
“Orhaaaan, kahvaltı hazır!” “Geliyoruuuum,” diye sesleniyorum ayna karşısında keçisakallarımı ve bıyıklarımı tararken. Sofia’nın, harika bir kahvaltı masası hazırladığını düşünerek gülümsüyorum. Bizden önce çalıştığı evde puf böreği yapmayı öğrenmiş. İlk yaptığında övdüm diye her sabah erkenden kalkıp, köşedeki Grand Cookie’den ekmek hamuru alıyor, beyaz, küçük, narin elleriyle hamuru yoğurup, yağda kızartıyor, yanına buğusu çıkan simitler koyuyor. Bunları hep sessizce yapıyor. Sofia’nın varlığı yoklukla yoğrulmuş sanki!
İlk yaptığında Allah’tan görmedi Gönül; görse izin vermezdi, kokusuna uyandı. Bir anlam ararmış gibi uzun uzun baktı puf böreğine, sonraki günler ise boş boş. Sofia, Gönül’ün beğenmeyip haftasına gönderdiği diğer yardımcılar gibi Gönül’ün gözüne batmıyor. Bizde çalışalı tam tamına iki hafta oldu.
“Söylediğiniz gibi benzerler benzerlerin yanına Orhan Bey,” diyor Sofia, masada yan yana duran puf böreği ve simit tabaklarını göstererek. Kahvaltıda sadece bir dilim yediği tam buğday ekmeğinden bir lokma koparıp ısırdıktan sonra, “Çok fazla karbonhidrat tüketiyorsun Orhan, kolesterolün çıkacak yine,” diyor Gönül ve o sırada gözleri saçlarıma takılıyor, birden yüzü düşüyor. Senin gibi gerginlikten beslenmiyorum hiç değilse diyorum içimden. Simitten bir parça koparıp ağzıma attıktan sonra çatalımı zeytine uzatırken Gönül’ün bakışlarının hala üzerimde olduğunu hissediyorum. Başımı kaldırıp gülümsüyorum “Ne var?” anlamında. “Yine saçlarını taramamışsın Orhan, kuş yuvası gibi duruyor,” diyor. “Daha öncede defalarca söylediğim gibi, tarayınca kabarıyor Gönül’cüğüm.” Sofia, çaylarımızı tazeliyor. Sinirlenmemek için konuyu değiştiriyorum, “Didem niye kahvaltıya gelmedi? Uyanamadı mı yine?” “Hasbinallah! Didem dün akşam yoktu, ondan önceki akşam da yoktu ya Orhancığım. Bu akşam da olmayacak! Ablamda kalıyor, üniversite sınavına da ablam götürecek,” diyor Gönül. “Niye bana söylenmiyor bu, korkuluk muyum ben bu evde?” Sinirlenmeye başlayınca farkında olmadan çayımdan fazlaca aldığım bir yudum yüzünden ağzım yanıyor, gözlerimden ateş çıkıyor. Gönül sanki trans halindeymiş gibi gözlerini belerterek saçlarıma bakıyor, “Yaşar önermiş, sınava girmeden birkaç gün önce kendini rahat hissedebileceğin bir yerde kal demiş,” diyor. Keçisakalımı sıvazlarken Yaşar’ın bana ne kadar kapalı olduğunu düşünüyorum. Ulan Yaşar, bundan sonra benden çekeceğin var. Onca meslektaşım arasından kızımı sana emanet ettim. Altı üstü bir sınav kaygısı çalış dedim. Sanki dört başı mamur bir bireysel terapi yapıyormuşsun gibi, kızın kaygısı nasıl oldu diye her sorduğumda, hasta mahremiyetinden dem vurup konuyu değiştirdin. Kızın kendisini rahat hissedeceği bir yerde kalmayı önermekte ne oluyor? Ders çalış demekle rahatsızlık mı veriyoruz hanımefendiye? Ben üniversite sınavına çalışırken… hey yavrum hey! Bittin o’lum Yaşar! Tez savunmasında jüride olmasaydım, elinden tutmasaydım, psikiyatri