Öykü: Mutluluktan haber | Gülçin Akçay

Ekim 27, 2020

Öykü: Mutluluktan haber | Gülçin Akçay

“Hazır çocuk uyuyorken ben bir dolaşayım aşkım,” dedi Fatma. “Yeni şeyler gelmiş. Şu alttan hazneli rendelerden almak istiyorum.”

Furkan itiraz etmedi. “Tamam. Ben buradayım.”

“Nasıl canım? Restoranda beklemeyecek misin?”                                                         

“Yo, iyi böyle. Şu koltukta otururum. İki saat uyur mu?”

“Uyur uyur, çok yoruldu top havuzunda. Arabasını şöyle kenara çek de geleni geçeni engellemesin.”

Kadın türbanının kenarını çekiştirdi. “Önce bir tuvalete gidip şunu düzelteyim. Ha, tekrar buraya gelmem ama. Aşağıdaki kasalarda görüşürüz. Ararım seni.”

Furkan geniş, gri kanepeye oturdu. Mobilyalar beyaz. Hiçbir gereksiz eşya yok. Televizyon sehpasının iki yanına simetrik yerleştirilmiş kitaplıklar. Duvardaki raflarda gülümseyen insanların fotoğrafları. Koltuklar rahat, ideal büyüklükte. Bir parça dağınıklığa izin veriliyor hatta. Şu masanın üzerine saçılmış boya kalemleri gibi, pufa katlanmadan bırakılmış battaniye gibi. Günlük hayatın ve onun bıraktığı izlerin kıymeti vurgulanıyor. Deniliyor ki yani, önemli olan sizsiniz, yaşantınız. Furkan kendi salonundaki vitrini düşündü. Fatma’yla annesi evi düzenlerken o vitrine çeyizden kolalı danteller koydular. Üzerlerine ince porselenden fincan, kesme kristalden bardak takımları yerleştirdiler. Ailesinde ya da çevresinde o tür bardak ve fincanlardan bir şey içen kimseyi görmüş değil Furkan. Karısıyla kayınvalidesi önce vitrinin cam kapağını, sonra lila döşenmiş ve mum gibi düzenlenmiş odanın kapısını kapayıp çıktılar. Kimse o odaya girmiyor artık. Beklenen misafir gelene kadar da, temizlik günleri hariç, kimse girmeyecek.

Karşısındaki televizyonun sesi kısık. Ekranda, mağazadaki mobilyaların, aslında daha dikkatli bakıldığında tam olarak içinde bulunduğu odadaki eşyanın tanıtım filmi dönüyor. Biraz tuhaf bir durum. Hem içinde duruyor, oturuyor, hem de ekrandan izliyorsun odayı. Hemen ardından, güneşli bir günde çayırlıktaki sandalyesinde oturan bir kadın çıktı. Çayırın bittiği yerde orman başlıyor. Kadının yüzü makyajsız. Bir gram boya yok yüzünde. Sakin, sade, güvenli bir kadın.  Ellerini savurarak bir şeyler anlatmaya başladı. Kadın anlattıkça çimenlerin üzerine mobilya görüntüleri yapıştırılıyor. Doğanın içinde makyajsız bir kadının yanı başında bitiveren şifonyerler, sehpalar ve gardıroplar söz konusu. Televizyonun sesi kısık ama kadının konuşmaları altyazıyla gösteriliyor. Üretim aşamasında doğanın dengesine saygılı olduklarını, ürünlerin bu hassasiyetle üretildiğini söylüyor kadın. Konuyla ilgili detay vermiyor. Endüstriyel ağaçlandırma. Dönümlerce alana ha bire ağaç dikiyorlar ve kesiyorlar. Çabuk büyüyen ağaçlar olmalı. Kadının arkasındaki gibi tertemiz ormanlardan kavgasız gürültüsüz, makul bir uzlaşıya boyun eğip İsveç odalarına masa olarak giren ağaçların düşüncesi insanı rahatlatıyor. İsveçliler evlerini beyaz, krem, kesekağıdı, bej, hasır, toprak, soğuk mavi, soğuk gri, siyah renklerle döşüyorlar. Ton-sür-ton. Sabahları beş kilometre yüksek tempolu orman yürüyüşlerinin, esneme hareketlerinin, sonra durmanın, sakinleşmenin, temiz havanın renkleri. Furkan’ın oturduğu ve televizyonda izlediği oda ile bire bir aynı, ama denizaşırı üçüncü bir odada yaşayan mavi gözlü, az konuşan İsveçliler. Hasır abajurdan yayılan ışık yumuşacık. Furkan odaya gömülüyor. Neredeyse uyuyacak.

