Refik Durbaş’ın şiirine yansıyan ses | Feridun Andaç

Aralık 4, 2018

Refik Durbaş’ın şiirine yansıyan ses | Feridun Andaç

Kars’a gittiğim zaman, Cemal Süreya’nın Göçebe’si, bir de Behçet Necatigil’in Evler’i çantamdaydı. Sarıkamış’ta, istasyonda, treni beklerken okuyordum Necatigil’i. Evden kopuşun dönencesine girmiş, göçebe iklimi tanımıştım.  O sıralar  henüz lisede öğrenci, İller Bankası Sarıkamış Su İşleri Şantiyesi’nde  yazlık puantördüm. Bir zaman aralığı yaratarak gidip Kars’ı görmeye karar vermiştim.

Yola çıkarken, Süreya’nın “Kars” şiiri de ezberimdeydi:

“Öyle güzel ki ölürüm artık

Beyaz uykusuz uzakta

Kars çocukların da Karsı

Ölüleri yağan karda

Donmuş gözlerimin arası

 

Sen küçüğüm sımsıcak

Ne derler ona-bu kızakta

Boyuna türküler yakıyorsun ya

Sanki her türküden sonra

Hohlasan gök buğulanacak” 

Dergilerdeki şiirlerinden tanıdığım, Kuş Tufanı’nı elimden düşürmediğim Refik Durbaş ise sesiyle yanı başımdaydı:

FERHAD

evlerin kardeşiyim ben. rüzgârı sesle
gece çözülsün yalnızlığımdan
alıştım artık yokluğa, yoksulluğa
efkârdır bu: eser sultan yaylasından
ve ben eserim akşamla şehrin bağrında
zenginlik üreticileri halkı soyarken
yoksulluk kâtipleri halkı soyarken
vitrinler ve ucuz işporta halkı soyarken
sen esersin sabahla ey yalnızlık

yine de ihanetinle avunurum senin

yüreğim yanarken senin aşk kandilinde
alır giderim sevgiyi dudaklarından
hasrettir bu: kanımla öderim bedelini
mektubunu yazmam. resmine bakarım
alışmışımdır yokluğa yoksulluğa
sesimle şehri kucakladığım bir akşamdır
– sevgilim bana bir çay söyle

sen esersin ey yalnızlık
kemiksiz ellerin, sürgün gözlerinle
ceketin, gömleğin ve tarihî tezgâhınla
tahılın ve suyun kölesi bedenimde
kandır bu: akar sevda pınarından
sararım şiirimle onun çıplaklığını
ve şehrin kaburgalarını

karanlık savurur küllerimi
manşet satar aydınlığa boğarım şehri
sokaklarım esirdir su satıcılarına
sabahlarım nakliyecilerin elinde rehin

acıdır bu: yağar kışın dağlarından

anlatırım bir gün hüznü, ihaneti ve seni
bir renksiz yağmurun camdan yüzüne

Yazı defterimde yer alan şiirleriyle yol alıyorum. Tutunduğum şiir sesi çekip alıyor beni yazının içine. Çehov hep belleğimde, Gogol ise ayrılmaz bir bakışla sinmiş ruhuma.

O yolculuk, Necatigil/Süreya/Durbaş ile belleğime kazınmıştır…

Hücremde Ayışığı kitabıyla o kentte karşılaşmam Refik Durbaş’ın şiirine dönük yolculuğumu bir adım öteye taşımıştı. Şairin bu coğrafyanın sesi/rengiyle örüntülü söz dünyasının etkileyiciliğine kapıldığımı söyleyebilirim.

Kars’tan Erzurum’a döndüğümde, artık dönüşsüz bir yolculuğa çıkıp, çocukluk kentimi terk ediyordum. Bir daha dönmemek niyetindeyim. Uzunca bir süre öyle de oldu. Ama orada yaşadıklarım, ruhuma sinen kentimin kokusu/rengi içsesimi dönüştürüyor, gittikçe, uzaklaştıkça bağlandığım yer olarak belleğimin en derininde yer ediyordu. Orada okunanlar, ezberime sinenlerle yol alıyorum.

Geldiğim büyük kentte, gidip Durbaş’ı çalıştığı Cumhuriyet gazetesinde buldum. Memleketten gelmiş birinin acemiliği vardı  üzerimde. Elimde okul çantam, içinde ders kitaplarından fazla okuduğum romanların notları, denemeler, şiirler…

Şiirinde akıp giden duygu tınısına tutunmuşum iyice.

