
Yirmi yaşıma henüz yeni girmiştim. Sokaklar gibi, evimizin de tümden karanlığa teslim olduğu zamanlardan geçiyorduk. Kaygılarımız büyüdükçe büyüyor, gölgemizden bile korkuyorduk. Suratlarımız hep asık, tek bir kelime etmeden oturduğumuz sofralardan, yarı aç yarı tok kalkıyorduk.
Okulla beraber, günün birkaç saati de olsa bir işte çalışmak, iki üç kuruş kazanmak istiyordum. Ama babam bunu bilsin istemiyordum asla; öğrenirse o parayı elimden çekip alırdı. Telefonla iş için biriyle konuştuğumu duyan annem “Delirdin mi sen?” diye epey söylendi. “Öyle gazete ilanıyla iş mi bulunur? Durduk yere bir de sen başımıza iş açma!” dedi. “Anne,” dedim, “gazozumun içine ilaç koyup beni kötü yola düşürecek değiller ya! İstersen çalışırken hiçbir şey yemem, içmem. Sana söz!” Ama annem bir türlü ikna olmuyor, gece bekçisi babam yokluğumu fark ederse beni idare etmek istemiyordu. Her şeyden bıkmıştım aslında, en çok da evimizden eksik olmayan huzursuzluktan ve bitmeyen yoksulluğumuzdan.
İyi ki de annemi dinlememişim. İşe hele bir gireyim, ağzından girer burnundan çıkar, illa sonunda onu ikna ederdim. Anne yüreği ne de olsa çok yufkadır, hele ağabeyimi duyunca yelkenleri hemen suya indirir diye düşündüm. İkindiye doğru fakültede son dersim bitince, her zaman gittiğimiz öğrenci kahvesine gittim, iş görüşmesine dek orada oyalandım. Birkaç bardak karbonatlı çay içtim. Midemi ekşitti. Hiçbir şey içmeden kahvede oturmak olmazdı. Keşke son çayı içmeyip döküverseydim.
Saat altıya doğru bana tarif edilen Hasırcılar Çarşısı’ndaki dükkâna gitmek için yola koyuldum. Tüm yol boyunca “Allah’ım ne olur bu iş olsun, elime iki kuruş geçsin!” diye dualar ettim; hem de pek yürekten. Öyle derlerdi, eğer çok yürekten istersem mutlaka gerçekleşirmiş dileğim.
Görüşme yerine vardığımda, telefonda konuştuğum Sıtkı Bey beni kapıda bekliyordu. Tıknaz, orta boylu, kıvırcık saçlı biriydi. Oldukça kalın ve koyu mercekli gözlüğünden gözlerinin rengi hiç seçilmiyordu. Ses tonu çok babacandı, insana güven veriyordu. Ben zaten çoktan hazırdım birisine güvenmeye. Hiç değilse bir süre çalışayım, ihtiyacım olan parayı kazanayım derdindeydim.
Fazla uzatmadı hemen konuya girdi Sıtkı Bey. “Ben” dedi, “karşıda oturuyorum; gözlerim giderek daha da kötüleşiyor. Tek başıma gidip gelmeye zorlanıyorum. İstiyorum ki sabah ve akşam bana bir öğrenci refakat etsin. Hem benim işim görülsün hem de bu vesileyle bir öğrenci nasiplensin, biraz cep harçlığı kazansın. Beni sabahları evden alacak, saat on gibi buraya, iş yerime bırakacak, akşam da dükkânlar kapanmaya yakın altı gibi beni buradan alıp tekrar vapurla karşıya geçirecek, kapıma kadar götürecek birini arıyorum, telefonda da söylediğim gibi.” Daha sonra bana “ Sen bu işi yapabilir misin?” diye sordu. Ben henüz cevabını vermeden “Kaytarma filan da istemem ha, şimdiden söyleyeyim sonra aramız bozulmasın,” diye de ekledi. Hiç beklemeden “Elbette” dedim, “bana güvenebilirsiniz.” Nasıl da çok istekli ve güven dolu çıktı öyle sesim! Ben bile şaşırdım. Benim bu işe çok ihtiyacım vardı, biraz çalışırsam kış gelmeden en büyük hayalimi gerçekleştirebilirdim. Evet, benim bir hayalim vardı. Onun için de para lazımdı. Ben bu işe mecburdum. Hem okuluma gidebilir, hem de çoğu derslerimden geri kalmadan elim biraz para görürdü. İyi ki bildiğim gibi yapmış, anamı dinlememiştim.