Fakat, elbette burası bir ev değil. Burası İsveç de değil. Bütün mağazayı yılan gibi kıvrıla kıvrıla dolaştıktan sonra çıkış kapısından çıktığında karşına şak diye Ümraniye çıkıyor. Ve Ümraniye halkının büyük yüzdesi seçimlerde muhafazakâr partiye oy veriyor.

Burası gerçek bir ev değil. Televizyon ve kitaplar hariç gözün gördüğü her şeyden fiyat etiketleri sarkıyor. Kitap sırtlarında Ö’lerle, üzeri iki noktalı harflerle İsveççe isimler. Burası bir ev değil. Furkan’la Fatma’nın lila evi değil.

Odacıkların kenarından patikalar, koridorlar geçiyor. İnsanlar sürüler halinde bu patikalardan yürüyorlar. Herkes gördükleri karşısında hayranlık duyuyor. Şu sehpaya bakar mısın, açılınca masa oluyor. Koltuk çekince yatak oluyor. Yatağı kaldırınca baza çıkıyor. Bazanın içinde saklama kutuları. Raf aynı zamanda tezgâh. Örtü çift taraflı ve evin çocuğu bile her an başka bir şeye dönüşebilir. Matruşka sürprizi her yerde hoşa gidiyor. Özellikle Türkiye’de, İstanbul’da ve şu dolana dolana ulaştığın dış kapının açıldığı Ümraniye’de. Ümraniye’de çoğunluk oylarını muhafazakâr partiye veriyor. Sonra bu mağazadaki ürünlerin tasarımları karşısında şaşkına dönüyorlar. Sonra kadınlar için ayrı otobüs ve ayrı üniversite vaadinde bulunan partiye oy veriyorlar.  Sonra gelip alttan hazneli rendelerden alıyorlar.

Ve insanların bazıları, elbette, Furkan’ın odasına da giriyor. Yanına oturuyorlar, koltukta şöyle bir yaylanıp kumaşa patpatlıyorlar, televizyona bakıyorlar. Furkan’a bakmıyorlar. Orta sehpanın üzerindeki etiketi inceliyorlar. Hmm diyorlar, huş ağacı ve plastik. Bütün bunlar Furkan’a bir mağazada olduğunu hatırlatıyor. Bir de demirden ağla kaplı yüksek tavan, bir de derin uğultu, anonslar, bir de kalabalığın yürürken binayı zangır zangır titretmesi Furkan’ın evinde hissetme duygusunu köreltiyor. Furkan bir evde ve değil. Furkan bir mağazada ve değil.

Bebek arabası duvara dönük, kıpırtısız. En az iki saat uyuyacak. Top havuzunda çok yoruldu. Canı çıktı top havuzunda. Furkan kalkıp arabanın içine bakayım dedi, kalkıp arabanın içine bakmadı. En az iki saat.

Telefonu çaldı. Arayanı görünce yerinden fırladı. Esmer, sakallı, gözlüklü yüzü bir an aydınlandı.

“Alo?”

“Rahat mısın orada?” dedi dolgun, teatral bir ses.

Furkan şaşkın, güldü. Kafası önünde. Bütün dikkati telefondaki seste.

“Ne? Sen, nereden… Neredesin?”

Furkan’ın tersine, telefondaki son derece sakin:

“Neden kalkıyorsun, otursana. Kalkma, otur. Güzel oda.”

“Neredesin?”

Furkan kulağında telefon, terli ve heyecanlı, ta yatak odası bölümüne kadar, sonra kafasını bu tarafa çevirip çocuk oyun salonuna kadar, görebildiği her yeri taradı. Uğultu. Çocuklar. Bezginlik.

“Neredesin yahu, göremiyorum seni.”

“Boş ver. Lütfen otur.”

Furkan oturdu. Ama emaneten, kanepenin ucuna.

“Hayır, öyle değil,” dedi telefondaki. “Arkana yaslan, bacak bacak üstüne at, kolunu kanepenin arkasına daya.”

Furkan denileni yaptı.

“Tamam. Şimdi yanına oturacağım. Açık kolunun hemen altına. Sohbet edeceğiz.”

“Gelecek misin?” derken diklendi Furkan. Bu kadar telaşlanmayı kendine yediremedi, geri yaslandı.

“Korkma, gelmeyeceğim,” dedi karşıdaki. Sustular. Derin, hışırtılı bir nefes sesi, uzadıkça uzadı.

“Karın nerede?”

“Dolaşıyor. Rende bakacakmış.”

Telefondaki kahkahayla güldü. “Rende!”  