Erzurum’u konuşuyoruz ilkten. Sonra yeni çıkmış Hücremde Ayışığı’ndanAilenin İzmir’e göç öyküsünü anlatıyor… Horasan’dan çıkılıp varılan İzmir onun asıl yaşama yurdu oluyor. Şiirle buluşması, ilk aşkları, hayatı kucaklaşan bakışının ilk izleri bu kentten gelip ağıyor şiirine…

Sessiz konuşuyor, insanı ürkütmek istemeyen bir edası var… Çıkıp yürüyoruz, bir çarşıağası gibi yürüyor. Cağaloğlu’nun her gölgesinde onun izleri var sanırsınız… Hücremdeki Ayışığı oranın saklı sokaklarındaki  insanların karanlık izbe yerlerdeki hayatlarından izleri taşıyordu bir bakıma…”Dokumada Çalışan Kızlar” hatırlatıyor onların zamanını… Ama en çok da “Gülün Adı Ne şiiriyle kazıyorsun onu kalbine o mevsim.

Adımlıyoruz o daracık bahçeyi, İttihat ve Terakki’nin köşkünü anlatıyor kısaca.

Göbeği ise saklanası değil. Sonrasında anlıyorum ki içkiyle kardeş, bütün yoksul evlerle olduğu gibi…

O günden sonra onun şiir evrenine daha yakın duruyorum. Ötelerden alıp getirdiği sesin, imgenin yolculuğuna çıkıyorum zamanla. Yıllar sonra bir konuşmamıza yansıyan sözleri gelip buluyor şimdi beni, hatırlarken bir Erzurum yolculuğunda yazdığı “Beyaz Kehribar” ve “Kampana” şiirlerini… İlki  “Soyut”ta, ikincisi de “Birikim” de yayımlanmıştı (1976).

Akıp giden o uzun şiirin etkisine dönünce hatırlıyorum şu dizelerini:

“Ben çıkarıyorum çünkü taşı Kargapazarı dağında bir kar harmanından

 bir kaynak suyunun derin oluğundan

 solgun benizli meşe ağaçlarının bağrından

 güvercin benekli kayaların sarnıcından

 Oltu çayının rahminden çıkarıyorum, bir serçenin donmuş sesinden

 damarları kurumuş bir türkünün yoksul sesinden

 gündüz bereketi haczedilmiş toprağın sesinden

 gece yıldızlarla dertleşen kavakların sesinden

 

Bu iş akşama kalmaz biter usta”        

O ikinci kitabın yolculuğunu ve sonrasını şöyle anlatmıştı bana sonraki bir mevsimlerden birinde:

*Hücremde Ayışığı, bize daha arınmış, biçimi ve söylemi daha yalın bir şiiri getiriyor. Sesiniz o duygu yükünün altında ezilmiyor; yeni duyarlık alanları açıyor topluma/insana bakışta. İmge dünyanız da öyle; “Kardeşi Ölümün”; “Ev Kurusu Kızlar”,  “Gülün Adı Ne?”; “Hücremde Ayışığı”; şiirlerini örnek verebilirim burada. Bu dönemeçte şiirinizi besleyen kaynaklar, duygu alanı üzerinde durmanızı istiyorum. 

Hücremde Ayışığı, farklı bir dönemin, bir bilincin aydınlığının şiirleri… Ülke 12 Mart karanlığına sürüklenmişti. Cumhuriyet’in düzeltme servisinde dönemin şairleri, yazarları, Hilmi Yavuz’dan Edip Cansever’e, Ferit Öngören’den Asım Bezirciye bir araya gelip bu karanlığa ışık tutmak istiyorlardı. Öncü düşüncelerle çıkıp 27 Mayıs’la yayın hayatına son veren “a” dergisini yeniden çıkarmaktı. Ben de aralarına katılıp yazı müdürlüğü sorumluluğunu alınca derginin adı  “Yeni a” oldu. “Yeni a”nın asıl özelliği her ay bir konuya ağırlık vermesiydi. Mesela ülkenin gündeminde toprak reformu mu var, incelemeci bu konuyu inceleyecek, hikâyeci bu konuda bir hikâye yazacak, şair de öyle… Yani ortaklaşa bir ürün demeti… Hücremde Ayışığı’nı oluşturan şiirler işte böyle bir dönemin ürünleri…     

