Roman patlaması ve edebiyatta tektipleşme | Erdinç Akkoyunlu

Haziran 17, 2013

Roman patlaması ve edebiyatta tektipleşme | Erdinç Akkoyunlu

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Prof. Dr. Onur Bilge Kula, geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da açılan 3. Kitap Fuarı’nda A.A.’ya yaptığı açıklamada, “Türkiye’de günde 5 roman yayımlandığını” söyledi.

Prof. Kula’nın Kültür Bakanlığı’nın kitaplara verdiği bandrol hesabına dayandığından “resmi verilerle” yapılan matematiğine göre yılda 1.825; yayımcılara göre de (kendi çabasıyla yayımlanan bandrolsüzler dahil edilince) ortalama 2.100-2.200 roman yayımlanıyor. Yayımlanan roman sayısının 10 yıl önce yılda yaklaşık 150-200  roman olduğunu da hatırlayalım. Ve bugün yayımlanan romanların yaklaşık 1.000 tanesinin de bir yazarın ilk romanı olduğunu yine resmi açıklamadan ayrıca edebiyat araştırmacılarının metinlerinden bildiğimizi not edelim de böylece son 5-6 yıldır iyice dilimize yerleşen ifadesiyle neden yaşadığımız günlere “roman patlaması” adını verdiğimizi anlayalım ki patlamanın etkileri hakkında konuşmak daha yakıcı olsun…

Ayakta kalmak

Bir ülkede kendini ifade biçimi olarak edebiyat ve onun en çok bilinen türü roman patlama ifadesiyle karşılanacak denli büyüyorsa, ortaya bu büyüme çeşitliliği de getiriyor mu sorusu gelir ya da gelmesi beklenir. Elbette Türkiye’deki önemli yayıncıların önemli kısmının yayın stratejilerini kendi varlıklarını sürdürme hedefiyle kurmaları ekonominin doğasında var. Ne de olsa, rekabet artınca yaşamı sürdürme koşullarının çetinleşmesi yayıncılık dünyasına özel bir hal değil. Ama bu zor koşullar hemen her alanda amaca giden yolda her şeyi mubah gören Makyevelist bir anlayışı vebadan daha hızlı yayar… Ve ayakta kalmak, bunun için de sürümden kazanmak istenir de asıl hastalık, bu isteğin yayıncılık dünyası açısından büyük-butik yayıncı ayrımı yapmadan gerçekleşmesinde ölümcül olur.

Bugün yayın dünyamızın çok rekabetçi ortamında ayakta kalmanın tek koşulunun, ilk ve en büyük hedefi çok satmak olan popülerliğe yönelmek olduğunu biliyoruz. Ama iş gelir de edebiyata tektipleştirici bir şekilde yön vermeye dayanırsa, edebiyatın kendi varlığını sürdürmesi için çanlar asıl o zaman çalmaya başlar. Çünkü Türk edebiyatı 100 yıllık bir derinliğe sahip. Ve henüz kendi tadını mazisi kendiyle aynı 100 yıllık geçmişe sahip Latin Amerika edebiyatı başarısında bulmuş bir edebiyat değil.

Latinler ve biz

Elbette Türk edebiyatı da Latin Amerika edebiyatını besleyen askeri darbeler, siyasi cinayetler, faili meçhuller ve ölü mü diri mi olduğu bilinmeyen kayıplar, ekonomik çöküntüler gibi daha sayılacak, toplumun yapısını kökünden değiştiren acıları yaşadı. Hatta Türkiye’nin yazgısı, Latin Amerika ülkelerindekiyle tarihte görülmemiş bir şekilde benzer oldu. Ama coğrafya kaderdi… Ve Latin Amerikalılar kendilerini sömüren İspanyollar ile Portekizlerin diline edebiyatta büyülü gerçekçiliğin sınırlarını kendileri belirleyeceği denli gelişkin kullanabildikleri andan itibaren edebiyatın krallığına taht kurarken, Doğu–Batı arasında sıkışmış Türk edebiyatında başlangıç tarihine oranla özgünlüğün silinmez mürekkebiyle yazılı az sayıda eseri ve buna meyleden yazarı oldu.

