Öykü: Üçköy’lü pehlivan | Naki Selmanpakoğlu  

Ağustos 17, 2023

Öykü: Üçköy’lü pehlivan | Naki Selmanpakoğlu  

                                                                                   Yazgımız karşımızdadır

                                                                                   Onu biz kışkırtırız.

                                                                             Albert Camus: Sisifos Tanını

Bizim oralarda, Anadolu’nun ortasında, yaz sıcağında bir köy ne vakit uyanırsa bizimkiler de o vakit uyanmış. O gün ne iş tutacaklarını düşünerek giyinmeye başlamışlar.

Üçköy; gerçekte köyün essah adı değilmiş de birbirine çığırsan duyulacak uzaklıkta aynı adı taşıyan üç ayrı köymüş. İki olsa Aşağı Üçköy, Yukarı Üçköy diyecekler. Buna ne ad koyacaklarını bilememişler. Millet dışarıdan konuşurken “İşte efenim hani şu üçünün de adı aynı olan köyler” deyip eğlenirlermiş. Sonra da tümden bu adaş üç köyün adı olmuş Üçköy. Dağın eteğinde ovanın düzlüğünde kurulu tek köy olmuş.

 Ortadaki köyün yamacında öyle bir kaya varmış ki sana ne deyim, öyle yüksek, öyle yüksek ki köylüler adına Kayakale deyivermişler. Önden bakınca; iki kocaman adam üst üste oturmuş da köyü seyrediyor, kahverengi- yeşil tepesi bulutları delmiş. Söylenceye göre bir zamanlar Timur burada otağ kurmuş.  En üstte de ayrıca kocaman toparlak bir kaya. Her yer çayır, bu kayalığın üstü tümden yosun. Etrafında tavşanlar, tilkiler, yılanlar, irili ufaklı kuşlar cirit atıyor, gök gürültüsü çok olduğundan köpekler korkup tepeye pek çıkamıyor. Hele ki analar; çocuklarını bu kayadan uzak tutarlarmış, tırmanıp da düşmesinler diye.

İşte tam bu Kayakale’nin olduğu orta köyde köylülerin kimi malını, kimi davarını almış çıkmış erkenden. Sineklere, güveyinlere, büveleklere malı sokturmadan doyurup eve dönmek için otlağa yayılmışlar. Kimi tarhanasını içip bağa-bostana, kimi çayını içip tarlaya ekine saçına, işi olan işe, öküzü olan çifte koşuma gitmiş. Öyle işe güce eli ermeyen köyün yaşlı erkekleri de bir ağaç duldası bulup; kimi tütün sarmaya, kimi öksürük yarıştırarak öbekleşip bir çift laf etmeye sıra beklemişler.

Oralarda bildik birisi olan Hasan, namı diğer ”Pehlivan”da yatağından kalkınca yüzüne biraz su çırpıp şapkasını gözüne kadar çekip uçkurunu sıkıca bağlamış. Gömleğini giyip karısının hazır ettiği yer sofrasına dizlerinin üstüne oturmuş. Karısı ahıra seğirtirken Hasan pehlivan, hım hım ederek hiç konuşmadan çayını içip tereyağında yumurtasını yemiş. Evin kapısını çekip çıkmış. Bayır aşağı evlerin önünden geçerken kime nasıl takılacağını düşünmüş.

Avaralıktan rastladığına laf atarak, gah yerden ıspatan, gah dallardan çarık-çürük ne bulduysa koparıp yiyerek, ara ara peşrev çekip Kayakale’ye doğru seğirtmiş.

Çevrede en namlı pehlivan ya; yolda ağaç dibinde oturanları görünce, “Bakıyom da kölgeyi köpeğe vermiyonuz!” diyerek sataşmış, az ileride laklak edenlere de “Ooo it avara siz avara, biz avara, napacaz!” diyerek kostaklana kostaklana yoluna devam etmiş. Derenin kenarında sap yüklü bir at arabasının kırık tekerini, bir kalasın üstüne koymak için iddialarını dövüştürenlere yaklaşıp,

“Nedir la derdiniz?”diye sormuş. Sap arabasını kaldırıp tekeri düzeltemediklerini söylediklerinde,

“Beri durun” deyip tekeri tuttuğu gibi kaldırıp düzeltmiş. Ağız dalaşı yapan gençlere de “Ula olum millet öküzün götünü dürtüyo siz burda gısır düğünü ediyonuz, guvveti gördünüz mü?”

