Öykü: N’aber | Dilek Karaaslan

Mayıs 24, 2018

Öykü: N’aber | Dilek Karaaslan

 

Ağır market arabasını yolu kapamayacak şekilde kenara çekip kasa kuyruğuna yanaştı. Hava sıcak. Klimalar yetersiz. Önünde sadece birkaç kişi var. Boynu ağrıyormuş gibi hafifçe sola eğilip belli etmeden önündekilerin alışveriş sepetlerini kontrol ediyor. Üzerine yapışan ince gömlek elbisesini belli belirsiz eliyle havalandırdı. Kaç dakika sonra sıranın kendisine geleceğini hesaplamaya çalışıyor. Yaz günü. İçerisi basık. Amaçsız, yapılacak işlerle boğuntuya getirdiği öylesine bir cumartesi günü. Önündekileri insan değil kendisininkinden önce boşalması gereken sepet sayısı olarak gördüğünün farkında değil. İçi sıkılıyor. Hepsini öylece bırakıp gitmeyi düşündü. Ya seslenirlerse arkamdan. Saçmalama Aslı. Kim yerine yerleştirecek sepete doldurduklarını. Bırak bunları, yakalanmayacağını bilsen hemen dönüp giderdin. Giderdim. Of. Belli belirsiz mırıldanıyor.

Birden sıranın en önünde duran adam dikkatini çekti. Sarper. Sarper bu. Kasada ödeme yapan adama dikti bakışlarını. Lanet olsun. Göz bebekleri hızla dönmeye başladı. Huzursuzluğun hızla bütün organlarına yayıldığını hissedebiliyor, vücudu elektrik verilmiş gibi. Henüz onunla karşılaşmaya hazır değil. Damarlarındaki adrenalin kontrolsüzce yükseliyor. Koca şehirde başka market mi kalmadı. Dünya küçük. İstanbul daha küçük.

Tünedikleri bar taburesinde ayak üstü yapılan son konuşma. Tamı tamına dört ay, iki hafta, üç gün öncesi. Dünyaya farklı pencerelerden bakıyoruz, demişti. Üzgünüm. Hepsi bu. Aynı evde geçirdikleri altı aydan sonra. Bayat yumurta yemiş gibi midesinden boğazına kadar içi ekşiyor. Daha bir hafta öncesine kadar, Urla’da ufak bir mandalina bahçesi bulabilir miyiz, planları yaparlarken. Sebepsiz. Bir çeşit savaş taktiği olmalıydı bu. Sezdirmeden. Hazırlıksız. Sürekli başucunda duran Sun Tzu’nun Savaş Taktikleri’ni denemişti belki de üzerinde.

En azından biraz daha çaba harcayabilirdin, dediğinde omuzlarını silkip, benden bu kadar, tarzım bu, diye bitirivermişti. Ayağına vuran bir ayakkabıyı fırlatıp atar gibi. Yüzündeki rahatlama ifadesi geldi gözlerinin önüne. O ifade değil miydi en çok canını yakan. Renkleri gitgide matlaşsa da, unutamadığı son sahne; siyah beyaz. Son cümle.

Eğer yakalanırsa tek bir bakışla zihnini okuyabileceğini biliyor. O bakışların yüzeyi delip geçeceğini, zihnindeki arızayı, eksiği, içindeki tamamlanamamışlığı, zayıflığı bulup fosforlu kalemle işaretleyeceğini. Her sabah onsuz geçirdiği zamanı yeniden hesapladığını bile hissedebilir.

Her şeyi göze alıp ona yakalanmadan kaçabilme olasılığını yokluyor. Sadece tek çıkış var. Yanından geçemem. Geri dönemem. Yüksek devirde çalışan bir motor gibi beyninin ısısı yükseliyor. Sakin olmalıyım. Rahat görünmeliyim. İri damlalar akmaya başlıyor ensesinden sırtına doğru. Elbisenin kol altlarında ıslak halkalar büyüyor. Beyaz giymeseydim hiç değilse. Başını önüne eğiyor. Küçülüyor. Tanrım beni görünmez yap. Hemen şimdi. N’olur.

