Öykü: Merdiven | Simran Kadim

Aralık 24, 2020

Öykü: Merdiven | Simran Kadim

“Biz ağlayarak doğarız, sessizce ölürüz. Üzerimize düşense gülerek yaşamak.” Victor Hugo

Öksüre öksüre apartmana girdi, sanki içindeki ağır yorgunluğu bir çırpıda çıkarıp havaya savuracakmış gibi soluklandı. Titreyen elini ağır ağır uzatıp asansörün düğmesine bastı, bekledi, bekledi… Ihtiyar adamın saydığı saniyeler hızla geçiyor ama asansörün kapıları açılacakmış gibi görünmüyordu. Aniden acı bir telaş hissi sardı canını, kalbi sıkıştı, elini atıp düğmeye basmaya başladı tekrar tekrar: “Şimdi açılacak, şu an açılacak. Niye çalışmasın ki?! Gelecek asansör, her zamanki gibi usulca, yavaş-yavaş aralanacak kapılar…” Ne kadar umudunu canlı tutmak istese de bir önemi yoktu. Son tadilattan beri sorunsuz çalışan asansör bozulmuştu yine…
Ihtiyar adam, sinirli sinirli başını sallayıp içini çekti sessizce, elini cebine salıp sigara paketini çıkardı. Fakat sigara içmenin bir faydası yoktu, ne gerilmiş sinirleri sakinleşecek ne de asansör çalışacaktı. Kararını değiştirip paketi cebine koydu yeniden, bir daha iç geçirip hevessiz hevessiz çoktan eskimiş, kırık dökük merdivene doğru adımladı. Başını kaldırdı, gözlerini yukarı dikti. Asansörün çalışmaması derin bir huzursuzluk düşürmüştü içine. Korkup çekiniyordu nedense, bir şeyler olacağından, kaza falan yaşanacağından sakınıyordu sanki.
“Bu yaşımda sağ salim yukarı çıkmaya gücüm yeter mi acaba?” – kendi kendine sorduğu soru ona çok yersiz geldi. Altı ay önce de asansör çalışmadığında birkaç gün merdivenlerle çıkmıştı beşinci kata. Niye de şimdi çıkamasın ki? Anlamsızlığını, bir yararının olmayacağını bile bile dönüp asansöre doğru gitti yeniden, büyük hevesle, tekrar tekrar düğmeye bastı. İçinden, “açılacak, açılacak…” dedi, ama donup kalan kapılar kıpırdamadı, yıllardır bozulmuş gibi kımıldanmadı hiç. Ne bir titreyiş ne bir ses…
Ihtiyarı tedirgin eden şey son zamanlar sağlığındaki sorunlardı. Altı ay önceye kıyasla epey halden düşmüş, gücü küvveti, hareketleri zayıflamıştı. Çok duramıyordu ayakta, son dönemlere dek yorulmadan evinden otobüs durağına kadar kolayca giden adam, şimdi zorla çekiyordu ayaklarını. Süngerdeki su gibi takatini içinden çekip çıkarmışlardı sanki. Zihni de eskisi gibi değildi, sık sık kafası dumanlanıyor, algı bozuklukları yaşıyordu. Zaman zaman gözleri yaşararak yaşlanıp elden ayaktan düştüğünü, ölmeye geciktiğini dese de yakınları itiraz ederlerdi. Yaşına göre çok genç, sağlıklı olduğunu söylerlerdi, uzun yıllar yaşayacaktı hele.
Kahrolası asansörün çalışmadığına emin olup merdivenlerle çıkmaya karar verdi ihtiyar. Boş yere beklemenin bir anlamı yoktu, yavaş yavaş çıkacaktı nasıl olsa. İlk altı basamağı geride koyup bir anlık durdu: “Belki yine denesem gelir asansör, açılmak istemeyen kapılar kıpırdanır yerinden? İyi basmadım mı düğmeye? Asansör değil, düğmesi mi bozulmuş?” Acı bir tebessümle gülerek ah çekti ihtiyar: “Hayır elbette! Bu baş belası asansörün düğmesine kaç kez bastım ben…”
Takatsiz ayaklarına güç verip basamaklara yöneldi yine. Fakat çabucak da durmak zorunda kaldı: bir çocuk vardı karşısında. Küçük, küçücük bir çocuk… Dört beş basamak yukarıdan bakışlarını ona dikmişti. Nedense asıktı suratı, kar gibi bembeyaz saçları, orta boyu, sıska vücudu olan ihtiyar adama bakıyordu.