“Gülün Adı Ne?” soluklu/uzun (hatta öyküleyici) şiire yöneliminizin güzel bir örneği. Önceki kitabınızda yer alan “Hayatımızın Anlamı”, “Acıyla” şiirlerinizde de bunu denemiştiniz. Ama burada şiirin yapısal/sözel açıdan uyumu, bütünlüğü söz konusu. Biraz bu şiirleriniz üzerinde duralım; oluşma, yazılma süreçlerine uzanalım istiyorum..

Gülün Adı’nı yaşadığım hayattan ve dönemin özelliğinden aldığımdan sanırım…

Çırak Aranıyor’la (1978) şiirinizde yeni bir yön çiziyorsunuz. Neydi sizi bu kıyıya getiren?

Dünya değişiyordu, hayat da… Şiir de bu değişimi yansıtacaktı elbette…      

Hayata hayatın içinden bakan bir yanınız var. Bu duyarlığın buradaki şiirlerinize bir bir ağdığını söylemeliyim. Şiirinizin hayattaki karşılığı nedir?

Yine şiir değil mi? Şiirin hayattaki karşılığı, şairin penceresinden bakarsan tek kelime ile “zulüm”… Çünkü şiir yazmak bir zulüm bence. Şöyle de söylenebilir, düzyazı sevda, şiir ise karasevda… Hem yazma serüveni, hem yayımlama aşamasında ve sonrasında yaşadıklarınla zulümden başka nedir şiir? Bu zulüme de ancak sevda, hatta karasevda ile katlanılabilir.   

Peki, hayatın şiirinize ağdırdıkları, sizde oluşturdukları?

Yine şiir… Yine zulüm, yine karasevda…

“Kampana”,  “Beyaz Kehribar” ile uzun soluklu şiir yolculuğunuz sürüyor. Özellikle öykülemedeki ustalığınızın belirdiğini iyice gözlüyoruz. Burada bir ara soru sormak istiyorum: Düzyazı ve şiir… Birbirini besleyen mi, yoksa çok ayrıksı duran mıdır, sizce?

Dağlarca demişti sanırım, düzyazı şiiri öldürür diye. Mehmed Kemal de gazetecilik şiiri öldürür demişti. Ben, düzyazının şiirden ayrıksı duracağına inanmıyorum. Ama zaman zaman da düşünmüyor değilim, keşke hiç düzyazı yazmasaydım da hep şiir yazsaydım diye…

Cumhuriyet’te bir kez Kapalıçarşı röportajı yapmıştım, ama baştan sona şiir olarak. Gazete yönetimi böyle röportaj olmaz diyerek yayımlamak istemedi. Ben de yazı olarak yeniden yazdım ve öyle yayımlandı. Diyeceğim olanaklar elverse şiirden başka hiçbir şey yazmam, hatta biraz zamanımız olsa bu konuşmayı bile mısralara dökmek isterdim.      

Burada, bu şiirlerinizde yakaladığınız duyarlık üzerinde duralım istiyorum. Önce yazılma serüvenleri..

Hangi birinin hikâyesini anlatayım, Çünkü hepsinin bir hikâyesi vardır, yaşadıklarımın bir hikâyesi olduğu gibi…     

Şairin ait olduğu yerin rengi, soluğu, sesi yansıyor.. Gezindiğiniz bu coğrafya hem insanın yaşadığı yerdir, hem de onun iç coğrafyasıdır.. Şiirinizin uçlandığı noktalarda; yerin, coğrafyanın
anlamı önemlidir. Yer, zaman, mekan duygusunu sık sık hissettirirsiniz. Ama bunları da kişinin kendi serüveninden, o serüvenin tarihinden ayrı düşürmezsiniz. Bu örtüşme durumudur biraz da sizin şiirinizi var eden. Hayata hep bu gözle mi bakarsınız?

Aynen sorduğunuz gibi. Bu konuşmanın başında da söylediğim gibi o çocukluğumdan kalan kokular sürdükçe, şiirlere de sinecektir bu koku elbette…   

Hayatın şiirini yazıyorsunuz. Şiirinizin debisi de burada oluşuyor.  Birçok şiirinizin odağında şairin benlğinin durduğunu hissettiriyorsunuz. Özyaşamın şiire ağdığı yanlar var mıdır; bir
yanıyla onu beslediği yadsınamaz elbette; ama zamanla şairin önünde engel olabilir mi?

