi vardır ve farklıdır. Turna’nınkini okurun hayaline bırakmayı daha uygun buluyorum. Lakin kadınlarla erkeklerle eşit olduğu, dövülmediği, sövülmediği, öldürülmediği bir ülke olduğunu söyleyebilirim.

“Serçe”nin hikâyesi biraz hüzünlü, biraz trajikomik, biraz uçuk diye tanımlanabilir belki. Bir yanda evlatlık olduğunu kabullenme süreci, bir yanda şarkıcı olma hayali ve diğer yanda da bir genç kız olarak bedeniyle barışık olamama durumu dikkati çekiyor. Bir öykünün içine nasıl bu kadar çok şey sığdırabildiniz?!

Hayli oylumlu bir öykü oldu, hatta novella da diyebiliriz Serçe için. Çok katmanlı bir anlatı denedim. Bilinçakışı, iç monolog, hayal, rüya, geriyegidişlerle bezeli sürekli okurun ilgisini bekleyen bir metin. Günümüzde yazılan öykünün altın kuralı olan ne anlattığın değil nasıl anlattığın önemlidir ya, ben de bir karnaval gibi anlatmaya çalıştım.  

“Erektus Kalesi”nde kadın-erkek ilişkilerine dair oldukça ironik bir söylem kullanmışsınız. O ironi, hukukçu olarak içinde yaşadığınız toplumdaki gözlemlerin bir sonucu gibi duruyor. Kadın-erkek ilişkilerinin “eşitlik” üzerine kurulmadığı bir toplumda nelerle karşılaşırız (özetle)? Bu karşılaşmalar edebiyata nasıl yansır?

1980’lere kadar tartışılmaz biçimde kadının ilk görevi çocuklarını devletine, milletine bağlı makbul vatandaşlar olarak yetiştirmek olarak görülmüştür. Kadın çalışabilir, işyerinde en üst konuma gelebilir ama camlarını bir ay silmezse ‘kadınlık’ bilmeyen biri olarak aşağılanırdı. Düşünsenize Medeni Kanunun 159. maddesini, 1990 yılında Anayasa Mahkemesi iptal edene kadar kadın çalışmak için kocasının iznini almak zorundaydı.  2002 yılına kadar ailenin reisi erkekti ve eşlerin anlaşamadığı konularda erkeğin sözü geçerliydi. Kocasına soyadını verecek kadar baskın bir karakter olan ülkenin tek kadın başbakanı dahi bu durumda bir beis görmeyerek değiştirmeyi düşünmemişti. Neyse ki sonraki dönemde yasalar nezdinde az çok bir eşitlik kurulsa da, toplumsal düzlemde maalesef hâlâ karşılığını bulamadı. Sadece erkekler açısından düşünmeyin, kadınlar açısından da yansımadı. Kadınlar da geleneksel bakış açılarını değiştirmekte zorlandılar ve bunun için mücadele eden kadınları kınadılar. Eşitliğin kurulamadığı toplumlarda ne ile mi karşılaşırız? Tek bir şey söyleyeceğim. Kadınlar kendilerini sevdiği söyleyen adamlar tarafından öldürülür ve koskocaman ‘Anıtsayaç’lar olur.

Toplum bir anda değişmez, adım adım değişir. Devrim, devleti değiştirebilir ama toplumu dönüştürmek öyle kolay olmaz. Yasa değişikliği önemli adım ama toplumun bakış açısının değişmesi için edebiyat, sinema, televizyon, gazeteler vs. çok daha güçlü etki yaratır. Anıtsayaç’ın sıfırlandığı yıl bilin ki eşitlik gerçekleşmiştir.  

“Martı Avcısı” hüzünlü bir mülteci/sınır/kaçak öyküsü. “Göç mevsimiydi, kuşlar uçup gitti. Azad da peşleri sıra.” Azad, Hassan, Jamal, Mirza ve diğerleri… Bu yazgı nasıl değişir? İnsanca yaşamak için uzaklara göç etmekten başka yol bulamayanların yazgısı…

Dünyanın bir yerlerinde; savaş, baskı, açlık oldukça ve bir başka yerindekilerin dünyanın kaynaklarını sömürerek semirdikleri küresel bir düzen oldukça göç bitmeyecek. Göçmenlik köksüzlük halidir ve hiçbir ağaç mecbur kalmadıkça köklerinden soyunmaz. Ne giden ağaç orada kök tutabilir ne de kalan kökler yeni bir ağaç bulabilir.    

Kitabınızla ilgili sorulmasını istediğiniz bir soru-cevabı da siz ekleseniz…

Turna’nın özgür güneş ülkesini sordunuz, benimkini sormadınız. 🙂

Benim özgür güneş ülkem; özgürlüklerin kısıtlanmadığı, bir ağaç gibi tek ve hür ama bir orman gibi kardeşçesine yaşanılan bir yer. Bizden umudum yok ama dilerim çocuklarımız o ülkede yaşarlar. 

edebiyathaber.net (14 Aralık 2020)

Yorum yapın