“Merhaba… gel… gel yavrum… gel bir öpeyim seni. Nerden çıktın böyle, kimin oğlusun sen?..”
Ihtiyar, derinlerden bir yerden gelen hırıltılı, kaba sesini çıkarıp güler yüzle ellerini uzattı. Içindeki kara bulutları dağıtmıştı çocuk. Hele okul yaşına gelmeyen oğlan kıpırdayacak gibi değildi, önündekini duymuyor, görmüyordu sanki.
“Ne oldu sana, heyy? Konuş, söyle bakalım, kim kırdı kalbini? Niçin suratın asık, kaşların çatılı?..”
Çocuk, aşağı inip ihtiyara yanaşmaktansa kaşlarının düyümünü daha da sıkılaştırdı. Şaşırmıştı ihtiyar adam, ama yumuşak, ılımlı bakışlarını olduğu gibi korudu. Daha çok gülümsedi hatta. Sonra, baştan başa dikkatle süzdü çocuğu: Yaşına uygun olmayan anlamlı, derin bakışlar, büzüşmüş ince dudaklar, anlaşılmaz yüz ifadesi.
Daha iki basamak çıkıp samimi bir sesle, “Gel, gel bakayım kim incitti seni yavrum,” dedi ihtiyar. Çocuğun yüzündeki hoşnutsuz ifade ise tamamen sertleşti birdenbire. Kenara çekti kendini, göze görünmez bir varlık gibi çabucak ihtiyarın yanından geçip küçük ayakları için büyük olan basamaklarla inmeye koyuldu.
“Beni tanımıyor tabii, o yüzden konuşmadı, yanaşmak istemedi bana,” diye düşündü ihtiyar adam.
Ayağını karşıdaki basamağa koyarak yukarı çıkmak isterken birden içinden şiddetli bir cereyan geçtiğini hissetti: Onu irkiltip sanki derin uykudan uyandıran, tüm vücudundan gür ışık gibi süzülen soğuk bir cereyan! Çocuk etrafındaki herkesten – anne babasından, ninesinden, dedesinden, kardeşinden saklı çıkmış olabilirdi evden. Hemen arkasından koşmak, kendini dışarı atmadan durdurmak gerekiyordu!
Dönüp geriye baktı ihtiyar adam. Gözleri telaşla, heyecanla çocuğu arasa da yoktu oğlan. Peki bir anda nereye kaybolmuştu böyle? Belki aşağı inmişti artık? Fakat hayır, olamazdı bu, çünkü bir ya iki saniye geçmişti. Merdivenleri inebilir miydi bu kadar kısa sürede? Belki de sebebi kendinde aramalıydı; geçen 5-10 ya 15-20 saniye, 1-2 saniye gibi gelmişti. Ya da sanrı, halüsinasyon görmüştü sadece. Mesela aniden tansiyonunun fırlayıp durumunun değişmesi yüzünden.
“Çok yorulup yıprandım, yaşlandım artık, ne var ki bunda? Evet, bunamış olabilirim pekâlâ!” diye kızgınlıkla mırıldandı ihtiyar adam. Sıkıca tırabzandan yapıştı, gitgide “yükselen” merdivenlerle çıkmaya devam etti. Bir basamak… iki basamak… üç basamak… vücudu kilosu artmış gibi yavaş yavaş ağır geliyor, tümüyle güçsüzleşmiş ayaklarına, kaslarına söz geçiremiyordu.