Dahası, Latin Amerika edebiyatı artık büyülü gerçekçilik dilini bir edebiyat dili olarak kullanmamayı bu dilin ustalarının Everestlerini aşamayacakları hem de yeni bir dil oluşturacak denli zengin yaratıma sahip olduklarını düşünerek edebi devrimlerini son 15-20 yılda Avrupa edebiyatını bir kez daha paspasa çevirerek gösterirken, Türk edebiyatında ise bireysel birkaç iyi edebiyat örneğinin dışında Türk edebiyatı tadını oluşturacak bir hamur yoğrulamadı.

Kemal ve Pamuk olmak

Bunda elbette sınırlandırılamayan, şekil verilemeyen daha doğrusu akıl erdirilemeyen sadece kaderin ellerinde olan nitelikli yazarların periyodik ortaya çıkışlarının etkisi var tüm dünya edebiyatlarında olduğu gibi… Ne de olsa Yaşar Kemal olmak için gerçekten Yaşar Kemal’in insan duyarlılığına, edebi kalitesine ve yeteneğine gerek duyulur; yoksa edebi birikim sizi Yaşar Kemal yapmaz. Zaten buna Türk edebiyatında en nefis örnek de Orhan Pamuk’tur. Yazar olmak isteyen Pamuk, hayatını kazanması için bir işte çalışmasına gerek olmamasının ayrıcalığıyla yıllarca odasına kapanıp Türk ve dünya edebiyatını inceleyerek önce edebi inşa sürecini öğrenmiş, sonra yıllar içinde yazdıkça gelişen dili ve zihniyle de özgünlüğünü eserlerine Beyaz Kale’den itibaren yansıtmıştır. Bir başka değişle; Yaşar Kemal’in ilk metninden itibaren ortaya çıkan yazı kalitesinin yanında Orhan Pamuk’un kendi hissettiği yeteneği yıllarca çalışarak geliştirmesi… Bu iki hikâye de edebiyat yazarlığının tarihi kadar eskidir. Ve Yaşar Kemal parantezinin içine giren pek çok Allah vergisi yazı yeteneğini daha çabuk bulan yazar ile Orhan Pamuk gibi Allah vergisi yeteneğinin izini bulmak için dolambaçlı ve çok zor yolu yürümesi gereken yazarlar, zaten yazı ustalığının iki ana tipini oluşturur. (Burada Pamuk’a bir parantez açmak ve onun ülkesinin edebiyatını, dünya edebiyatıyla birlikte damarlarına kadar öğrenmek için verdiği uğraşın, bugüne değin henüz kimsenin girişemediği; girişse de tam başarılı olmadığı büyük bir çalışkanlığı, zekâyı ve iradeyi gerektirdiğini söylemek gerekir… Ne de olsa Nobel’e bir form doldurup kişi aday olamaz ama Nobel verilmez de, yarattıklarıyla alınır…)

Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk gibi gelişimleri farklı olsa da “Büyük Yazar” ifadesinin Türk edebiyatındaki karşılıkları olan yazarların ne zaman geleceğini, hapşırık gibi sadece kendileri belirleyebilir. Böyle olunca da edebiyattaki “yeni büyük yazar” kontenjanlarının bir şekilde doldurulması sorunu ortaya çıkar. Çünkü yılda 2 bin roman yayımlanıyordur, yarısı bir yazarın ilk romanıdır. İlk romanı olmayan yazarlar arasında kademe kademe satış rekabeti yaşanmaktadır ve büyük yazar çoksatar. Bugünkü roman patlamasında yaşanan biraz da odur.

Büyük yazar etiketi

Peki, ama bu büyük yazar etiketi büyük olmayana nasıl yapıştırılıyor? Burada devreye tabii ki yazarları bulan yahut emeli popüler olmak isteyen mevcut yazarlara çok sattırmanın edebi inşa planını hazırlayan edebiyat ajanları, bu faaliyetlerden yararlanan yayınevleri ve işi sattırmak olan reklamcılar devreye giriyor. Çarkın en mühim yanı da röportajlar vasıtasıyla gazetecilerin istedikleri yazarı parlatmasından oluşuyor. O nedenle edebiyatçılarla yapılan söyleşiler, iletişim bilimcilerin uğraşmayı pek sevdikleri söylem analizine tabi tutulursa gizlenerek yapılan reklam röportajlara projektör tutulmuş olur.