Adam gayet düzgün birine benziyordu. Yeri yurdu belliydi. Hemen anlaştık; o akşam işe başladım. Koluna girdim, biraz dedem yerine koydum biraz da uzak bir akrabam. Aman hiç babam olmasın. Onu ben çoktan yok saydım. Eminönü Meydanı’ndan, Galata Köprüsü’nden geçerek, Karaköy İskelesi’ne vardık. İnsanlarda bir telaş, bir koşuşturmaca, herkesin çok acelesi vardı. Bana çarpan çarpanaydı. Kendimi zar zor koruyabiliyordum omuz atanlardan, önümüze geçmeye çalışanlardan. En çok Sıtkı Bey’e özen gösteriyor, onu korumaya çalışıyordum, gelip birisi ona çarpmasın, düşmesine sebep olmasın, daha ilk günden beceriksiz ilan edilip işimden olmayayım diye. Öyle de iri yarı biri değildim ki sağdan soldan üzerimize gelenlere karşı dağ gibi durayım. Tüy gibiydim dokunsalar düşecek gibiydim hemen oraya. Şükür, kazasız belasız girişe ulaşabildik; ortalık ana baba günü, itiş kakış gırla. Sıtkı Bey’i nasıl koruyabileceğimi kestiremedim, biraz yana çektim. Turnikelere yönelmeden duraklayıp “Sana jeton alalım” dedi. “Yok, teşekkür ederim“ dedim “benim jetonum var.” Bir arkadaşım kullanmadığı jetonları vermişti, karşıya geçeceğimi öğrendiğinde.
Görüşmenin başında Sıtkı Bey bana nerede oturduğumu sordu, o denli uzak bir yerden geldiğimi duyup beni işe almamasından biraz çekindim. Sultançiftliği yerine Karadeniz Mahallesi diyesim vardı ama sonra yalana başvurmadım, doğrusunu söyledim. “Orayı duydum” dedi, “çok uzakmış ama en azından tek otobüsle Eminönü’ne dek geliniyormuş.” Sevindim, onca uzaklığın bir sorun teşkil etmemesine. Nihayetinde yollar benim sorunumdu, Sıtkı Bey’in değildi ki. Yine de “Akşam neyse de, zor olmayacak mı sabah erkenden kalkıp gelmen?” diye soruverdi. “Yok,” dedim, “ben zaten erken kalkarım, sabah namazından önce bizde herkes ayaklanır.” Doğru değildi, ayaküstü öylesine uyduruvermiştim. Yakaladığım bu fırsatı asla kaçıramazdım.
İki hafta boyunca, her sabah erkenden uyanıp, kahvaltı bile etmeden, sokağa çıkma yasağı biter bitmez hemen evden fırlayıp ilk otobüse yetiştim. Sultançiftliği’nden şehrin merkezine gelmek, Karaköy’e ulaşıp bir vapurla Kadıköy’e geçmek, bazen vapuru ucu ucuna yakalamak, hızlı yürümekten, koşmaktan kan ter içinde kalmak hiç de kolay değildi. Ama olsun ben razıydım. Kadıköy’e varınca, vapurdan sonra da epey bir yürüme mesafesi vardı. Hiçbir gün yüksünmedim. Kadıköy Sahili’nden yukarıya doğru vurup Mühürdar Caddesi’nden geçerek Bostan Sokağı’ndaki üç katlı binanın önünde Sıtkı Bey’in evden çıkmasını bekledim.
Evinde kimle veya kimlerle yaşadığından ne o bahsetti ne de cesaret edip ben sorabildim. Evli miydi? Kızı mı vardı oğlu mu onu da bilmedim. Neredeyse, rahmetli büyük amcam yaşlarındaydı. Çoktan torun torbaya karışmış olmalıydı. Gönlü arzuladığında benimle istediği kadarını konuştu, en çok da işinden, iş yerindeki çok kötü çalışanlardan bahsetti. Zerre memnun değildi işçilerinden. “Yine de bu devirde anarşik olaylara karışmamış olmaları takdire şayan” diye defalarca tekrarlayıp durdu. Hatta bir gün yekten bana da sordu “Sen de onlardan değilsin değil mi?” diye. İyi ki ne diyeceğimi şaşırıp bocalamadım. Hemen “Yok, şükürler olsun!” dedim. Sevgi ve şefkatle okşadı sırtımı.
