
Kimse babasını kaybetmek istemez.
Hele ki güçlü bir babaysa… Her işini kendi gören, kimseye muhtaç olmadan yaşayan, dimdik duran, yıllarca sessizce omzunda taş taşıyan bir adamsa… O adam bir gün kalbini tutup yere çökerse, dünya yavaşlar. Hatta durur.
Babam bir sabah ansızın fenalaştı. Sol kolunu tutarak iç çekti, sonra yere oturdu.
“Sıkışıyorum,” dedi. Acile kaldırıldığında “kalp spazmı” geçirdiği anlaşıldı. Ardından anjiyo… Müdahale edildi, ilaçlar verildi. Ama asıl meselenin ne olduğunu öğrenmek zaman alacaktı. Kalbindeki tıkanıklık geçici bir kriz mi, yoksa ciddi bir hastalığın başlangıcı mıydı?
İşte o bekleyişin adı: Refakat.
Babamın yanında kaldım. Refakatçi bendim. Her şeyiyle… Oğluydum, kardeşiydim, arkadaşıydım. Her gece Ankara’nın devlet hastanesinde, üçüncü katın dar koridorlarında, uykusuz geçen saatlerime karışan ilaç kokusu ve siren sesleriyle birlikte sabahlıyordum.
Hastane yemekleri: tavuk haşlama, çorba, bir parça ekmek… Babam iştahsızdı. Oysa ne çok severdi sofrayı. Elindeki plastik kaşıkla yemeği karıştırıp, “İştahım yok, oğlum,” dedi. Ama biliyordum… Asıl iştahı değil, morali yoktu. Kalbi değil sadece, umudu da yorulmuştu.
Her gece cam kenarındaki boş bekleme odasına geçerdim. Odanın tek penceresinden dışarı bakardım. Ana cadde uzanırdı aşağıda. Işıklar yanar, insanlar yürür, arabalar geçerdi.
Dışarıda hayat devam ederdi. Oysa burada, hastanenin içinde zaman durur.
Gözümüz sürekli saatte, kulaklarımız hemşire çağrısında… Kalbimiz belirsizliğin pençesinde atar.
Ve o bekleme odasında sadece ben yoktum.
Hastanenin refakatçileri… Tanımadığım ama acılarını yüreğimde hissettiğim insanlar. Yan odadaki yaşlı kadın, koluna battaniye sarılı genç kız, elinde dua kitabıyla oturan yaşlı bir adam… Erzincan’dan gelen bir adam ve yanında iki kadın, yöresel şiveleriyle bana “Zaza mısın?” diye sorduğunda, birbirimize ne kadar yabancı ama aslında ne kadar aynı olduğumuzu fark ettim.
“Ankaralıyım,” dedim. O an anladım ki: Acı hepimizin ortak dili.
Bir Roman aile… Kalabalık, gürültülü ama çok sevgi dolu… Çiçeklerle, pastalarla, balonlarla bir hastane odası arıyorlardı. Kimin doğum günüydü bilmiyorum ama o odada hasta bir çocuk vardı. Bir umut, bir gülümseme olsun istemişlerdi. Onların renkleri, o gri koridora bir anlığına da olsa hayat getirdi.
O hastanede Türkiye’nin her yerinden insanlar vardı. Yoksul, zengin, yaşlı, genç… Kürt, Türk, Roman, Zaza… Aynı koridorda, aynı bekleme odasında, aynı korkuyla bir aradaydık.
Herkesin duası aynıydı: “Ne olur yaşasın…”
Bir gece, yanımda oturan genç bir adam sigarasını yere bastırıp dedi ki:
“Babam içeride… Ben onun hiç hasta olabileceğini düşünmezdim.”
Gülümsedim, acı bir tebessümle.
“Benimki de içeride,” dedim. Daha fazla bir şey demedik.
Gerek yoktu. Aynı dili konuşuyorduk biz: Bekleyişin, korkunun, dua etmenin dili.
O gece yağmur başladı. Sessizce çıktım dışarı. Bilerek ıslandım.
Belki içimde biriken korkular da yıkanır diye… Saçlarımdan süzülen damlalarla birlikte gözlerim de dolmuştu. Ama ağlamadım. Çünkü hâlâ “sonuçlar” açıklanmamıştı.
Hâlâ umut vardı.
Sabah oldu. Güneş, hastane penceresinden içeri süzülmeye başladı. İçeri döndüm.
Babam uyanmıştı. Yorgundu. Gözleri yavaşça bana döndü.
“Bugün belli olacak mı?” diye sordu.
Başımla “evet” dedim. Sesim çıkmadı. O anda kapı aralandı.
Doktor elinde dosyayla içeri girdi…
“Beyefendi… Geçirdiğiniz kriz önemliydi ama şanslısınız. Anjiyoyla damarlarınız açıldı. Kalbinizdeki sorun ilerlemiş değil. Ama bu, böyle devam edebileceği anlamına gelmez. Hayatınızı değiştirmeniz gerekiyor.”
Babam bir an nefesini tuttu. Ben de. Ardından doktor devam etti:
“İlaçlarınıza düzenli devam ederseniz, beslenmenize ve stresinize dikkat ederseniz, uzun yıllar sağlıklı yaşayabilirsiniz.”
İçimde bir şey çözüldü o anda. Sanki göğsümün ortasında tuttuğum bir feryat usulca dağıldı. Babama baktım. Gözleri doluydu ama ağlamadı. O hep güçlüydü.
Ama bu sefer, güç başka bir yerden geliyordu: Şükrandan.
Kısa bir sessizlikten sonra bana döndü, sesi titriyordu:
“Ben artık kendime iyi bakacağım,” dedi.
“Kendimi bu kadar hor kullandım… Yıllarca… Ama bundan sonra dikkat edeceğim. Daha evlendirmedim oğlumu… Torunlarımı görmek istiyorum. Yaşama sıkı sıkı tutunacağım. Söz.”
O gün babam çorbasını bitirdi. Tabldot yemeğini sessizce kaşıkladı.
Sanki her lokmayla hayata yeniden dönüyordu.
Ve ben… onun elini tutarken, ilk defa kendimi gerçekten bir şey başarmış gibi hissettim.
Çünkü bu kez sadece refakatçi değil, umut taşıyan bir evlattım.
Dışarıda hayat yine akıyordu. Cadde kalabalıktı, insanlar markete gidiyor, otobüse biniyordu.
Ama biz, pencereden başka bir yere bakıyorduk. İçimize doğan ışığa…
Babam o gün ikinci bir hayat kazandı.
Ve ben, babamı beklerken insanları, acıyı, sabrı ve en çok da sevgiyi yeniden öğrendim.
edebiyathaber.net (8 Mayıs 2025)