Sonra sakinleşti, “Evet, neyse,” dedi birden. “Seninle biraz oyun oynayalım, ne dersin? Hazırsan başlıyorum. Şu içinde oturduğun oda, bizim evimizin oturma odası olsun. Sıradan bir gün geçirdik. Yemeğimizi yedik. Arkandaki masada yedik. Diyelim, musakka ve pilav. Yalnız, o yapay çiçekler var ya, onları yok say. Sana koca bir demet çiçek aldım. Masadaki vazoda mis gibi taze çiçekler var.”

Furkan çocuk gibi gülerken eliyle ağzını kapadı. Sanki çiçeklere sevindi. “Tamam.”

“Sana bugün olanları anlatıyorum. Şerefsiz Erdal’ı anlatıyorum. Starbucks’ta kasiyer kıza sipariş verirken benim gözlerimin içine bakıp yılışıkça, Frappuçino tatlım, middle, çilekli, deyişini anlatıyorum.”

“Yani?”

“Yani ne? Yani öyle. Bildiğin.” 

Furkan’ın gülüşü dondu.

“Daha beteri benim, Black Coffee, derkenki mide bulantımı anlatıyorum. Üstelik severim, bilirsin. Yine de, tam o anda, black coffee, şekersiz lütfen, derkenki sahtekârlığım. Üstelik severim yani. Ama o sahtekârlığım. İşte bunu anlatıyorum.”

Furkan iki parmağıyla gözlüğünün altından gözlerini ovuşturuyor. Bunu yaparken biraz öne eğildi.

“Hayır, kolunu kanepenin arkasına at lütfen. Önemli bu.”

“Peki.”

“Yanına oturuyorum, tam oradayım. Kolunun altında. Erdal’ın o yılışık suratını anlattıkça öfkeleniyorum. Ben öfkelendikçe sen gülüyorsun. Sen güldükçe ben sakinleşiyorum. Öfkem yapmacık bir öfkeye dönüşüyor. İkimiz de gülüyoruz. Arada sol elinle, kanepenin arkasındakiyle yani, omuzuma dokunuyorsun.”

Furkan telefonu kulağında unutmuş gibi, gözlerini televizyona dikti.

Sarı saçlı kadın, sıfır makyaj, zerre makyaj yok yüzünde, tasarladığı şifonyerin özelliklerini anlatıyor. Elleri kuşlar gibi, sürekli hareket halinde. Ömür boyu doğal olmaya, neyse o olmaya ant içmiş insanların ırkı, sinir bozucu. FONKSİYONEL, yazıyor ekranda.

“Şu televizyonu kapa,” dedi ses. Kararlı, bir parça sinirli.

“Nasıl kapatayım?”

“Bakma.”

Furkan emre uydu.

“Tamam. Şimdi müzik dinleyelim.”

“Aaaahhh,” dedi Furkan. Sol elini kafasına bastırdı. İçini alev gibi bir hüzün yaladı. Derin, koyu, katıksız keder. Çocukken, bir öğle uykusundan akşama doğru uyandığında, uyanıp da gündüz oyunlarını kaçırdığını, havanın kararmaya başladığını gördüğünde buna benzer bir şeyler duymuştu. Bu seferkini de unutmayacak. “Yapma artık, ne olur yapma,” derken, gerçekten yalvarıyor.

“Dur bak şimdi, güleceksin. Antikacılar çarşısından pikap almışız. Sen, dijital pikaplar var, uğraşmayalım bu tenekeyle diye ısrar etmişsin ama ben ille de bu olacak diye tutturmuşum. Gerçekten de arada tekliyor ve ne zaman teklese ben sana çaktırmadan kapatıyorum. İşte şimdi o pikapta bir plak dinlemek üzereyiz. Bak, şimdi nasıl güleceksin. Ne çalıyorum?”

Furkan biraz düşünüyor. Sonra hakikaten, kendisinin de beklemediği bir kahkaha atıyor.

“Aynen öyle,” diyor ses. “Hadi benimle söyle: Gözümde canlanır koskoca mazi… Sevgilim nerede, ben neredeyim...”

Furkan etrafa kaçamak bakışlar atıyor. Şarkıyı söyleyen kendisiymiş gibi elini ağzına siper ediyor: “Sus yahu, rezil oluyorsun.”

Telefondaki daha yüksek sesle söylüyor: “Suçumuz neydi ki, ayrıldık böyle… Kaybolmuş benliğim, bak ne haldeyim…

“Allah aşkına sus.” Furkan gülüyor.

 Ses iyice yükseliyor. Furkan onu artık sadece telefondan değil, mağazanın içinden de duyuyor. Telefondaki sesin sahibi çocuk bölümünde. Furkan kafasını şöyle bir çeviriyor. İstese görebilir. Denese bulabilir. Yanına gidebilir. Sesin yüzünü görebilir. Ona dokunabilir. Ama yapmıyor. Kanepedeki duruşuna geri dönüyor.