Sabahları, patronumu iş yerinin kapısına bıraktıktan sonra, dükkânlar yeni yeni açılmaya başlarken, meydan ve sokaklar insan kalabalığıyla henüz dolmadan, Mercan Yokuşu’ndan yukarıya tırmanıp, nefes nefese fakültedeki ikinci dersin sonuna veya üçüncü dersime yetişebildim hep. Daha önceden çok sevdiğim bu sokaklar da artık benim için çok gri ve kasvetliydi, o güzelim göz kamaştıran ihtişamını çoktan yitirmiş, tuhaf bir sessizliğe bürünmüştü. Üstümüze çöreklenen öbek öbek siyah bulutlar gibi, karanlığın izleri her yere sinmişti. Sadece ruhlarımızı değil evreni de bilinmezliğiyle karartmıştı.
O cuma akşamı Sıtkı Bey’den bana biraz ödeme yapıp yapamayacağını sormaya niyetlendim. Söze nasıl başlayacağımı daha önce defalarca kafamda evirip çevirmişim. Yine de çok zor oldu. “Sıtkı Bey” dedim köprüden iskeleye doğru yürürken “size bir maruzatım olacak.” Devamını getiremedim, utanıp nedense emeğimin karşılığını isteyemedim; boğazımda düğümlenip kaldı kelimeler. “Söyle” diye bana dokunarak cesaret verdi. Sadece “Kalın kıyafetler almam lazım” diyebildim, “malum kış yaklaşıyor.” Biliyordum kalın camlı gözlüğünün arkasından bana baktığını. Ama göremiyordum bakışlarında şefkat mi vardı, acıma mı, merak mı? Bir tahminde bile bulunamıyordum. Keşke müneccim olup aklından geçenleri şıp diye okuyabilseydim! “Sonra bakarız!” dedi. Ben de cesaret edip bu konuyu bir daha açmadım. Aybaşı çok uzaktı, o güne dek kendimi yiyip bitirmeye razı oldum.
İskeleye varana dek çok az konuşuyoruz. Ben istiyorum ki bir an önce vapur gelsin, binip karşıya geçelim. Sonunda vapur görünüyor uzaktan. Hemen yerimizden kalkıp binişe yakın bir yere geçiyoruz. İnenleri beklemeden bir an önce vapura binme telaşındayız
İskelede, sabırsızca vapurun bir an önce kıyıya yanaşmasını bekliyoruz. Sıtkı Bey nedense kolumu fena sıkmaya, canımı yakmaya başlıyor. Sol koluna girmişim, üzerine bir de getirip sağ elini koyuyor, sıktıkça sıkıyor kolumu. Biraz daha sıkarsa avazım çıktığı kadar bağıracağım acısından. Daha önce hiç böyle yapmamıştı. Bir anlam veremiyorum, şaşırıyorum hatta. Ben mi anlamamıştım acaba önceden? Bugün çok farklı bana dokunuşu, böyle koparırcasına koluma yapışması, öldüresiye sıkması. Utanıyorum, üstümde fena bir mahcubiyet, “Elinizi çekin! Canımı acıtıyorsunuz” diyemiyorum. Sadece içimden ya sabır çekip, koluma yapışan elini hafifçe tutup boşluğa bırakıyorum, birkaç kez. Ama o bir türlü durmak bilmiyor, arsızca ısrar ediyor, sağ eliyle yapıştığı kolumu bir türlü bırakmak istemiyor. Son çare biraz yan dönüyorum. Yüzünü görmek istemiyorum. “Ya sabır Allah’ım!” diye kendi kendime söylenmekle yetiniyorum.
Yeniden yapışıyor koluma, bırakmaya hiç mi hiç niyeti yok, kene gibi. Kalçamda sert bir et yığını hissediyorum bir an. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor işte o an. Vapur iskeleye ha yanaştı ha yanaşacak, bir iki metre ancak denizle iskele arasındaki mesafe. İçimden bir ses “İtiver ardından düşsün denize” diyor, “boğulursa boğulsun, ölürse ölsün! Gebersin pislik! Fena mı olur dünya bir mikroptan kurtulur!” Bir gün sonra çıkacak gazete manşetleri umurumda bile değil.
Sinirden zangır zangır titriyorum, epeyce bocalıyorum, denize atmakla çekip gitmek arasında. Hemen bir karar veremiyorum. Sonunda “Allah belasını versin senin gibi adamın!” diyorum sadece. İki haftalık emeğimi heba etme pahasına, onu orada öylece bırakıyor, arkamı dönüp gidiyorum Olan babamın komünist diye ihbar ettiği ağabeyime oluyor. Onca hayal etmeme rağmen bu kış da voltada üşümesin diye bir palto alıp görüş günü ağabeyime götüremiyorum…
edebiyathaber.net (24 Haziran 2025)