Öykü: Kılıç gibi kış | Samih Güven

Aralık 18, 2025

Öykü: Kılıç gibi kış | Samih Güven

Kar öylesine hâkim bir edayla yağıyor ki yeniden ve yeniden beyaza boyuyor şehri. Kendi içine, bir suskunluğa hapsediyor her şeyi. İnsanları uysallaştırıp sakinleştiriyor. Romantik duygular uyandırıyor bir yandan. Belli belirsiz hüzün dalgaları peydahlanıyor.

Çizti Prudi metro istasyonundan çıkınca etrafı izliyorum bir süre. Estetik sokak lambalarıyla ışığa boğulmuş kaldırımlar. Mekanların önüne sigara içen insanlar kümelenmiş. Gençliğin, arkadaşlığın, içkinin ateşlediği bir insan neşesi kaplamış her yanı.

Bense yalnız ve yenik hissediyorum. Zayıfmışım meğer. Böyle düşünmemin nedenleri var çünkü. Bir daha gelmem dediğim şehirde olmak mesela? Uçak Krizinde apar topar kapı dışarı ettikleri soğuk, yabancı bir ülkede, aileden, eşten dosttan uzağım yine.

Miyasnitskaya Caddesine doğru yürümeye başlıyorum. Taze kar ayaklarımın altında çatırdarken seslerin ve kokuların insanı bir anda geçmişe sürüklemesine hayret ediyorum. Evet sürüklenmek bu, yara alarak aynalardan geçmek.

Etrafımdan bu sert iklimin insanları gelip geçiyor. Kışın bütün sırlarını biliyor olmalılar. Savaşlarda bile ondan destek almasını bilmişler. Hep yanlarında olan “general kış”ı icat etmişler örneğin. Kars’a gelip kırk yıl bu sayede mi kalmışlar bilmiyorum. Kars neresi hem! Bir zamanlar çok kar yağan bizim oralar! Sarayın torpillisi Enver Paşa ne bilsin kışın sırlarını.

Babam mevsimleri iyi tanırdı oysa. Kılıç gibi kış geliyor, derdi örneğin. Kısa yaz günlerinin kıymetini bilelim diye söylerdi bunu. Sabahın beşinde öğlen olduğunu iddia ederken aklında bu vardı. On bir nüfusla, onca hayvanla bahara çıkmak kışa karşı zafer sayılırdı çünkü. Hayır, bizim generalimiz kış değil, babamdı.

Hastalık onu eritip tüketiyor şimdi. O yorganın altına çekilmekle hayattan da elini çekiyor sanki. Bitimsiz bir kışa tutulmuş. Ah be general! Sona yaklaşırken yanında olamadım. Affet!

Paramın bittiğini, yeniden Moskova’ya dönmek zorunda olduğumu söyleyemedim. İyi bir iş teklifi oldu, hem burada bize hayat yok, diyemedim. Üzüleceğini, kendi vatanımız dururken Urus’da ne işin var, diyeceğini biliyordum.

Uçak Krizi’nden sonra bir umut döndüğüm memleketimde tutunamadım işte. Tecrübeli bir mühendis olsam da istediğim gibi iş bulamadım. İnsanlar mutsuz ve öfkeli geliyordu. İki ülke arasında sıkışıp kalmıştım.

Moskova’daki eski şirketim, işler düzeldi deyip, on beş gün içinde işe başlamamı istediğinde ne yapacağımı bilememiştim. Kendi ülkende ağır, bunalımlı bir gündemle umutsuzluğa kapılmak mı, yoksa hiçbir zaman kendilerinden görmeseler de sorunlarının seni ilgilendirmediği yabancı bir ülkede mi olmak?

Seçim yapmanın tuzak olduğunu söyler ya Fuentes, doğru bu. İnsan iki şeyden birini seçmeye zorluyorsa kendini, kapana kısılmış demektir. Keşke her şeyi açıkça konuşabilseydim babamla. Arada görünmez duvarlar vardı sanki. Sert bir iklimde general olmanın bedeli vardı.

Kar etkisini artırırken kendimi bir an evvel Petroviç’e atmak istiyorum. Bana iyi gelecek şeyi biliyorum.

Buraya ilk geldiğim akşamı hatırlıyorum yürürken. Halk günü olan perşembe gününü seçmiştik. Moskova’da onlarca mekân gezip, o köpük köpük deli selin kıyıya vurmuş dalgaları gibi hissedince hem orta yaşa uygun hem de eski Sovyet tarzı bir mekân bulmamız sevindirmişti.

İçeri girerken tedirgin oluyorum. İyi karşılıyorlar neyse ki. Türklerin kendini İtalyan, İspanyol olarak takdim ettiği günler geride kalmış. Kimilerinin kimliklerini göstererek Diyarbakır’da doğduğunu söylemesine de gerek kalmamış. Ruslar Türkleri hırpalamıyor artık. Yine de o muameleden sonra burada olmak tatsız bir yemek gibi mutsuz ediyor. Nazım’ın şehri, ışığa ve süse boğulmuş bu sihirli caddeler aynı gelmiyor nedense. Ya da ben aynı kişi değilim. Adam doğru söylemiş, manzara ruh halidir, diye.