Altı ay önce de yine asansör bozulduğunda merdivenlerle çıkmasını hatırladı. O günden bu güne iyice göze batıyordu sağlığının kötüleşmesi. Önceler üçüncü dördüncü katta geçirdiği yorgunluk, şimdi ikinci kata varmamış belirivermişti. Gün geçtikçe, saatler ireliledikçe sağlığı bozuluyordu ihtiyarın. Öte yandan son haftalar sık sık tansiyonunun oynaması, yürürken nefes nefese kalması, bazense midesinin bulanıp, başının dönmesi…
İkinci kata ulaştığında ayakları sözünü dinlemedi, durup soluklandı yine. Yeniden hareket etmek isteyinceyse deminki gibi… Dört beş basamak yukarıda, donup kalan bir çocuk… 13-14 yaşlarında, birinci kattakine çok benzer, hemen hemen onun ikizi bir çocuk! Ihtiyar epey irkildi bu kez. Aklının şaşırdığını düşündü yine, gözlerini kapadı, açtı… kapadı, açtı… Hiç olmadığı kadar gerçekti, hakikiydi her şey.
“Gel, gel sen in aşağıya. Ne, ne oldu? Neden konuşmuyorsun evladım, kardeşin seni bekliyordur şimdi…”
Bu çocuk da umursamadı ihtiyar adamı, sakince durarak yerinden kımıldanmadı hiç. Birinci kattaki çocuk gibi, o da kimseyi duymuyor, görmüyor, aldırmıyordu sanki. Aynen çatılı kaşlar, yaşına uygun olmayan anlamlı, derin bakışlar, büzüştürülmüş ince dudaklar. Yüzündeki ifadede ise garip bir keder vardı.
“Neden yalnız bırakıyorsun kardeşini evladım? Pekâlâ, ne yapalım artık… hadi, hadi çabuk ol, hadi git onun ardından…”
Ağır bir sessizlik, sükunet.
“Duymuyormusun beni?! Sana sesleniyorum be çocuk!” yüzünü ekşitip yüksek sesle, biraz da sinirle bağırdı ihtiyar adam.
Oğlan yaydan çıkan ok gibi aniden fırladı yerinden, hızla indi aşağıya. Hiçbir şey anlayamıyordu ihtiyar adam. Ne anlama geliyordu tüm bunlar? Geriye döndü, bir anda kaybolan gençin arkasından baka kalmıştı. Kardeşlerde bir şeyler vardı, bu bozukluğun, donukluğun herhangi bir nedeni olmalıydı. Çocuklar, anlatılması imkansız bir sürü zor, çelişkili duygular uyandırmışlardı ihtiyarın kalbinde.
“Ne oldu acaba? Neden böyle miskin, kederliydiler ki?” diye uzun uzun düşündü.
Çocukların, birkaç saniye sessizce durmaları, sonra da korkmuşlar gibi aniden fırlamaları birçok sorular uyandırmıştı aklında. En önemlisi, yüzlerindeki gam, kederdi. Belki de acıyorlardı onun durumuna? Merdivenleri zorla çıkması, hastalıklardan zayıflayıp büzüşmesi, yüzündeki kırışlar… Her ömrün bir sonu var, kendilerinin da bir gün böyle bir duruma düşeceklerini düşünüyorlardı galiba. Birdenbire çok kızdı kendine ihtiyar adam. Hangi çocuk böyle şeyler düşünür ki? Kardeşler aralarında kavga etmiş olabilirlerdi. Ya da anneleri azarlamıştı onları. Bu kadar sade ve basit!
“Çok abartıyorum her şeyi. Hiçbir şey yok burada! Birazcık moralsizlerdi sadece, başka hiçbir şey…“
Ihtiyar adam, vücudunu kaplayan kan terin içinde, yorgun argın üçüncü kata vardı. Ama ne irkildi ne de şaşırdı bu kez. Dört beş basamak yukarıda bir oğlan vardı yine… Yirmili yaşlarda, yakışıklı, aynen öbürlere benzeyen bir genç. O da sıkı sıkı düğümlemişti kaşlarını, dudaklarını büzüştürmüş, donuvermişti heykel gibi.