camiasında esamen mi okunurdu senin. Sakinleşmeye çalışarak, “Geçen hafta kongrede beraberdik. Geçen gün öğlen yemek yedik, bundan bahsetmedi bana,” diyorum kelimelerin üstüne tek tek basarak. Gönül gözlerini saçlarımdan çekip gözlerime dikiyor, “Ah Orhan, Yaşar’la düşüp kalktığın kadar benimle düşüp kalksaydın…” Cümlenin tamamını zihnimde tamamlarsam zor zapt ettiğim sinirimin zembereğinden boşalacağından çekindiğim için bu gün göreceğim hastaları düşünmeye başlıyorum. Hepsinin terapi süreçlerini zihnimden geçiriyorum, bir tek dokuz hastası yeni. Sofia, yeni kızarttığı puf böreklerini tabağıma bırakırken “Benzerler…” diyecek oluyor ki Gönül’ün sert bakışlarıyla karşılaşıyor, eli ayağına dolaşıyor, sabun köpükleri üzerinde seker gibi parmaklarının üzerinden mutfağa seğirtiyor. Peçeteyle dudaklarımın kenarlarını silerken, “Akşam ben de olmayacağım Orhan, bir arkadaşımda kalacağım, beni göremeyince, Gönüüül, Gönülcüğüm neredesin diye bağırıp, telaş etme diye söylüyorum,” diyor Gönül.
Kapıdan çıkarken bir poşet dolusu kıyafet veriyor elime. Gözleri hala saçlarımda olduğu halde, “Giysi kumbarasına atar mısın?’’ diyor.
Poşeti arabanın yan koltuğuna bırakıyorum. Köprüyü geçerken radyoyu açıp kanalları geziyorum. Zerrin Özer’den ‘’Gönül’’ şarkısı çalıyor. Şarkıya kendimi kaptırdığım için hiç huyum olmadığı halde bağıra bağıra eşlik ediyor, bir yandan direksiyonu yumrukluyor, diğer yandan gerekli ve gereksiz yere kornaya basıyorum. “Nedir çektiğim senden, Gönül derdin hiç bitmiyor… Uslan artık deli gönül, bak gelip geçiyor ömür…” Yanımdan geçip giden araba sürücülerinin şaşkınlıkla bana baktıklarını görüyorum. Şarkı söyleyen eşek görmediniz mi? Eşşek yüküyle çalışıyor yine de kimseye yaranamıyorum.
Plaza’nın kapalı otoparkına girdiğimde görüyorum Yaşar’ın arabasını. Yine benim yerime park etmiş lavuk! Arabanın kapısını sertçe kapatıyorum.
Asansörde bizim kattaki asistan kızı görüyorum. Saygı ve hayranlıkla selamlıyor beni. “Günaydın Profesör.’’ Yarım bir gülümsemeyle karşılık veriyorum. Ofisten içeri girmeden önce gevşemek için derin bir hava çekiyorum içime ama nafile. Neslihan, dünyanın sekizinci harikasını görmüş gibi bakıyor yüzüme. Yüzündeki botoks ve dolgularla bir güruhun numunesi gibi. “Günaydın Profesör,’’ diyor. Beni görünce hep böyle şebek gibi gülüyor, maymun mu oynatıyoruz, işimizi mi yapmaya geldik belli değil. “Günaydın Neslihan Hanım.’’
Odama geçiyorum. Neslihan elinde kâğıtlarla arkamdan geliyor. “Kongre ve seminer davetiyeleriniz Profesör.’’ Şöyle bir göz attıktan sonra masaya atıyorum. “Başka?’’ “Şizofren Sevenler Derneği’nin yemek davetiyesi, onur konuğu olarak çağırılmışsınız. Dokuz randevunuz bekleme odasında. Sonraki iki randevunuz çift terapisi. Her zaman dediğiniz gibi; benzerleri benzerleriyle yan yana koydum,’’ deyip gülümsüyor. “Hastanın başvuru kartı?’’ “Yirmiyedi yaşında, kadın, mimar, evli,’’ deyip formu önüme koyuyor. “Çıkabilirsin,” diyorum.
