Öykü: Üçüncü Sandalye I Aynur Türk

Temmuz 24, 2025

Öykü: Üçüncü Sandalye I Aynur Türk

I. EŞİK
Yirmi yıl sonra döndüğüm evin kapısı hâlâ gıcırdıyor.
Sanki yıllar boyunca üst üste binmiş seslerin paslı bir ağırlığıyla açılıyor: annemin sessiz adımları, babamın kapanan gazetesi, benim çocukken bastığım çıplak ayakların titreşimi.
Kapı aralığından sızan karanlık, eşyaların üzerine sinmiş bir gölge gibi beni karşılıyor. Her şey yerli yerinde. İşte bu, en çok acıtan şey. Ne değişmiş ne dağılmış. Her şey yerli yerinde ama her şey… suskun.
Koridora adım attığımda, duvarlara gömülmüş seslerin bana doğru kıvrıldığını hissediyorum. Çocukluğumun yankısı, tereddütlü bir adım gibi geliyor arkamdan.
Havada beklemiş kelimeler var. Söylenmemiş ama söylenmek üzere yutulmuş cümleler.
Annemin sesi, belki bir çaydanlık buharında sıkışmış. Babamın bakışı, koridorun ucundaki aynada asılı kalmış.
Aynaya bakmıyorum. Çünkü o aynaya en son annem bakmıştı.
Ve o günden sonra, bu evde hiçbir şey net değil.
Ayakkabılarımı çıkarmıyorum. Ayak seslerim yankı yapsın istiyorum. Bu eve döndüğümü önce ev duysun. Sonra babam.
Eşik… yalnızca girilen yer değilmiş. Bazen çıkılamayan yerin ta kendisiymiş.
Bu eve dair her şey zihnimde bozulmuş bir film şeridi gibi, ileri geri sarıyor. Annem çamaşır asıyor. Babam tıraş oluyor. Ben ise hep bir yerlere bakıyorum. Pencereden dışarı, mutfaktan içeri, kendimden uzağa.
Şimdi, kapının içindeyim.
Ama kendimin hâlâ dışında.

II. BOŞ SANDALYE
Yemek masasına yaklaşıyorum. Üç sandalyeden biri hâlâ boş. Her zaman boştu. Annemin yeri. Ama o sandalyeye hiç oturmadı. Oturmadığı için değil; oturması /gerektiği hiç düşünülmediği için.
Sandalye, sessiz bir suç ortağı gibi. Ne zaman baksam, üzerine oturmamış bedenin biçimini değil, oturamamış bir hayatın çöküşünü görüyorum. Kumaşı lekesiz. Belki de annem, lekelenmekten korktuğu için değil, iz bırakmaktan çekindiği için oturmadı.
Bir kadının yer kaplamadığı bir ev, hep eksikmiş. Ama eksik olan yalnızca beden değilmiş, sesmiş. Sandalyeyi çevirdiğimde, altındaki gölgede annemin ayak izlerini görüyorum — gölge gibi, ama hâlâ orada.
Babam hâlâ salonda. Sessiz. Televizyonun sesi açık ama hiçbir görüntü değişmiyor. Zaman orada donmuş. Donmuş bir yüz gibi. Gözleri bana dönmüyor. Ama bakmadığında bile gözleriyle bastırıyor insanı. Bu bakış, yıllar önce aynada gördüğüm şeyle aynı.
Ayna. Koridordaki. Bugün ona yine bakmadım. Çünkü o artık bir yansıma değil, bir çarpıtma aygıtı. İçine bakanı dışına fırlatıyor. O aynada kendimi hiç görmedim; hep annemi gördüm. Bedenini değil, yokluğunu.
Ayna artık bir yüzey değil. Simsiyah. Sanki belleğin iç yüzü kazınmış. Ne yansıma var ne ışık. Hatta kendime yaklaşsam bile beni itiyor. Ayna, gerçekliğin parodisi olmuş. Rimbaud’nun sesleri gibi: rengini değiştiren bir yankı. Kırmızı değil; yanık kırmızı. Gri değil; küf gri. İçeri bakan biri, dışarı düşüyor.
Annemin suskunluğunu en çok orada gördüm. Sessizlik, aynadan bana aktı. Bugün bile bir şey söylemeye yeltensem, ağzımın içinde metalik bir tat beliriyor — Poe’nun kuzgunu değil belki ama bir kunduz gibi içimi kemiren bir yankı: “Konuşma.”
Boş sandalyeye yaklaşıyorum. Annemin oturmadığı bu boşluk, bana ait mi, ona mı? Yoksa ikimize de mi değil? Sandalyeye oturmayı düşünmüyorum. Oturursam yerleşirim, yerleşirsem susarım, susarsam yok olurum.
Ama eğilip elimle dokunuyorum. Ahşabın üzerinde, yıllarca birinin oturmasını beklemiş bir sıcaklık kalmış. Hayalet sıcaklığı. Maldoror’un şiirinde geçen, ete dönüşememiş arzunun o tek kelimesi gibi.
Sandalye boş. Ama sessiz değil.