“Merhaba.”
Ihtiyar, ağzından başka bir kelime çıkarmadı, merdivenlerı çıkmaya devam etti hiçbir şeye aldırmadan. Bu oğlan öbürlerle kıyasla çok üzgündü, gözleri de yaşarmıştı hatta.
“Her üçünün derdi var, evlerinde ağır bir facia olmuştur belki de. Yoksa durduk yere neden böyle bir duruma düşsünler ki?”
Bu genç de diğerleri gibi ihtiyarın yanından geçip hızla indi merdivenleri. Ihtiyar umursamadı onu, yukarı çıkıyordu nefes nefese.
“Gücüm tükenip takatim kesilecek şimdi, yere yığılıcam galiba. El ayağım, kaburgalarım kırılacak, sonum olacak üstüme üstüme gelen şu merdivenler!..”
Ihtiyar adamın hali kalmayıp tamamen güçten düşse de ayaklarını çalışmaya zorluyor, soluklanmayı hiç düşünmüyordu bile. Sol kolundaki ve göğsündeki acılar keskinleşiyordu her yeni basamağı çıktıkça.
“Hadi biraz da, sık dişini, hadi, varıcam evime!”
Şu an ihtiyarın en büyük arzusu beşinci kata sağ salim ulaşmak, bıkıncaya kadar evinde yatıp dinlenmekti. Saatlerle, hatta günlerle yerinden kıpırdamasa yorgunluğu, halsizliği çıkmayacaktı canından.
“Ya kalbime inerse, ya kalbim durursa birdenbire…”
Dördüncü kata vardığında o kadar yorulup halsizleşmişti ki ihtiyar, gözüne hiçbir şey görünmüyordu. Ne yukarıdan ona bakan 40-45 yaşlarındaki adam, ne onun ağlamaktan kıpkırmızı kızarmış gözleri, ne de bu kişinin ötekilerle çok benzer olması… Dursa, yavaşlasa dengesini yitirip düşecekti ihtiyar adam. Zamanla yarışıyormuş gibi acele ediyor, durmadan tüm gücünü seferber ederek çıkıyordu yukarı. Sağ sol, sağ sol…
“Ben başarıcam, birşey kalmadı artık, varıyorum evime!”
Vücudu fırtına dalgalarındaki gemi gibi o taraf bu tarafa savruluyor, etraftaki her şey başına dört dönüyordu. Ama pes etmiyordu yine. Yalnızca yukarı, yukarı…
“Çok az kaldı… Eve varınca dinlenirim. Ne olur, ne olur kapını açıp gireyim evime…”
Nefesi kesilmek üzere olsa, kalbi durmadan çarpıp keskin acı vermeye başlasa da kalkıyordu basamakları, üstesinden geliyordu henüz.
“Tek bir basamak daha… çok az kaldı, bitiyor artık!..”
Basamakların hepsi geride kaldı nihayet, ihtiyar adam dairesine varmıştı en sonunda. Daha bir adım atarak kapıya yaklaştı ve bu anda… birdenbire kimse göğsüne ağır bir hançer darbesi indirdi sanki. Acı koptu kalbinden… Çok keskin, insanın aklını başından alan dehşetli, korkunç bir acı!!..
“Ben çıktım merdivenleri, vardım evime!..”
Yorgunluktan, halsizlikten, en önemlisi kalbindeki acımasız, katlanılmaz acının etkisinden vücudunun sanki ondan ayrıldığını hissetti. Dengesini yitirdi, düşüp yere serelendi ihtiyar…
“Çıkmayı başardım, sonuna kadar kalktım yukarı…”
Üst kattan ağır-ağır, usul usul çok ihtiyar bir adam iniyordu şimdi. Aynen diğerleri gibi onun da yüzü gözü kederden, üzüntüden büzüşmüştü. Hatta ağlıyordu galiba, gözlerinden yanaklarına, oradan da aşağıya iri yaş damlaları süzülüyordu.

edebiyathaber.net (24 Aralık 2020)

Yorum yapın