Hastayı ayakta karşılıyorum. Geç dönem Vincent Van Gogh tablolarındaki fırça darbeleriyle çizilmiş gibi görünen, neredeyse bakarken dalgalanan bir kadın görüyorum, zayıf, narin, minyon. Elinde karton bir maket tutuyor. Başında kocaman siyah bir şapka! Ağzı, burnu, kaşı, gözü yumuşak fırça darbelerinden oluşmuş sanki. Darbeler helezon şeklinde kıvrılıp sağa doğru uçuşuyor. Kendimi deniz tutmuş gibi hissediyorum. “Hoş geldiniz,’’ deyip oturması için yer gösteriyorum. Savrula savrula giriyor odaya, elindeki maketi uzatıyor. “Methinizi çok duydum, bunu sizin için yaptım,’’ diyor. Haydaaa! Maket ne anlama geliyor acaba? Dur bakalım, görüşme sırasında çıkar anlamı ortaya nasılsa. Maketi alıp masanın ona yakın tarafına koyuyorum. Tanışma kısmı bittikten sonra, buraya gelme nedenini soruyorum, cevap vermek yerine dudaklarını ısırıyor uzun uzun. “Son zamanlarda nasıl hissediyorsunuz kendinizi?’’ diye soruyorum bu defa. Gözleri nemli, kelimeleri buğulu, kırk beş dakika hiç durmadan anlatıyor. Hiçbir şeye güvenmediğini, hayatın ne yazık ki hiç adil olmadığını, adaletsizliğin de yaşamında dengesizliğe yol açtığını anlatıyor. Dengesizliğe biraz denge katabilmek için mimar olduğunu söylüyor. Odağını kaybetmiş. Bu durum, görünümünün bana hissettirdiğini açıklıyor. Gözlemin gücü adına! Her şeyde bilgi değil, bende bu meslekle ilgili yetenek var, Orhan’da olmayan. Adaletle ilgili kendini çaresiz hissettiği bir yaşantısı olmuş olabilir. Görüntüsü düzelmeye başlıyor. Artık uçuşmuyor fırça darbeleri. Aradığı dengeyi terapide bulma umuduyla mı maketi getirdi acaba? O, anlatmaya devam ederken maketi masanın tam ortasına koyuyorum. Bunu yaptığımı görünce gözyaşlarına boğuluyor. Karton mendillikten bir kâğıt mendil çıkarıp uzatıyorum. Gözyaşlarını sildikten sonra bir katman daha açılıyor. “Çok çalıştığım için eşimi hiç göremiyorum. Aslında o da çok çalışıyor. Evde geçirdiğimiz vakitler hiçbir zaman kesişmiyor. Ofiste bir iş arkadaşım var. O da dengeye çok önem verdiği için biraz yakınlaştık son zamanlarda, duygusal olarak’’ dedikten sonra başını eğip uzun bir sessizliğe gömülüyor. Sessizliği bozan ben oluyorum. “Eşinizle bu durum hakkında hiç konuştunuz mu?’’ diyorum. “Çok denedim ona anlatabilmeyi, çok istedim. Bakın bu sabahta buraya gelmeden önce bunu yaptım,’’ deyip şapkasını çıkarıyor. Şapkasının altına yuvarlayıp sakladığı uzun siyah saçları samur bir halı gibi açılıp sol omzuna dağılıyor. Sağ taraf tamamen tıraş edilmiş. Kutudan bir mendil daha çekip burnunu siliyor. Kafasını eğip kel olan kısmını eliyle seviyor. “Sizce bunun anlamı ne?’’ diye soruyorum elimle saçını göstererek. Tam kelimeleri yine doludizgin savurmak için ağzını açıyor ki gözleri saçlarıma takılıyor, duraksıyor, “Size bir şey söyleyebilir miyim?’’ diyor. Seans bitmeye yaklaşıyor, elimle buyurun işareti yapıyorum. “Profesör, saçlarınız çok dengesiz görünüyor. Kuş yuvası olsa, kuş oturmaz buraya, düşer. Şimdi ne alaka diyeceksiniz de mimarlar dikkat eder böyle şeylere. Böyle iri bukleler için bir şampuan var, onunla yıkayacaksınız saçlarınızı, banyodan çıktıktan sonra ellerinizle buklelerinizi açıp aşağı doğru çekiştirdikten sonra jöleleyeceksiniz.’’ Gönül’ün aylardır saçlarım hakkındaki yorumu aklıma geliyor. Sabahtan beri zapt ettiğim sinirim sonunda zembereğinden boşalıyor. Bir hışımla kalkıp, maketi hastanın kafasında paralarken, “Al sana adaletsiz dünya,” diyorum. Odadan çıktığı gibi sandalyeye yığılıyorum. Nefes alamadığım için gömleğimin düğmelerini açıyorum. Ben bittim! Tüm mesleki kariyerim yerle bir oldu. Yarından itibaren internetteyim. Ahhh! Kalbim ağrıyor. Kalp krizi geçiriyorum herhalde.