III. AĞIZ VE DUVAR
Babamla ilk kez göz göze geldiğimizde, ağızlarımıza değil, duvarlara baktık. Çünkü bu evde kelimeler ağızdan çıkmazdı; duvarlardan sızardı. O sızıntı, rutubet gibi, yavaş ve ağır bir kokuya dönüşürdü.
Oturuyor. Dizleri çatlamış koltuğa gömülmüş. Bir elinde uzaktan kumanda, diğerinde gazeteden yırtılmış bir köşe yazısı. Gözlüğü alnına kaymış, ama bir şey okumuyor. Görüntüyle değil, görüntünün gölgesiyle yaşıyor artık.
“Geldin mi?” diyor. Yalnızca iki kelime. Ama her harfi, duvarda çatlak gibi yankılanıyor. Bu ses bana çocukluğumda da böyle ulaşırdı: eksik, yankılı, bastırılmış.
O an anlıyorum ki: babam asla benimle konuşmadı. Sesini bana değil, duvarlara söyledi. Duvarlar yuttu sesini, sonra bana öğüttü. Babamın bana mirası kelimeler değil, kelimelerin yankısı oldu.
Konuşmak istiyorum. “Ben buradayım,” demek istiyorum. Ama ağzımın içinde bir duvar var. Dili betonla sıvanmış bir oda gibi. Her harf, çarpıp geri düşüyor. Beauvoir’in dediği gibi: “Kadın susturulmaz, konuşmaktan caydırılır.”
Babam bir şey sormuyor. Çünkü cevap istemiyor. Çünkü sorular, duvarı deler. Oysa bu evin tek kuralı bu: duvarlar sağlam kalmalı.
Ben sessizliğimi bozmuyorum. Onun sessizliğiyle aynı yerden konuşuyorum. Bu, gerçek bir diyalog değil. Bu, iki ağız arasında yükselen görünmez bir duvar.
Duvarlara dikkatle bakıyorum. Boyalar çatlamış. Ama çatlaklar, yıllar boyunca gizlenmiş cümleleri kusmuş gibi. “Adam gibi otur,” yazıyor biri. Bir başkasında: “Anneni üzme.” Bir diğeri: “Sen sus.”
Ben bu evde büyümedim. Büyümeye izin verilmiş bir çocuk olmadım. Bu evde, yalnızca susmayı öğrendim. Ağzımın içinde hâlâ çiğnenmemiş kelimeler var. Ve dilimin altında, annemin hiç söyleyemediği bir cümle dönüp duruyor: “Ben de vardım.”
Babam gözlüğünü takıyor. Bana bakmadan, “yemek yedin mi?” diyor. Bu, onun sevgi biçimi. Aç mısın, yani: var mısın?
Ama ben doymadım baba. Bu evde hiç doymadım. Ne sevgiye ne sese ne bir parça varlık hissine.
Ayağa kalkıyorum. Konuşmuyorum. Çünkü bazı kelimeler, ancak içte büyür. Ve bazı duvarlar, ancak içeriden çatlar.
Bugün ilk kez, ağzımın içinde o duvarı kırmak istiyorum.