Gülmeyi unutan yaşlı gözlere, mutluluktan haber ver dilek taşı…” Ses, hem telefondan hem sağ taraftaki çocuk bölümünden, bağıra bağıra şarkı söylüyor.

“Sevgilin var mı,” dedi Furkan. Şarkı bıçak gibi kesildi.

“Var mı,” dedi Furkan, bir daha.

“Arada Leman’ın barına gidiyorum.”

Furkan bu sefer şakağını ovalıyor.

“Evimizi hatırlıyor musun? Kütüphaneli divanımızı hatırlıyor musun? Eskiciden üç kuruşa alıp hamallara dünya kadar para dökmüştük. Astarı yüzünden pahalıya gelmişti. Nasıl hantal, çirkin bir şeydi. Cebimizde beş kuruş kalmamıştı. Adamlar gidince evdeki o ucubeyle kalakaldık. Sonra birimiz, sen miydin ben mi, birimiz patlayıverdi. Sinirlerimiz bozulmuştu, altımıza işeyecektik gülmekten. Bütün akşam güldük. Rakı içtik yine güldük. Bitmeyen bir gülüş, sabaha kadar karnımıza ağrılar girmişti. Arka kapaklardan biri sert oturunca beline düşüyordu. Senin sırtın morarmıştı. Gece açıp krem sürdürmüştün. Usul usul masaj yapmıştım, hatırlıyor musun.”

Furkan konuyu gittiği yerden döndürme telaşıyla, “Türk tasarımı ilk ve son mobilya, kütüphaneli divan,” dedi, uyduruk bir kahkaha bile attı üstüne ama ikisi de komik bulmadı bunu.

“Babanın geldiği haftayı hatırlıyor musun,” dedi ses. “Of, ne telaş yapmıştın.”

“Sen de amma rahattın. Hacı Resul geliyor eve, senin umurunda değil.”

“Seccadeleri, tespihleri dolaptan çıkarıp evin orasına burasına koyuşumuzu hatırlıyor musun.”

Furkan üzerinden yıllar geçmiş iki insanın, o ikisinden birinin kendisi oluşunun sıkıntısıyla nefeslendi.

Ses devam etti, “Benim ıvır zıvırları da evden çıkarmıştık. Sen yüz kere odaları, dolapları kontrol ettiydin, bir şey kalmış mı diye. Sanki ne olacak? Hatta baban beni sevmişti! Rasta saçlarıma, piercinglerime rağmen sevmişti. Yani, o kadar acayip buldu ki beni, bir Türk’ün bir turisti sevdiği gibi sevdi. Zerre kadar şüphelenmedi bizden. Okul birincisi olduğumu duyunca ‘Aferin evladım, böyle okuyun. Aman ha şeytana uymayın,’ dediydi. Giderken de seni bana emanet etmişti. Hey ya rabbim.”

“Hâlâ da sorar seni arada, ne oldu o arkadaşın diye. Hacı’ya bak. Öğrenci evinin atmosferine uyum sağladı adam. Nasıl olsa mezuniyete kadar.”

Bu sefer ses sordu. “Hiç sevgilin oldu mu?” Geceler boyu iç sesinin sorduğu, bir öyle bir böyle sorduğu, sormaktan vazgeçtiği, bazen de lafın arasındaymış gibi sormayı tasarladığı o soruyu dümdüz sordu.

Temiz bir “Hayır,” çekti Furkan. Sessizlikten, telefondakinin bu gece deliksiz uyuyacak kadar rahatladığını anladı.

“Her neyse,” dedi telefondaki. “Onunla neden evlendiğini biliyorum artık. Yani, valla bak, biliyorum artık. Birdenbire anladım.”

“Gece yarısıydı. Uzanmış televizyon seyrediyordum. Birden anladım. Neden evlendiğini biliyorum. Yani, onu zaten biliyordum, mecburdun, anladık. Ama onunla neden evlendiğini yeni anladım.”  

Furkan’ın ademelmasına demirden bir yumurta oturdu. Tek kelime etmiyor.

“Onu herhangi bir şekilde, dostça, kardeş gibi de olsa, herhangi bir şekilde sevme ihtimalin yoktu. Bu da bana verebileceğin son şeydi. Değil mi?”

Furkan konuşmuyor.

“Teşekkür ederim,” diyor ses.

“Teşekkür ederim,” diyor tekrar. “Hoşça kal.”

Kalbi böylesine atarken “Hoşça kal,” diyebilmesine şaşıyor Furkan.

edebiyathaber.net (27 Ekim 2020)

Yorum yapın