Ben, bir yayınevinin nitelikli edebiyata yatırım yapmak için belli bir edebi kaliteyi göz ardı etmeyerek popüler yayınlar yapmasını ya da buna ağırlık vermesini ayıp, günah saymıyorum. Bir çeşit Robin Hood’luk sayılabilecek bu eyleyişi gerçekleştirenlere günümüzün ekonomik imkânlarını ve toplumun edebi dönüşümünü görerek saygı da duyuyorum. Fakat bu uğraşı, popülerlikten kaçmanın mümkün olmadığını düşünerek alkışlıyorum. Yoksa, popülerlilik tadı alındıkça artan bir uğraştır ve zamanla kendinden başkasının tadının alınmasını engelleyen bir zorbalığa sahiptir. O nedenle, popülerle uğraşmak ehilleştirilmemiş aslan kafesine girmekle parçalanış açısından aynı kadersel sona sahip kuşku yok ki.

Tektipler

Oysa bugün yayıncıların bu çok satandan kazandıkları parayı nitelikliye yatırmadıklarını görmemek, üstelik kendi ayakları üzerinde durmaları için kitap satmalarına gerek olmayan, arkalarında büyük sermaye grupları bulunan yayıncıların da buna dahil olduğunu kaydetmek varmış, yayımlanan tektipleştirilmiş edebiyatımıza bakınca.

Elbette yılda 2 bin romanın sadece yayımlandığını düşündüğümüzde bu romanları yayına hazırlamak için bile yüzlerce editör kadrosu gerekirken, Türkiye’nin en önemli 25 yayınevindeki editör kadrosunun 60’ı geçtiğini söyleyebilen çıkar mı acaba? Dolayısıyla da bu patlamanın sağırlaştırdığı ilk kesim, kendilerine yayımlanması amacıyla gelen dosyaları okumak zorunda kalan editörler oldu. Onlar on-on beş günde bir yapılan yayınevinin yayın toplantısına kendilerine gönderilen ve hızla haber bekleyen pek çok ilkokul manzumesi tadındaki Nobel aday adayı yazar aday adayının dosyasını okuyup raporlamak zorunda. Böyle bir uğraşa yayımlanacak kitapları da hazırlama uğraşını katınca editörün çalışarak ölmesi, doğal ölüm nedeni sayılır yayıncılık sektöründe. Böyle olduğu için de yayınevlerine giden dosyalar, okudukları dosya başına ücret alan, yayınevleri için raporlar hazırlayan okutmanlara gidiyor. Okuyup raporlaştırdığı dosya başına ücret, kısa zamanda çok dosya okumak anlamına gelir ki bunun için gerekli malzemeyi, zaten 2 bin romanın yayımlanan ve yayınevlerine yayımlanması amacıyla gönderilen bir o kadar roman dosyasının sahibi yapıyor.

Zor metinler ve uzunlar

Bir edebi metin ilk cümlesinden itibaren kendini gösterir, ama ilk cümlenin devamında metnin gerçek tadı keçiboynuzundaki gibi sert kabuğun altında ve epeyce dişledikten sonra ortaya çıkabilir. Böyle bir metin oluşturmak elbette yazarın tercihi ama bu uğraş, ilk cümlesinden son cümlesine kadar heyecanla kendini okutturan metinleri yayın için ayıklamaya kodlanmış editör-okutman dalgakıranında parçalanacağı için yayınevlerinin artık göndermeye dahi hallerinin kalmadığı yahut tenezzül etmedikleri “Bu yılki programımız dolu olduğundan eserinizi yayımlayamayacağız” karşılığını bile alamayacak.

Bu hal de karşımıza iki durumu çıkartır pekâlâ. İlki, ister istemez, yapıtların dilinin sadeleşip hacimlerinin kısalması, hatta bugün yaşadığı gibi metnin öyküsünün bir kenara bırakılıp üslubun her şeyin önünde olması. Yani bir üslup metni. İkincisi de herkesin yayımlanmak için aynı yoldan yürümesi nedeniyle yayımlanan eserlerin aynı elden çıkmışa benzemesi.