Niye engel olsun? Yaşadıklarımdan hep hoşnut kaldım. Özyaşamımdan  damıtmayacak da nereden damıtacağım şiirimi?

Peki, şairin yurdu neresidir?

Bir Arap atasözü der ki şairin yurdu kalbindedir. Ama beni şairin yurdundan çok gurbeti ilgilendiriyor.   

Toplumsal değişimin yansıması yer yer şiirinize yansıdı. Buradaki öyküleyişte de bu var. Gezginliğinizin, göçebeliğinizin izlenimleri/gözlemleri.. Akıp giden bir şiir. Hayatta karşılığı olan
şeyler.. Ama zamana karşı duruşunu nasıl görüyorsunuz bu tür bir şiirin?

Her şeyden önce şiirse zamana karşı da durur, mekâna karşı da…

Şiir, önce şiir olmalı… Hayatta karşılığı olan başka şeyler de yok mu şiirden başka?

Hüzün, acı, aşk kırgınlığı, mutsuzluk, umutsuzluk, savrulma, tutukluluk, hasret, yol, yolculuk, bir menzile ulaşma/ulaşamama.. İzlekleriniz sürüyor. Bunları sizde buluşturan nedir? Hayata bakıp gördükleriniz mi, yaşadıklarınızdan süzerek getirip şiirinize ağdırdıklarınız mı?

Her ikisi de…

Söyleyişinizdeki akıcılık giderek zenginleşiyor. Duyarlık evreniniz gezdikçe sizi/şiirinizi besliyor. Ne dersiniz?

Ne diyeyim?

Giderek şiirinizde duygu/düşünce dengesi kurmaya başlıyorsunuz. Biraz bunun üzerinde duralım.

Şairler de yaşlanır, ama yürek hep genç kalır. Zamandır duyguları törpüleyen, düşünceleri dengede tutan. Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın bugün şiir yazanlarla çağdaş olması da bu yüzden değil midir?

Gene da acı, yıkılmışlık, anılara dönüş, yaşamın anlık, günlük izlerinden yola çıkış baskın. Bunların sürekli önünüzde labirentler oluşturduğunu düşündüğünüz olmuş mudur?

Hayat da bir labirent değil mi?

Geçti mi Geçen Günler (1989) bu hüzün barınağında damıtılmış şiirleri getirir. Şiirinizde baştan beri süregelen hüzün/acı/yalnızlık izlekleri daha derin biçimde buradaki şiirlerinize ağıyor. O savrulan, sürekli git-geli, içte ve dışta göçebeliği, yalnızlığı, acıya yaşayan birey; bu kez, şöyle söz
edebilecek bir kıyıya da gelir: Bırak gitsin elveda, sen başkaldırısın. Evet, şiir ve başkaldırı. Bu dönemeçte sizdeki anlamı nedir bunun?

Hücremde Ayışığı nasıl 12 Mart’ın karşılığı ise, Geçti mi Geçen Günler de 12 Eylül’ün… Aslında şiir her dönemde, her zaman baş kaldırmıştır, baş kaldıracaktır da… Gençliğinin ideallerinden ödün verenlerin durumu ortada bugün… Hem kendilerinin, hem ülkelerinin ideallerinden… Ne demişti şair, “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan”… Yol belli ise, yolcu da bellidir, yolculuk da…

***

Evet, o hep gurbette bir şair; sılasını özleyen, sesinin tınısını da oraya göre ayarlayan bir Doğulu ses… Onun şiirini ve şiirde yaşadığı hayatları asıl buradan başlayarak anlatmak gerekecek sanırım. Zamanla yönünü döndüğü hayatların, o ezilmişler ile mağdurların dilini kurmadaki ustalığını ve aşkın vazgeçilmez duygu atlası olma özelliğini dizelerinde okumak bir tanıklık duygusunu da taşır bizlere. Yaşadığımız zamanların geçişlerini anlattığı gibi kendi şiirinin duraklarını da gösterir. Zamanın burcunda vuslatını arayan bir şiir onunkisi…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Aralık 2018)

Yorum yapın