Sahneye yakın bir masa öneriyorlar ama duvar dibinde bir yeri tercih ediyorum. Loş, sarı bir ışıkla aydınlanıyor her şey. Eski model masalar, sandalyeler, raflardaki pilli radyolar, pikaplar, karikatür ustası Petroviç’in çizimleri. Hiçbir şey değişmemiş.

Votka istiyorum hemen. Mekânda servisin hızlı olması ne güzel!

Başlıyor şarkılar işte. Seksenlerden klasikler. Dans meraklılarının sahneye atılması uzun sürmüyor. DJ’in tuzaklarını biliyorum. Bu eski şarkıları ustalıkla deneyecek üzerimizde. Önce hızlı olmalı her şey. İnsanlar kurtlarını dökmeli. Sonra olmadık zamanlarda romantik dans müzikleri çalacak ve orada, yakınında kim varsa dansa kaldıracaksın.

Hele şu votkanın yaptıkları yok mu? Onu hafife almamalı işte. Hızla içtiğim birkaç kadehten sonra kafam zamanda dolaşmaya çıkıyor. Zaman dediğim kendi içim, kendi geçmişim, yakıcı anılarım. Dilim dilim doğranıp gözümün önüne geliyor her şey. Orta yaşlı insanların keyifli dansları sürerken, memlekette düştüğüm işsizlik günlerini, benden kaçanları, telefonuma çıkmayanları, generali düşünüp duruyorum.

Ortamın en genci olmakla yüzleşiyorum bir yandan. Ellilerinde üç hanımdan dans teklifi alıyorum. Kibarca hayır diyorum. Onlar da “yeterince votka içmedin mi,” der gibi bakıyorlar. İnsanın ne zaman dans edeceğini kim belirler sahi, biz mi votka mı? Derken “Şıkıdım” çalıyor işte. Tarkan Rusya’da Atatürk ve Sultan Süleyman’dan sonra üçüncü en büyük Türk.

Yetenekli abiler döndürüp duruyor kadınları. Zaman döndürüp duruyor her şeyi. Biri bizimle kafa mı buluyor ne?

Herkes neşeli. Kafalar iyi. DJ coşkulu. Yaptığı işten emin. Hızlandırıyor müziği, en olmadık yerde kuruyor tuzağını. Yavaş, romantik müziklerde insanlar iyice yakınlaşıyor birbirlerine. Sizi ne zaman birleştireceğime ben karar veririm der gibi bakıyor muzipçe.

Derken alımlı, kendinden emin, ellisinde bir kadın, neden dans etmek istemiyorsun, barın çıtırı sensin, kimi istersen dans edebilirsin, diyor. Tatlılıkla yüzüme bakıyor. Hayır, diyemiyorum. Burada dans tekliflerine hayır demek istisna. Böyle bir şey başarmış Sovyetler.

O daracık sahnede maharetle döndürüyor beni. Sanki o erkek ben kadınım. Kendimi müziğe bırakmak istiyorum ama yapamıyorum. Her tarafım tutuk ve ağrılar içinde sanki. Kışlardan bahsedemiyorum ona. Kadın döndürüyor, yoruyor beni. Tıpkı hayat gibi. Tıpkı geçmiş gibi. Tolstoy’un “insan ancak şimdide özgür,” sözü geliyor aklıma. Bundan da söz edemiyorum. Bir süre kadının mutlu olmasına izin veriyorum. Kadınlar da bize böyle yapıyor olmalı.

Yeniden masaya geçiyorum. Onunla vedalaşırken Ankara’ya yeniden iş bakmaya gittiğimi söylemiştim. İkimizde birbirimize bakmayı bırakıp nemli gözlerle başka noktalara meyletmiştik. Hoşça kal baba, ilaçlarını ihmal etme. Annen ihmal etmez de, kış bahara dönmez artık.

Son sözleri bumerang gibi kafamın içinde dönüp duruyor. Birkaç hızlı kadehten sonra ayrılıyorum mekândan. Saat on iki suları artık. Myasnitskaya Caddesi ışıl ışıl yine. Kar durmuş. İnsanlar, hırslarıyla, arzularıyla, hayal kırıklıklarıyla hercümerç, yatağını yiyen nehirler gibi akıp duruyor sokaklarda.

Benimse adımlarım sönmüş, enerjisini yitirmiş iyice. Bir taksiye binip uzaklaşmak istiyorum. Gözümü camdan dışarıya dikiyorum. Işık ve gölgeler sokaklar boyunca sürüp gidiyor. Aklımda sadece babam var. Ömrüne gelen kışın bana kalan kış olacağını biliyorum.

Yorum yapın