Şehir söyleşileri: Gamze Güller | Merve Koçak Kurt

Kasım 3, 2023

Şehir söyleşileri: Gamze Güller | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Gamze Güller oldu. Güller, “Mekânla insan birbirine karışır bir süre sonra. İnsan yaşadığı yeri dönüştürür, mekân da onu etkiler. İklim gibi, ülke gibi, uzun süreler içinde vakit geçirdiğimiz yerler de böyledir. Yaşadığı yere, çalıştığı masaya bakmak bir insanla ilgili çok şey söyler.” diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Öyle çok şehirden geçti ki yolum… Ankara’da doğdum. Liseyi bitirene kadar buradaydım. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. Yüksek lisansımı da orada yaptım. Ailemin yarısı İstanbul’da yaşıyor, küçüklüğümden beri yarı oralı gibiydim zaten. Yedi yılın ardından Ankara’ya döndüğümde artık buradan ayrılmayacağımı düşünüyordum ki bu sefer de işim dolayısıyla seyahatler başladı. Özellikle Türk Cumhuriyetleri ve Rusya olmak üzere pek çok yerde bulunmam/yaşamam gerekti. Bunların en uzunları Moskova, Kazakistan/Almatı ve Astana oldu. İzin gününde sokakları gezen postacı misali her fırsatta yeni bir ülke görmeye çalıştım bir yandan da. Çok gezdim. Hâlâ da gezmeye, yeni yerler görmeye, bazen daha önce gördüklerimi yeniden ziyaret etmeye çalışıyorum. 

Sözcüklerle ilişkim elbette Ankara’da başladı. “Ev” dediğim çocukluğum beni yazarken çok besledi, besliyor. Ama buradan uzak düşmek, bazen hasret çekmek, yabancı hissetmek de bana çok şey yazdırdı. Yabancı bir yerde turist olarak dolaşmak başka, orada sürekli yaşamak başka. Hele dilini bilmiyor, insanlarına yabancı ve tek başınaysanız. Yalnızlığı severim ben ama bu başka tür bir yalnızlık, bir izolasyon belki de. Gezmeye gittiğinizde görmeyeceğiniz, fark etmeyeceğiniz şeyleri deneyimlemeye ve gözlemlemeye başlıyorsunuz. Bir şehirde hayalet gibi dolaşmak gibi. Bu hâlden de çok kelime topladım. 

Bu nedenle tam anlamıyla bir yere ait hissedemedim kendimi. Ne doğduğum yere ne de doyduğum yere aitim. Daha çok özgür bir ruh, bir dünya vatandaşı gibi gördüm kendimi hep. 

Diliniz, hangi dağların eteğinden/nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Dilim hayalle gerçek arasında bir yerden besleniyor. Gerçekten dağlar da nehirler de yazdım ama onlar ne gerçekten karşımda duranlardı ne de değillerdi. Gerçeğin üzerine bir hayal katmanı örtmeyi severim. Yaşadığım her gerçeklik zihnimde yeni bir gerçeklikle karışır, ihtimallerle, düşlerle çoğalır. Sözcüklerimi de buna göre seçerim. Her birinin çağrışımı önemlidir benim için. Salt anlamlarının ötesine geçsinler isterim. Az sözcükle çok şey anlatmaya çalışırım. Ama bu kısır değil tam tersi zengin bir dünyaya dönüşsün isterim elimde. Sesleriyle, yan yana gelişleriyle, zihinde yarattığı imgelerle bir şenliğe, bol renkli bir resme dönüşsün. Sezgiyle ilerlerim yazıda, okur da bunun peşinden gelebilsin isterim.

“O seslerini duydukları, girip çıkarlarken kapıları aralayan, perdelerin ardından onları gözleyen, ‘günaydın,’ dedikten sonra durup arkalarından bir süre daha bakan, çocuklarını camlardan sarkıp yemeğe çağıran, ‘baban eve gelmek üzere,’ diye onları azarlayan, ellerinde filelerle pazardan dönen, sabahları kapılarına ekmek ve süt bırakılan, apartman toplantılarına katılan, veli toplantılarına giden, mahalledeki çukur hâlâ kapatılmadı diye gazeteye mektup yazan, birbirlerine akşam oturmasına giden aileler gibiydiler.” diyorsunuz “En Çok Onu Sevdim” romanınızda. Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Esat’ta doğdum, Konur Sokak’ta büyüdüm. Konur’daki evi hâlâ rüyalarımda görürüm, çocukluk deyince onun imgesi belirir zihnimde. (Arada gider bakarım yerinde duruyor mu diye.) Kızılay, Güven Park, Kuğulu Park, Bakanlıklar benim için oyun alanlarıydı. Şimdiki keşmekeşle karşılaştırınca şaşırıyor insan. Güvenle evden çıkar sokaktaki dükkânlara giderdim bir başıma. Dört yaşında bile yoktum. Sokaktaki plakçıda müzik dinlerdim. Bakkalda bisküvi yerdim. Korku, tedirginlik, endişe yoktu. Ankara’nın ilk yürüyen merdiveni Gima’daydı, oradan alışveriş yapardık. Olağan üstü gelirdi bana. Lunapark gibi bir şey. Sanırım beni en çok etkilemiş olan o güven duygusu, hâlâ onu anıyor, arıyor oluşum bundan. Sonra Beştepe’ye taşındık. Atlıspor, Atatürk Orman Çiftliği ve Bahçelievler girdi hayatıma, aynı güven duygusuyla. İstediğimiz kapıyı çalıp, susadım, diyebildiğimiz bir çocukluk. İnsanlar daha masum, daha içten, daha iyiydi sanki. Belki de ben çocuk olduğum için bana öyle geliyordu. Şairin dediği gibi “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ Hiçbir yere gitmiyor.” Ben de onu aramaya devam ediyorum.

Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Mekân benim için sadece yazarken değil yaşarken de çok önemli. Nerede olursam olayım orayı güzelleştirmeye, orayla bağ kurmaya çalışırım. Yurt dışında mobilyalı evlerde de yaşadım uzun süre. İnsanın kendi seçmediği, üstüne başkalarının anıları, kokuları sinmiş eşyalarla bir arada olması tuhaf bir deneyim. Çekmecelerinde fotoğrafları olurdu, büfelerinde aile yadigârları, gezmeye gittikleri yerlerden topladıkları anı eşyaları… Bir anda terk edilmiş gibi, her şeyiyle bırakıyorlar evlerini. O eşyanın içinde olmak bir başkasının ruhuna, hayatına sızmak gibi. 

Mekânla insan birbirine karışır bir süre sonra. İnsan yaşadığı yeri dönüştürür, mekân da onu etkiler. İklim gibi, ülke gibi, uzun süreler içinde vakit geçirdiğimiz yerler de böyledir. Yaşadığı yere, çalıştığı masaya bakmak bir insanla ilgili çok şey söyler. Bunu gözlemlemeyi severim. Yazıda kullanmayı da seviyorum.  Mekân tasarlayan biri olarak mekânsızlık korkutur beni. Elbette böyle bir öykü de yazabilirim ama ister miyim bilmem. 

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Bu şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Ankara’da artık beni edebî olarak besleyen pek mekân kalmadı, bu nedenle daha çok evde yazıyorum. Benim için burayı en kıymetli kılan arkadaş gruplarım. Edebiyat, sanat konuşabildiğimiz ilham veren sohbetler çok daha önemli benim için. Benzer insanlar birbirini çekiyor zaten. Bu konuda şanslıyım, ilgimi çeken konuları, kitapları, filmleri konuşabildiğim yazar/sanatçı arkadaşlarım var. Üretkenlik konusunda sıkıntı yaşamıyorum, çokça biriktirdim, biriktirmeye devam ediyorum. Galiba ilhamı dışarıda arayıp, gelip evde yazıyorum.

İçimizden geçen yollar ile dışımızdaki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

İnsan nereye giderse gitsin bir yandan da kendi içine doğru yol alır. Bu yüzden bu yollar hep kesişir bende. Gezdikçe kendimi daha iyi tanırım. Yaşadığım duyguların içerideki karşılıklarını bulmaya çalışırım. İkisi birbirini etkiler ve tetikler. Yazarken de bunu yapıyorum. Mekândan, olaydan yola çıkarak iç dünyaya sızıyorum. Bu araştırmayı severim. Hatta Nehir öykümde şöyle yazmıştım: “İçimdeki yol, önümde- ki bütün yollardan uzun.”

“Her şey parlak, her şey ışıltılıydı. Bütün odalar yerden tavana kadar camdı. Cilalanmış, paketlenmiş ve kocaman bir hediye paketi gibi önlerine konmuştu. Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet aradı Asuman. Yoktu. Işıl ışıl aydınlatılmış dev bir kamusal alan hissi veriyordu ona.” diyorsunuz yine “En Çok Onu Sevdim” kitabınızda. Bir ev üzerinden kentsel dönüşümü anlatıyorsunuz. Örneği de pek yok edebiyatımızda galiba. Mimar olduğunuzu biliyorum. Böyle bir eserle nasıl bir iz bırakmak istediniz? Nelere dikkat çekmek istediniz ya da? Yine aynı romanınızın kahramanı, “Yüksek duvarlar arkasında mı mahalle yaşamı süreceğiz? Karanlık hiçbir yer kalmayınca mı güvende olacağız?” diye soruyor. Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair? 