Neslihan odaya giriyor, endişeyle, “İyi misiniz Profesör, bembeyaz olmuşsunuz?’’ diyor. “Ne dedi, ne yaptı?’’ diye soruyorum elimle kalbimin üstüne bastırırken. “Hasta mı?’’ diyor. “Başka kim olacak?” diyorum tanıyamadığım kadar cılız bir sesle. Neslihan bana şaşkınlıkla bakıyor, hemen kendini toparlayıp, “Yoğun olduğunuz için başka bir meslektaşınıza yönlendireceğinizi söylemişsiniz, bende daha sonra arayıp kime yönlendireceğimizi söyleyeceğiz dedim. Ha! Bir de maketi kabul etmemenizi nezaketsizlik saymış, doktor yorumlarına yazacakmış,’’ diyor çarçabuk. Ulu Tanrım, sana şükürler olsun, kariyerim kurtuldu. “Maketi tabii kabul edemem,” diyorum tok ve kendine güvenen bir ses tonuyla. “Etik olarak… Neyse, Neslihan Hanım bugün için tüm randevularımı iptal edin, sağlık problemi falan deyin işte,’’ diyorum sandalyede doğrulup gömleğimin düğmelerini iliklerken.
Otoparka indiğimde Yaşar’ın arabasını göremiyorum. Günün bu saatinde çıkmış! Lokal kulislerinde benimle ilgili dedikodu yaptığını hayal ediyorum. Kızımın sınavdan önceki birkaç gün teyzesinde kalacağını anlatıyordur. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Lokale gitmek üzere arabama biniyor, yan koltukta poşeti görüyorum. Yol üzerinde bir giysi kumbarasının önüne park ediyorum. Poşeti boşaltırken birde ne göreyim; geçen hafta aldığım Vakko gömleğim! Giysilerimin hepsi yeni! Kumbaranın içinde de yepyeni erkek kıyafetleri görüyorum. “Benzerler benzerlerin yanına,” diyorum gayriihtiyarî. Biraz durup düşündükten sonra arabama binip istikametimi eve çeviriyorum. Yoğun trafikle cebelleşirken, korkudan titreyerek araba kullanıyorum. Sık sık kornaya basıyor sonra elimi hızla atmakta olan kalbimin üzerine bastırıyorum.
Kapıyı Sofia açıyor. Hemen içeri girip, “Gönüüüül, Gönülcüğüüüm,” diye sesleniyorum odadan odaya geçerken. Sofia, yatak odasındaki giysi dolabının kapsını açıyor. Gönül kendi bölümünü boşaltmış! Soran gözlerle Sofia’ya bakıyorum. “Orhan Bey, Gönül Hanım bavullarıyla ve Yaşar beyle birlikte gitti,” diyor bozuk Türkçesiyle. “Yaşar mı aldı Gönül’ü yani?” diyorum elimi kalbime bastırırken. Nefesim kesiliyor yine. Sofia, yuvarlacık, mavi, cam gibi gözleriyle gözlerimin içine bakarken, elimi alıp kendi kalbinin üzerine koyuyor, “Benzerler benzerlerin yanına Orhan Bey.” Elleri hala hamur kokuyor.

