İki adım geri çekilip önünde duran yığının ardına saklanmayı deniyor. Gözlerinin önüne kadar indirdiği saç tutamlarının ardından sinsice adamı incelemeye çalıştı. İşte. Yine başlıyor, kasiyer kıza bakışları, yandan çarpık ince gülüşü, ön dişlerini ileri çıkararak gülümsemesi. Böyle gülünce daha seksi görünüyormuş. Kıskandığı gülüşü değil. Gülebilirdi tabii ama niyetini biliyor işte. Çok eşlisin sen, demişti bir kavga esnasında. Ben bununla baş edemem. Erkeğin doğası bu. Ben sadece dürüst davranıyorum, demişti. Açıkça söylemeyenlerin farklı olduğunu mu sanıyorsun? Kim bilir, belki de haklısın, diyebilmişti sadece. İtiraz etse çok daha önce kopacaktı. Ne kadar geç, o kadar iyiydi.

Adamın kıyafetini süzdü. Ütüsüz pantolon giymeyen adama bak. Ne olmuş buna. Diz yapmış, eprimiş bir eşofman, salaş bir tişört. Markadır tabii. Simgesi bacağının hemen üstünde. Kocaman. Olsun yine de eski işte. Kirli hem, ancak tamirat yaparken giyilebilecek cinsten. Gizli bir sevinç yayılıyor içine. Saçları da yağlı. İnşallah mutsuzdur, hem de çok mutsuz. İvil ivil beddua ederken buluyor kendini. Hep böyle delirtmez miydi? Yapmam dediklerini yaparken bulmaz mıydı kendini. Lanet olsun. Adam bir elinde cüzdanı, boşta kalan eliyle beceriksizce aldıklarını torbalıyordu o sıra.

Kasiyer kızın mekanik, cansız sesi duyuldu, sıradaki müşteriyle konuşuyordu.

Carrefour kartınız var mı?

Yok, dedi adam, ardından kuyruğun geri kalanına doğru dönüp seslendi. Aranızda bana kartını ödünç verebilecek biri var mı? Sıra hafifçe dalgalandı. Aslı, hareketlenmeden ürküp biraz daha kabuğuna çekildi. Birazdan gidecek. Dayan. Herkes gönülsüzce birbirine bakıyor. Kimsenin ödünç bile olsa kartını vermeye niyeti yok.

Sarper de kafasını kaldırıyor birden, Aslı’yı fark ediyor. Yoğun, tatsız bir can sıkıntısı yansıyor gözbebeklerine, isteksizce sesleniyor. Aslı, bu ne tesadüf. Tesadüfmüş. Ne tesadüfü, Allah kahretsin böylesini. Kuyruğun etrafından dolaşıp Aslı’nın yanına doğru seğirtiyor. Adımları iştahsız, yapay bir gülümseme beliriyor yüzünde. Kasiyere gönderdiği çapkın gülücüklerden eser yok.

Ah bir kaçabilseydi. Ne diye geliyordu yanına. Gelmese keşke. Hatta görmezlikten gelseydi. Bu markete hiç gelmeseydi. Çantasının sapından alıyor hırsını, çekiştirip duruyor.

Adamın bakışları kasaya, alışveriş sepetine ya da raflara bakar gibi, en ufak bir pırıltıdan yoksun. Gönülsüz, sahte bir şekilde sırıtıyor. Şu haline bak. Ne kadar rahatsız oldun değil mi? Adamın bakışlarındaki hain pırıltıyı fark ediyor bir an, niyetini anlıyor. Sus. Lütfen. Söyleme…

Hiç sevmediği, kız arkadaşları da dahil pek çoğuyla arkadaşlığını sırf bu yüzden kestiği o garabet sözcüğü duymak istemiyor. Kaç defa konuşmuşlardı bunu. Anlatmıştı, samimiyetsiz kelimelerin ruhunu en çok acıtanlar olduğunu. Takıntılı, olduğunu söylemişti o da her defasında. Yapma, demek istedi. Bırak hiç değilse her şey hatırladığım gibi kalsın. Hiçbirini söyleyemedi.

Sarper’in ağzından tek bir kelime döküldü. N’aber.

İşte oldu. Söyledi. Öylece kalakaldı. Belki birkaç saniye belki daha kısa. Bilmiyor. Daha nasıl anlatsın işte. Artık ona tamamen el, hatta elalem olduğunu kafasına çivi gibi çaktı. N’abermiş. Sıra bana gelmiş olsaydı bari. Sepetindekileri tezgaha dizmekle oyalanabilirdi. Peynirden, yumurtadan, brokoliden güç alabilirdi, kalsiyumdan başka. Şimdi hiçbiri bir işe yaramıyor.