Çeteler

Bugün kimse yayınevlerinin çok satmak ve ayakta kalmak için popülere yönelik ilgisini çok yanlış, derhal geri dönün, diye karşılamaz. O zaman sorun nedir? Sorun, Türk edebiyatında son dönem eserlerinin birbirine olan aşırı benzerliği ve bunun yayıncı tarafından zorunlu kılınışından kaynaklanıyor. Çok satmanın çok rekabet etmek ve çok kazanmakla aynı anlamları taşıdığını söylemeye gerek var mı? Böyle bir savaşımın verildiği ortamda amacı nitelikli yapıtı okurla buluşturmak olan hem büyük hem de butik yayınevleri bile çok satmanın nitelikli popülerliğini arar olurlar. O zaman da karşınıza kısa, öyküsüz ve üsluba dayalı ki çoğunlukla bilinçakışı ve sadeliğin ihtişamıyla yazılmış birbirine pek benzer yapıtlar çıkması kaçınılmaz olur. Üstelik bu uğraş, edebi kanaat önderlerinin yer aldığı, edebiyat dergileri, yazı atölyeleri ve tabii ki yayınevi yayın toplantılarında ilk kriter haline gelirse, edebiyat tektipleşir. Daha doğrusu, günümüzün edebi kaymağını yiyen birkaç yazarın ıkına sıkına orta halli eserlerini verebildikleri bu türlerin dışında yayıncılarının başka bir şeye kapılarını açmasına müsaade etmeyen tutumları her noktada etkili olur. Bu başka türe izin vermeyen yazar, yayıncı, edebiyat kanaat önderi oluşumuna da pekâlâ “edebiyat çetesi” denir.

Oğuz Atay

Edebiyat çetesinin bugün türemediğini, edebiyat yazara ün, para ve statü getirdiğinden beridir çağa göre oluşturulduğunu biliyoruz. Zaten yaşarken yapıtları ne basılan ne de yayımlandığında varlığı önemsenen Oğuz Atay da 40 yıl önce, edebiyat çetelerinden yılgınlığını anlatıyordu. O gün Atay’ın Anglosakson edebiyatın temellerinde kurulu, müthiş bir Türkiye eleştirisi olan Tutunamayanlar’ı adeta yok sayılmıştı onunla rekabet edemeyeceklerini bilenlerce. Tehlikeli Oyunlar’ına tehlikeli oyunlar oynanmıştı…

Atay yayımlatmaya çok uğraşmış, yayımlatınca da henüz ortada roman patlaması yokken kendini anlatmaya çok çabalamıştı. Bugünün edebi çeteleri o günden pek farklı değil. Büyük Yazar’ın, yazarların gelişi rötar yaptıkça vasatlıktan öteye gidemeyeceklerin edebiyatı kutsanarak, okura ve yazara dayatılıyor. Ama tarih her zaman Oğuz Atay’ın ilkesini belirleyenlerin yanında olacak. Yazmak yaşamdan payını alamamışların kendiyle dertleşmesi, yayımlanınca da bunu kitleye açması değil mi?  Yazmak unutulmaktan yana olan kadere yardımcı olmak değil mi? Yazmak beklemek değil mi?

Ne yayımlanacak

Elbette öyle ama tektipleşmenin sancıları Türk edebiyatında çok roman yayımlanışından roman patlamasına geçildiği günden beridir sürüyor. Ve dayatmacı bir hal alıyor. Böyle iken, Türk edebiyatında Tristram Shandy, Vergilüs’ün Ölümü, Kayıp Zamanın İzinde, Mrs. Dalloway, Moby Dick; hadi zor metinleri geçtim, Don Quijote, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler; uzun metni de geçtim, Yaşlı Adam ve Deniz, Morgue Sokağı Cinayeti, Kuşlar da Gitti, Medar-ı Maişet Motoru tadındaki metinler de hiç yayımlanmayacak, bugün kapı klasiklerine açıkken sadece… Yakında herkes başka isimlerden hep aynı romanı okuyacak. Ne de olsa zor ya da uzun metinler hele ki iki günah bir aradaysa yayıncı bulamayacak. Yayımlansa ne mi olacak? Edebiyat zenginleşecek. Okur, yeni metinlere ulaşmak için daha adil bir tanıtım sistemi talep edecek. Edebiyatımız ilk adımını attığı günden bugüne değin sürdürdüğü sadece popülerlik anlayışından sınır ihlali yapmış olacak. Tabii edebiyat paranın önüne geçerse bir gün…

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (17 Haziran 2013)

Yorum yapın