
Anahtarı girişteki görevli kadından aldı. İkinci kat, sağdaki oda, dokuz numara. Merdiven dışarıdaydı, her odanın kapısı avluya açılıyordu. Ahşap kapıların yeterince güvenli olup olmadığını düşündü. Ev bulana kadar idare edecekti artık.
“Herkesten uzağım, önemli olan bu.”
İçeri girdiğinde kilitleyip anahtarı üstünde bıraktı. Küçük beyaz bir mutfak tezgâhı, beyaz fayanslarla döşenmiş zemin, beyaz nevresimler, her şey beyaz… Pencereyi açtı, soğuk hava içerideki beyazlığı daha da dayanılmaz bir hale getirdi. Kapattı ve pencerenin iki yanına asılı koyu lacivert perdeleri çekti.
Banyoda sıcak su omuzlarından aşağı akarken hala ısınmaya çalışıyordu. Suyun altında parlayan diriliğine baktı hayretle, yaşam dolu haline. Birkaç haftadır ağlayıp duruyordu. Son beş yılı sevinçler ve teskin edilemeyen üzüntüler arasına kurulmuş bir salıncağa benziyordu. Beş yıldır bir ileri bir geri… Doğmamış çocuklarının neşeli gözlerine bakmış da sonra ölümlerini seyretmiş gibi bir acı. Artık dayanamıyordu. Saçlarını sıkarak duştan çıktı. Havluya sarınırken kim bilir kaç yabancı kullandı bunu diye geçirdi aklından, hızlıca kurulanıp yatağın kenarına bıraktı. Kendine ait olmayan bir havlu, oda, yatak… Kaybolma hissi biraz iyi gelmişti. Uzun saçlarını havluyla sarmak için eğildi ve başının önünde toplayıp ani bir hareketle geriye attı. Şampuan kokusuyla karışık buharlı hava odaya dağıldı. Camı tekrar araladı. Derin bir nefes aldı. Her şey geçecek. Biraz zaman… Sisin altında geniş düzensiz bir bahçe uzanıyordu.
Saçlarını iyice kuruttu, saç telleri tek tük beyaz zemine döküldü. Aslında odada kalıp uyumak istiyordu. Acıkmış olmasa beyaz örtüler arasında yatar uyurdu. Yeni aldığı boğazlı kazağını giydi. Saçlarını topladı, kapıyı kilitleyip çıktı. Başına atkı sarmış, üstünde açık renk bir pardösü. Plastik bir meyve kasasını iple peşinden sürüyen yaşlı bir kadından başka kimse yoktu sokaklarda. Sahile doğru yürüdü. Lokantalardan birine girdi. Etrafı muşamba ile kapatılmış, direklere takılı küçük, elektrikli sobalarla ısıtılan bir balık lokantası. Bir iki masa dışında içerisi bomboş. Mesafe bırakarak oturdu. Muşambanın ardında ufkunu kaybetmiş soluk bir deniz dalgalanıyordu. Yıllar önce, İstanbul’a taşındığında defterine yazdığı bir cümleyi hatırladı: “Denizin ortasında kürekleri kaybolmuş bir kayıkta tek başıma kalmış gibiyim.” Bu sahneyi kendi mi kurmuştu, bir yerde mi okumuştu yoksa bir filmde mi görmüştü hatırlamıyordu ama sanki yaşamış gibiydi.
Esmer, zayıf, uzun boylu, kırklı yaşlarda bir garson biraz bekledikten sonra ağır adımlarla yaklaştı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı.
“Sipariş vermek ister misiniz?”
“Evet, çupra alayım. Yanında salata.”
“Tabii.”
Bu mevsimde dışarıdan pek kimse gelmezdi. Sipariş verirken yüzü ani bir kırılmayla aşağı düşmüş sonra zoraki bir gülümseyişle yine gözlerinin etrafındaki çizgilerde toplanmıştı. Sinirleri bozuk galiba, diye düşündü garson, yalnız başına yemek yiyor zaten.
