
Kimi eserler vardır, sayfalarında gezindikçe ruhunuzda belirgin boşluklar bırakır (böylesi eserler günümüzde oldukça azaldı); tıpkı yağmur damlalarının kurak toprağa düşüşleri gibi, sözcükler bilincinizin katmanlarında yankılanıp durur. Sıradan anlatılar, yaşamın yüzeysel sularında kulaç atarken (bu ifadeyi eski bir eleştirmenden aldım), Çayla Boyanmış Manzara okurunu varoluşun derinliklerine çeken bir girdap misali içine alıyor. Milorad Paviç’in kaleminden dökülen bu büyülü metin (bizzat kalemle yazdığına eminim), zaman ve mekânın sınırlarını eriten bir simya gibi, ruhu rüyalar âleminin eşiğine taşır (ki buna genellikle yalnızca uyku sebep olur); kelimeler labirentinde yolunu arayan zihin, gerçekliğin perdelerini aralayarak tasvir edilmesi zor kapılara abanır.
Paviç, basit bir hikâye anlatıcısından öte, edebiyatın müstesna mimarlarından biridir bence. O, cümlelerini inşa ederken dili yeniden oluşturmayı tercih edenlerdendir; karakterlerini dokurken kadim zamanların ustalarını kıskandıracak bir maharetle anlatının geleneksel duvarlarını görmezden gelmeyi sever. Hazar Sözlüğü ile dünya edebiyatının ufuklarını genişleten bu Sırp üstat, Çayla Boyanmış Manzara‘da da bizi anlatının ötesine, sözcüklerin ardındaki esrarlı evrene davet ediyor. Bu romanı, çözümlendikçe çoğalan, anlaşıldıkça derinleşen bir bilmeceler silsilesi.
Okur, Paviç’in kurduğu bu muhteşem labirentin koridorlarında ilerlerken, yalnızca bir romanın değil, kendi benliğinin de gizemli katmanlarını keşfedebilir (elbette bunun için edebiyatın ciddiyetine samimiyetle yaklaşmalı). Tıpkı eski bir tapınağın dehlizlerinde ilerleyen bir kâşif gibi (Indiana Jones misali diyelim hadi), her dönemeçte kendisiyle yüzleşir; her sayfada, kendi zihninin henüz keşfedilmemiş tarlalarına adım atar.
Bir Rüyanın İçinde Kaybolmak
Belgrad’ın sisli sokaklarından İstanbul’un minareler ormanına, Aynaroz’un sessiz manastırlarından Osmanlı saraylarının ihtişamlı dehlizlerine, Bizans’ın solgun mozaiklerinden Nazi Almanyası’nın karanlık gölgelerine uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi bu roman. Çayla Boyanmış Manzara. Ancak Paviç, bu görkemli yolculuğu sıradan anlatıcıların benimsediği doğrusal bir patikada sürdürmüyor; onun evreninde zaman, katı ve değişmez bir varlık olmaktan çıkıp, suyun içinde eriyen mürekkep damlası gibi akışkan bir hâl alıyor.
Zamanın bu akışkanlığında geçmiş ile gelecek, gün ışığı ile ay ışığı, hakikat ile hayal birbirine karışıyor; tıpkı rüyalarda olduğu gibi… Karakterleri, gündelik gerçekliğin sınırlarından âzâde, rüyalar diyarının silik ışıltılarıyla aydınlanan bir boyutta nefes alıryorlar. Mimar Atanasije Svilar’ın kaderi, zamanın kırılgan cam yüzeyinde adeta ipeksi bir dokunuşla süzülüyor. Ne var ki, “süzülmek” yahut “ilerlemek” kelimeleri bile bu anlatının özünü ifade etmekten aciz kalmakta; zira hikâye, düz bir yolda değil, binlerce yıllık bir labirentin esrarengiz dehlizlerinde, kıvrıla kıvrıla, bazen kendini tekrar ederek, bazen de kendi geçmişini unutarak ilerliyor.
Paviç’in romanı, klasik anlatı kalıplarının demir kafesinden kaçıp, okurun zihninde çözülmeyi bekleyen gizli bir harita gibi şekilleniyor. Onun edebî üslubu sıklıkla Borges’in labirent benzeri kurguları ile karşılaştırılsa da, Paviç’in satırlarında, bir bilgenin kibrinden ziyade, bir şairin sezgisel oyunbazlığı seziliyor. Metinleri yalnızca okunmak için değil, keşfedilmek için de tasarlanmış; tıpkı kadim bir tapınağın duvarlarına nakşedilmiş ve ancak sabırla bakıldığında anlamı çözülebilen hiyeroglifler gibi…
Gerçeklik ile Kurmaca Arasında Bir Araf
Çayla Boyanmış Manzara, büyülü gerçekçiliğin belki de en özgün biçimlerinden birini sunuyor bizlere. Paviç’in bu romanda tasarladığı dünya, gerçekle düş arasındaki sınırın belirsizleştiği bir araf sanki. Burada tarih, bir anlatıdan ziyade bir kehanet gibi okunuyor. Osmanlı padişahları, Bizans imparatorları ve Belgrad’ın karanlık köşelerinden fısıldayan hayaletler, Paviç’in rüya malzemesi olarak kullandığı unsurlardan bazıları.
Bu noktada kitabın çevirisi üzerine de birkaç söz etmek gerekir. Kadir Daniş’in çevirisi, Paviç’in o kendine özgü atmosferini Türkçeye taşıma konusunda büyük bir hassasiyet taşıyor içerisinde. Zira Paviç’i çevirmek, yalnızca kelimeleri aktarmak değil, onun kurduğu yapbozu doğru yerleştirmek anlamına da gelmekte. Çeviri, metnin o şiirsel yapısını, bulmaca hissini ve büyülü gerçekçilik dokusunu başarıyla yansıtıyor. Çayla Boyanmış Manzara’nın Türkçede de bir rüya gibi okunabilmesi, çevirmenin metne sâdık kalarak, aynı zamanda ona nefes aldırabildiğini gösteriyor.
Bir Labirentin İçinde Kaybolmak mı, Yoksa Yolu Bulmak mı?
Paviç’in büyülü dünyası, her okurun ruhuyla farklı bir diyaloğa girer; her zihin bu eşsiz labirentin koridorlarında kendine has bir yolculuğa çıkar. Kimileri bu gizemli dehlizlerde kaybolmayı seçer, zamanın ve mekânın ötesinde asılı kalmayı tercih eder; diğerleri ise sözcüklerin ardındaki gizli kodları çözmeye, anlatının karmaşık dokusunda görünmez iplikleri takip etmeye çalışır.
Çayla Boyanmış Manzara, adeta canlı bir organizma gibi okurunun zihninde kök salıyor, çiçek açan bir eserden farksız bu Manzara, bir yolculuk dememek elde mi?
Anlatının doğasını yeniden tasarlayan, zamanın ve gerçekliğin ezberlenmiş tanımlarını sorgulayan bir eserin izinde yürümek istiyorsanız, Paviç’in bu olağanüstü labirentine adım atmalısınız diye düşünüyorum. Ancak şunu da bilmelisiniz ki karşınızdaki, bildiğiniz anlamda bir roman değil; belki çıkışı olmayan, belki de her köşesinin yeni bir başlangıca açıldığı muhteşem bir düş labirenti… Hangi kapıdan girerseniz girin, aynı kişi olarak çıkmama ihtimaliniz yüksek. (Samimi iseniz)
edebiyathaber.net (8 Mart 2025)