 Gençler başlarını önlerine eğince:

“Bu civarda değil cihanda çıkmaz benim sırtımı yere getirecek, ula biriniz de güçlenin de beni yenin” deyip pehlivanlığını bir kez daha dillendirdikten sonra   yeldire yeldire yolunu çevirmiş Kayakale’nin dibinde koyun güden Mahmut’un yanına.

 Gerçekten de o güne kadar Hasan’ı güreşte hiç yenen çıkmamış.  Kekikli, dimdik kıraçlardan yürümüş varmış Kayakale’nin altına. Yaklaştıkça köpek çemkirmelerini duymuş, bağırmış Mahmut’a,

“Hele gardaş, dut hele şu itini de yanına gelek!”

Mahmut,

“Gel la gel goca pelvan, ellemez alışık sana.”

Bizim pehlivan kollarını ata ata yürümüş Mahmut’un yanına. Biraz hoşbeş ettikten sonra Mahmut’un kulağı koçun çıngırağında kalenin dibine kadar yürümüşler.

Etrafta sekiz, on köylü sap arabasını yüklemeye çalışıyorlar. Ta uzaklarda bir köylü çelimsiz öküzü ile taşlı tarlayı sürüyor. 

  Hasan pehlivanın yine iddiacı damarı kabarmış;

 “Hele Mamud sen şu Kayakale’nin depesindeki o kopuk duran gayayı aşşaya atabilin mi?” İkisi de şakalaşmaya; bu huylarından hiç vaz geçmeden, benzer şekilde başlarmış.

 “Bah ben atarım sen atamazsın Mamud!” diye başlamış yine horozlanmaya, pehlivanlığını konuşturmaya.

İşin içine iddia girince Mahmut demiş,

 “Atarım.”

Yan yana dinelmişler kayayı seyrederek konuşuyorlar. Hasan biraz daha iri yapılı.

Pehlivan,

“Atamazsın, şimdiye gadar kimse gıpraştıramamış yerinden. Onu atmak için pelvan guvveti gerek. Gayayı ancak ben atarım aşşaya” demiş.

Mahmut artık dayanamamış, pırasa bıyıklarını sıvamış, şapkasını alnının gerisine ittirmiş, “bekle” demiş, koşmuş yamaçtan tırmanıp arkadan kayanın üstüne çıkmış. Başlamış en tepedeki toparlak kayayı itmeye. Kaya, Mahmut’un dizlerini geçiyor. Biraz da gömülmüş. Mahmut ara ara aşağı bakıyor, Hasan pehlivan ufalmış, bir şeyler söyleyip gülüyor. Yerinde duramayıp sağa sola gidip gelip yukarı el ediyor.  Güneş tepede parlıyor, sigara külü kadar bir bulut kayanın üstünde.

Mahmut, gerçekten orada mı diye son bir kere daha göz atıyor, Hasan pehlivan kayanın dibinde yukarı bakıyor gülerek,

 “Hadi at, haydi at, hadi la sen o gayayı at ben de buradan onu dutmazsam adam değilim,” diye kayanın dibinden bağırırmış.

Mahmut ittire ittire koca kayayı sonunda oynatmış, yuvarlamış aşağıya. Toprak sıtmaya tutulmuş gibi titremiş. Daha attım diye sevinemeden bakmış Hasan pehlivan bacaklarını iki yana ayırmış sırtüstü yerde yatıyor.

Mahmut kayadan aşağıya nasıl indiğini bilememiş. Pehlivanın gövdesi yerde yatıyor ama kafası yok. Anlaşılan; pehlivanın kafasını o koca kaya uçurmuş altına almış. Mahmud afallamış kalmış, zorla döndürmüş kayayı Hasan’ın kafası yok. Sağa bakmış, sola bakmış yok. Fır fır dönmüş pehlivanın kafasını bulamamış. Yahu bu adamın daha önce kafası var mıydı yok muydu? diye düşünmeye başlamış. Hatırlayamamış.