IV. İNCİR AĞACI
Bahçeye çıkıyorum. Adımlarım toprağa değil, bir hayale basıyor gibi. İncir ağacı hâlâ orada. Ya da orada kalmış gibi yapıyor. Gövdesi çatlamış, yaprakları kurumuş. Ama o hâlâ dik. Bir cesedin ayakta duruşu gibi.
Bu ağacı annem dikmişti. Ben doğduğumda. Toprağa çıplak elleriyle kazı yaparak. O anı hatırlamıyorum ama ağaç hatırlıyor gibi. Çünkü dallarında hâlâ onun kokusu var. Sabunla karışık ter, taze ekmek, hafif bir yaz acısı.
İncir ağacı annemle konuşur gibi. Ve ben duymaya başlıyorum. Sesi topraktan geliyor. Dışarıdan değil. İçimden değil. Altımdan. Derin bir yerden. “Ben gövdeye dönüşemedim,” diyor. “Köklerde kaldım.”
Toprağı eşeliyorum. Parmaklarım nemli bir anıya değiyor. Parmak uçlarımda, annemin yıllarca toprağa gömdüğü suskunluk kabarıyor. Çamur gibi değil bu. Daha yoğun. Neredeyse canlı.
İncirin kökü bir yerden sonra çatallanıyor. Lautréamont’un dizeleri gibi: hayvansı, içgüdüsel, bastırılmış. Bu ağacın içinde büyüyen şey yalnızca meyve değilmiş. Öfke de varmış. Öylece birikmiş.
Ben bu ağacın gölgesinde büyümemişim. Bu ağacın suskunluğunda büzülmüşüm.
Yapraklardan biri avucuma düşüyor. Kırılgan, ince damarlı. Rengi siyaha yakın. Ama bu siyah, gece değil. Yanık bir sessizliğin rengi. Rimbaud’nun “renkleri duydum” dediği gibi: bu yaprak kokuyor, ağlıyor, çürüyor.
Ağaç konuşmaya devam ediyor:
“Benim kökümde annenin sesi var. Her gün toprağa eğilip, ‘kızım beni duyar mı?’ diye sorduğu bir yankı.”
Oysa ben o yankıyı yıllar sonra duydum. Yani bugün. Yani şimdi.
Bu ağacı kesmek istediler zamanında. Babam. “Yaprakları evi kirletiyor,” demiş. Oysa yaprak kirletmez. Sessizlik kirletir.
Eğilip ağacın köküne dokunuyorum. İçimden bir cümle geçiyor: “Ben seni duydum anne.” Ama sesim çıkmıyor. Çünkü bazı cümleler ağızdan değil, topraktan yükselir.
Ve o anda biliyorum. Bu evin içindeki en canlı şey, bu ağacın ölü gövdesi. Çünkü o hâlâ annemin bedenini taşıyor.

V. KAPI
Evin içinden yavaşça geçiyorum. Her oda artık bir hafıza yarası. Duvarlar, sandalyeler, camlar… Hepsi annemin sessizliğini bir biçimde taşıyor. Bu ev artık annemin suskun bedenidir. Ve ben o bedende dolaşan bir yabancı gibiyim.
Kapıya yaklaşıyorum. Gider gibi. Ama bu kez gitmek, kaçmak değil.
Yıllarca kaçtım. Sözlerden. Sessizlikten. Aynalardan. Şimdi o aynaya yeniden bakmak istiyorum. Bir kez daha.
Koridordaki ayna karşımda. Ama artık yüzümü yansıtmıyor. Kendi suretimi değil, annemin yokluğunu da değil. Bu kez sadece düz bir yüzey. Işığı emiyor. Sesi boğuyor. Renkleri yutuyor.
Ve ben anlıyorum: Ayna yansıtmıyor çünkü ben artık başkasının gözünden bakmıyorum kendime. Ayna bozulmadı. Ayna ben değiştikçe eski yalanını sürdüremedi.
O an içimdeki ses, annemle birleşiyor. Bu ses artık bir fısıltı değil. Bir cümleye dönüşüyor:
“Artık üçüncü sandalyeye ben oturuyorum.”
Elimde bir defter var. Mutfak masasının üstüne bırakıyorum. Yazıyorum:

-Baba,

-Artık üçüncü sandalyede ben oturuyorum.

-Anneyle birlikte.
Ses çıkarmadan kapıya yöneliyorum. Gıcırdıyor. Ama bu kez o gıcırtı yalnızca bir ses değil, bir doğum. İçeriden dışarıya değil, içeriden kendime.
Bu kapıdan çıktığımda, artık yalnızca bu evin değil, annemin yarım bıraktığı ömrün de dışına çıkmış olacağım.
Ağaç yerinde. Duvarlar yerinde. Sandalye yerinde.
Ama ben artık o yerde değilim. Artık ben, sesin geldiği yerdeyim.
Ve kapı arkamdan kapanmıyor. Çünkü bazı kapılar kapanmaz. İçimizde sonsuza kadar aralık kalır.
Ve o aralıktan yalnızca biz geçebiliriz.

Yorum yapın