Kırgınlığın bedenindeki bütün enerjiyi soğurduğunu hissedebiliyor. Omuzları düştü. Küçüldü. Ayrılmamış olsalardı şimdi, alışverişe, işe güce boş verir, amaçsızca sokaklarda dolaşırlardı. Hatta deniz kıyısına inip boğazın saat başı değişen renkleri için iddiaya bile tutuşurlardı. Keşke. Oysa bitik şimdi. Hazırlıksız sözlüye kaldırılmış bir çocuk gibi, ne söylemesi, nasıl davranması gerektiğinden emin değil. Sarper’e ilk defa, Sana aşığım, dediği gün geldi aklına. Yüzündeki erken fetih sevinci, ardından usulca krallığını ilan etmesi, kendini ilişkinin reisi konumuna ataması. Sinsice uzaklaşması sonra. Hepsi ışık hızıyla akıyor zihninden. Toparlanmaya çalışıyor.

Adamın aklında sadece bu konuşmayla kalacağını iyice anlıyor, geriye kalanların hepsini çoktan geçip gitmiş, Şöyle vurucu bir şey. Beni böyle hatırlasın hiç değilse. İğnelensin. Kendisinin hatırladığı en ince detayları; birlikte yürüdüklerinde yer çekiminden kurtulmuş gibi hissettiğini, onunla beraberken saçlarının daha iyi şekil aldığını, öptüğü zaman baş ağrısının dindiğini… Sarper artık bunların hiçbirini bilmeyecek, bilse de umursamayacaktı. Onun için bittiyse bitmişti.

Bir türlü konuşamıyor. N’aber’den sonraki boşluk büyüyor. Akıllıca bir cümle bulsana şimdi. Yok ki, uçtu gitti aklı. Gözlerini yumuyor bir saniyeliğine. Yaşayan birinin yasını tutuyorsun, nereye kadar, diye hep soruyor arkadaşları. Bilmiyor. Boğazında bir yumru büyüyor. Arka arkaya yutkunuyor. Nefret bile bir duygu biçimiyse eğer, birinin artık hiç umurunda olmamayı nereye koymalı. Ezik. Birazdan böyle diyecek benim için. Haksız da sayılmaz. Sevgini azar azar cimrice verip kıymetli olmak varken, elinde avcunda ne varsa ortaya dökersen sonu budur işte. Çöp.

Ne olsun işte, yuvarlanıp gidiyorum.

Kelimeler bir bant kaydı gibi dökülüyor ağzından. Yabancı, gittikçe incelen bir ses. Başka biri konuşuyor sanıyor. Duygularının alt yazısının geçtiğinin farkındasın umarım. Artık çok geç olduğunun da. Tırnaklarını etine batırıyor. İşte yine o fetih ifadesi, Sarper’in yüzüne asılıp kalmış. Başka bir şey söylemesini beklemeden yavaşça yere bıraktığı sepetine uzanıyor. Hafifçe geriye dönüp dişlerini ileri çıkararak gülümsüyor. Görüşürüz.

Ardından marketten çıkan kalabalığın içine karışıyor. Eziğim ben, ezik, diye fısıldıyor Aslı. Boğazındaki yumru taşlaşıyor, dişleri gıcırdıyor.

Kulaklarında kasiyerin sesi, hanımefendi. Sıra sizde. Buyurun.

Başını kasiyerden yana çeviriyor. Tuhaf bir pırıltı var kızın bakışlarında. Görmemek için gözlerini kaçırıyor. Kafasını hiç kaldırmadan, ıslanmış, kirli tezgahın üzerine öylece atmaya başlıyor aldıklarını.

Dilek Karaaslan kimdir:

Anadolu Üniversitesi İİBF İktisat bölümü mezunu. Amatör olarak yazmayı, fotoğraf çekmeyi ve okumayı seviyor.

Bir sigorta şirketinde bölge yöneticisi olarak çalışıyor.  Öyküleri çeşitli yarışmalarda dereceye girdi. Yazıları ve öyküleri  Artfulliving, Oggito, Bulanık gibi dergi ve e-dergilerde yayımlandı.

edebiyathaber.net (24 Mayıs 2018)

Yorum yapın