İlkin ne yapacağını bilememiş, sonra koşmuş etrafta gördüğü adamlara ağlamaklı bir sesle bağırıp, onları toplamaya çalışmış,

“Hasan gayanın altında kaldı, goşun millet.”

Gelenler de şaşa kalmış; bu adam ölmeye ölmüş de gafası nerde?  Pehlivanın gömleği yırtılmış, göğsü biraz kanamış, başka da bir şey yok. Bilememişler. Mahmut birer birer gelenlere anlatıp tekrar etrafı kolaçan edip kafayı bulamayınca başka köylüler çağırmaya başlamış.

“Ula biraz önce beraberdik, noldu bu adamın gafası, dostlar, hemşeriler, bilen varsa beri gelsin.” Cevap alamayınca bir başkasına kan ter içinde aynı soruyu soruyormuş. Cevap veremeyen, düşünüyormuş sanılsın diye bir cıgara yakıp kayaya sırtını verip it oturuşuna geçiyormuş.

Biraz yaşlıca olan; köylünün derin adam dedikleri Seyit Dayı kamburunu düzeltip sardığı cığarasından derin bir nefes çekmiş,

“Böyle bir şey ben çocukken de duymuştum.  Şimdi sızlanmayı bırakın. Mahmut sen Hasan’ın yanında kal, sizlerde muhtara, imama ve de jandarmaya haber verin, gecikmesin gelsinler.”

Koşarak köye doğru uzaklaşmış etraftakiler, Mahmut çökmüş, hala Hasan’ın kafasız bedenine bakıyor.

İlkin muhtar gelmiş atının terkisinde haber götüren köylüyle. Köylü yolda dememiş kafası yok diye.

 Mahmut olayı yeniden anlatmış,

“Mıhtarım bilsen bilsen sen bilirsin bizim pelvanın gafası var mıydı?”

 Uzun uzun düşünmüş muhtar, sağa, sola bakmış gerçekten gafaya benzer hiçbir şey yok.

 “Ben epeydir Hasan’ı görmedim var mıydı yok muydu pek bilemedim” demiş. Bu iş muhtarlığı ilgilendiriyor mu diye de kendi kendine sormaya başlamış.

 “Gaymakama haber verelim” demiş.

“Jandarma gelene kadar elleşmeyin” diye de eklemiş.

 Biraz sonra köyün imamı, dualar okuyarak,” Allah esirgesin, Allah esirgesin” diyerek Hasan’ın başına gelmiş. Başsız cesedi görünce imamın gözleri faltaşı gibi açılmış, tesbihi daha hızlı çekmeye başlamış.

“İmam Efendi sen bize bir akıl ver. Durum böyleyken böyle. Hasan’da kafa var mıydı?”

Biraz düşünmüş, yaşından eski bir sesle,

“O camiye nadirattan gelir idi, Allah esirgesin, hep benim ardımda dururdu, kafasını heç görmedim desem yalan olmaz, göz değmiş olabilir, siz bir de müftüye ya da Angara’ya sorun.”

Mahmut demiş; “Bunu biz bilemedik Angara nerden bilsin. Bilse karısı bilir gidelim de ona soralım bayrım.”

 Gidip, Hasan’ın kapısını çalmışlar, karısının etrafında birkaç köylü kadın “Vah goca pelvan vah” diye usuldan ağlaşıyorlar. Karısı haberi duymuş kendini üzünce kaptırmış oturuyormuş.

Demişler ki;

“Başın sağ osun bacım, pek üzüldük. Yalnız bi sorumuz var: Sen bilin gocanın zabanan evden giderkene gafası var mıydı yok muydu?”

Başını kaldırmadan lif lif olmuş bir sesle cevaplamış:

 “Ben davarı sürüye katmaya gittimdi. O da zabah yemani yirken sakalı şapkanın altında dom dom ediyodu ama bizim herifin gafası var mıydı yok muydu heç bilmiyom!”

edebiyathaber.net (17 Ağustos 2023)

Yorum yapın