Masanın sol tarafına tuzluk ve peçete yerleştirdi. Örtü temiz görünüyordu. Servis tabağını, çatalı, bıçağı koydu. Kısık sesli bir şarkı duyuluyordu. Türk sanat müziği.
İyice acıkmıştı. Siparişi beklerken telefonunu eline alıp gelişigüzel sosyal medyada dolaşmaya başladı. Kalabalık bir grup, sahipsiz hayvanların toplatılıp öldürülmesi için kampanya başlatmış, bir kadın herkesin gözü önünde ayrılmak istediği eşi tarafından on yedi kez bıçaklanmıştı. Yanlışlıkla videoyu seyretti. Aylardır davası görülmemiş, içeride unutulmuş tutukluların hesabını soran milletvekilinin konuşması, erkeklerin nefret ettiği beş davranış, arzulanan kadınların on özelliği, Orta Doğu’da savaş…
“Buyurun, afiyet olsun.”
Garson biraz ilerideki sütuna sırtını yaslayıp beklemeye başladı, onu izliyordu. Üzüldüğünde iştahı kaçardı hep. Yemek için kendini zorladı. En azından beslenmesine dikkat etmeliydi. Limon, soğan ve rokayla balığı severdi. Bir an evvel yiyip odasına gitseydi… Kendini bir öykü karakteri gibi hissetti. Her şeyden kaçsa da izlenmekten kaçamayan bir kadın kahraman. Uzun süredir hiç öykü yazmıyordu, zihni o kadar dağınıktı ki bir gün uyandığında geçici bir hafıza kaybı bile yaşamıştı. Bavulunu toplayıp uzaklaşmaktan başka çaresinin kalmadığını o zaman anlamıştı.
Balığın ancak yarısını bitirebilmişti.
“Hesap lütfen!”
Garson samimiyetsiz bir gülümseyişle hesabı getirdi ve dikildiği köşeye geri döndü. Biraz bahşiş bırakıp ayağa kalktı.
Kapı dışarı açılırken hafifçe yere sürttü. Hava iyice kararmıştı. Bahçe kapısında yaldızlı desenler olan evden sapacaktı. Gelirken bakmıştı, kolayca buldu pansiyonu. Danışmada kimse yoktu. Odaya hangi taraftan çıkacağını hatırlayamadı. Sağdaki merdivenleri denedi, bu katta olduğuna emindi ama kapıda on altı yazıyordu. Bir türlü gideceği yere varamadığı rüyalarından birinin içindeymiş gibi telaşlandı. Aşağı inip diğer taraftaki merdivenlerden çıktı. Anahtarı çevirdi, kapıyı kendine doğru çekerek tekrar çevirdi, yine iki kez kilitlemişti. İçerde hafif bir şampuan kokusu.
Telefonu tamamen kapadı. Gittiğimi fark etmemişlerdir belki de, diye düşündü. Ne olduğunu tam anlayamıyordu gerçi. Her şey parça parçaydı zihninde. Bazı cümleler, unutmamak için tekrarlayıp durduğu, affetmek istediğinde ya da özlediğinde kendine hatırlattığı, söylenmiş bazı cümleler vardı sadece. En yakınındakiler tarafından bir kurgunun içine çekildiğini bu cümleler ele vermişti. Fark etmediği kim bilir başka hangi yalanlar…
Üstünü çıkarıp yatağa uzandı. Çıkarken camı açık unuttuğu için içerisi soğumuştu. İyice yorganın içine girdi. Ölmeye Yatmak romanındaki gibi bir otel odasında yüzüne yorganı çekmiş yaşamaya devam edip edemeyeceğini düşünüyordu. Bütün hayatını gözden geçirecek gücü yoktu. Dışarıdan belli belirsiz bir kumru sesi geliyordu. Gözlerini kapayıp çocukluğundaki bir sabaha uyanmak istedi. Kumruları dinleye dinleye uyuduğu o eski ev, bahçe, salıncak…
Bir çizgi film sahnesi olmalıydı. Karanlık bir denizin ortasında tabutu andıran daracık bir kayığa uzanmış gibi kollarını bedenine dolayıp uyuyakaldı.
edebiyathaber.net (13 Mart 2025)