Cooper’a göre; çocukluk döneminin zihinde canlanmasında yaşanılan yerle kurulan ilişki ve bilinçaltının ortaya çıkmasında ise yaşanılan yerdeki anılar ve mekânsal veriler etkilidir. Geçmişe ait anıları ve mekânları zihninde canlandırabilen birey, geçmiş ve geleceğini birbirine bağlayabilir. Kent mekânlarının hızlı dönüşümü bireylerin geçmiş anılarının silinmesine, yerle kurulan ilişkinin yok olmasına yol açmaktadır.(1) Kentsel bellek, en genel hâliyle bir kentin genel görünümü, insanların sosyo-kültürel ve ekonomik yaşam tarzının yansımalarından oluşur. Kentin dokusu, mimarisi, sokak, meydan, park gibi öğeler, anıtlar, kamusal mekânlar, insanların kente ilişkin ilk duyumlarını oluşturur. Gözlemci bireyin kent belleği, beş duyuya ilişkin deneyimlerinin yanı sıra, anılar ve anlamlarla yüklüdür. Bu nedenle kentsel dönüşümler ve mimari değişimlerle, alışkanlıklar hiçe sayılarak değiştirilen kentlerin çehreleri toplumun belleğini de olumsuz etkilemektedir.

Şehirler yapıları ve bileşenleri ile canlı ve değişkendir. Durmadan form değiştirir ve yeni anlamsal veya kültürel katmanlar kazanırlar. Ama bu değişim kontrolsüz olduğunda işin boyutu değişir. Ne yazık ki ülkemizde son yıllarda yaşanan kentsel dönüşüm çılgınlığı yaşadığımız şehirlerin mekânsal hafızasını alt üst etti, bağ kurduğumuz şehirler hatırladığımızdan farklı yerlere, tanımadığımız ve duygusal olarak yakınlık hissedemediğimiz alanlara dönüştü.

Aslında En Çok Onu Sevdim’i bunu anlatmak için yazdım. Kültürel bellek kaybı bizim varlığımızı tehdit eder durumda artık. Ankara’dan bundan nasibini fazlasıyla aldı. İlk sorularda anlatmış olduğum çocukluğumun mekânları ya artık hiç yok ya da bambaşka şeylere dönüşmüş durumda. Bu belleksizlik bir kimliksizlik yaratıyor. Kökleriyle bağı koparılan, özünü, geçmişini yitiren insan bugüne ve geleceğe de tutunamıyor. Mimarlar Odası bu konuda çok uğraşsa da fazla destek göremiyor çünkü rant kaygısı her şeyin önüne geçmiş durumda. Örneğin Cumhuriyet’in ilk toplu konut alanı olan Saraçoğlu Mahallesi’nin yüksek yapılaşmaya açılması yargı süreçleri ile iptal edilmeseydi, bugün Saraçoğlu Mahallesi diye bir yer olmayacaktı. Kentsel dönüşüme özgü hızlandırılmış yargı süreçleri ile deprem bölgelerinde yerleşim yerlerinin kadim uygarlıkların olduğu alanların rezerv alan ilan edilmesi ve yasa taslağının deprem bölgesinin dışında uygulanması ile hızlandırılmış bir yıkım ve talan süreci herkesi bekliyor. Cumhuriyet’in temsil mekânı başkent Ankara’da Emek, Bahçelievler, Anıttepe, Esat, Ayrancı gibi köklü cumhuriyet mahallerinin yıkımını hızlandıracağı, İstanbul’da Kanal İstanbul projesine uzanacağı, tarihi alanların, sit alanlarının yapılaşmaya açılacağı aşikâr… Mimarlar Odası kent hafızası yürüyüşleri düzenleyerek bu önemli mekânların korunması için bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. Ben de romanımda Mimarlar Odası Kütüphanesi’nden çokça faydalandım.

Çıkış noktam mekân ve nesneler üzerinden kendini bulmak için uğraşan ama denedikçe toplum tarafından yadırganarak yalnızlaşan bireyi anlatmaktı. Romanda şehir ve apartmanın bulunduğu mahalleyi hem gerçek özellikleriyle hem de ana karakter Asuman’ın bakış açısı ve ruh hâliyle doğru orantılı bir şekilde yepyeni tanımlarla ifade ettim. Romana konu olan evi kısmen mimar Nejat Ersin imzalı Cinnah Caddesi 19 numaralı apartmandan kısmen de şehrin o bölgesinde 50’li yıllarda inşa edilen diğer Ankara apartmanlarının ortak özelliklerinden faydalanarak yarattım. Mahalle gerçek ama kahramanın bakış açısıyla imgesel olarak yeniden tasarlandı. Benzer şekilde tamamlanması beklenen yeni ev ve civarı da Asuman’ın gözünde başka erkek arkadaşı Mete’nin gözünde başka şekillendi. Her ikisi de kendi beklentilerini, arzularını ve hayat görüşlerini mekânsal algılarına yansıttılar.

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Edebiyat asla tek bir şehir değil benim için. Zihnimde yarattığım, dünyanın her yerinden beslenen, sürekli dönüşen, değişen bir kavram. Herkes her anlatışında şehrini yeniden yaratır. Edebiyatın güzelliği de burada.

______________

(1) Cooper, C.M., (1992). Environmental memories, in I. Altman & S.M. Low (eds.), Place attachments: Human behaviour and environment: Advances in theory and research, Plenum Press, 86-112

edebiyathaber.net (3 Kasım 2023)

Yorum yapın