Öykü: Iskarta | Erkut Özal

Haziran 13, 2021

Öykü: Iskarta | Erkut Özal

Cenaze namazını yeni kılıyoruz daha. İki yıldan fazla olmuş. Tekinsizler Kıraathanesi Morina’sı, Alamanyalı’sı, Yamuk Muharrem’i, Üçharfli Eşber’i ve Onbaşı’sıyla tam kadro camide. Bir tek Necibabi yok. “Nerde bulmuşlar?” dedim Kemal Reis’e. “Kıyıya vurmuş.” dedi. “İki şehir ötede. Dümeni kırık tekne gibi sürüklenmiş.” Sustu. Acısına ortak olayım dedim. Aklıma Morina’nın yatırmadığı kupon geldi. Bastım küfrü camide.

Kim kimin aklına uydu o gün, bilmiyoruz. Enriko Mahmut da bilmiyor. Kaşla göz arasında açılmışlar kıyıdan. Hava patlayınca huzursuzlandık ama yapacak bir şey yoktu artık.

“Martılar gözlerini oymuştur gardaş.” dedi Üçharfli Eşber önümüze biraları bırakırken. “Ama haktır o puştoğluna. Adını çıkarmıştır kahvenin Tekinsizler diye.” Bir dalga sesiyle açıldı kapı. Varilden bozma sobadan kıvılcımlar saçıldı. Enriko Mahmut girdi aksak bacağıyla. Sus işareti yaptık Üçharfli’ye hemşire gibi. Ki kavruk Akdeniz erkeğinin kalbini kırmasın. Geldi, maça papazı gibi kuruldu masaya seninki. Üçharfli hiç ses etmeden bir bira bıraktı önüne, bulmacasının başına döndü. Bilemediği soru olursa, ki bildiğini görmedik henüz, ortaya sorar. Birinden ânında alır cevabı.

Yaşamayanlar için ömrün uzunu kısası yok. Kimse Tuncay Kaptan’a genç öldü diyemez. Misal benim peder. Kanarya boku temizleyerek geçirdi ömrünü. Yaşamış mı sayalım şimdi onu. Ya Alamanyalı’ya ne demeli. Vakti zamanında amcası gitti diye o da gitmiş sayıldı Almanya’ya. Zıpkın sevdasına vurgun yediği denizleri saymazsak, burnunu çıkarmadı hâlbuki şu kasabadan. Bakma, Eşber de severdi şimdi Tuncay Kaptan’ı Allah için. Kaptan kahveye girer girmez soruyu yapıştırırdı: “Soldan sağa yedinin ikisi, bir tür cila, dört harfli?” “Bira.” derdi Kaptan hiç istifini bozmadan. Sonra gider, Necibabi’nin yanına otururdu. Bizimki pos bıyıklarını oynata oynata B-İ- R-A- yazardı eşantiyon tükenmezkalemiyle.

Enriko Mahmut bokunu çıkardı artık. Ne zaman gelse aynı mevzu. Ölüye hürmetimizden bir daha dinledik mecbur. “Kemal Reis gönderdi o gün bizi. Fırtına ağları parçalamadan yetişin, dedi.” İlk itiraz Yamuk Muharrem’den geldi içine göçmüş kafasıyla. Payandaları öyle dokuztaş dizer gibi dizmiş bakım zamanı. Elinde raspayla teknenin altında kalakalmış mal. “Lan palavracı!” dedi, “Hiç anlatmadın ya bize bunu!” Seninki dakikasında kalkıp gidecek oldu. Biran var, deyip yatıştırdık ânında. Günahı boynuna, seveni azdır Kemal Reis’in. O söylenti gerçek midir ya da maksatlı mı çıkartılmıştır bilemem. Ama Necibabi’mizin Tuncay Kaptan’ı bunca sevmesinin bir sebebi olmalı. Bir düşünün abiler.

“Denizin üstünde bir karaltı. Mübarek bize doğru geliyor ama nasıl. Ağlar sürüklenmiş iyice açığa. Şamandırayı gördük, yaklaşamıyoruz. Tuncay Kaptan tekneye yol verdikçe ara daha da açılıyor sanki. O ara bakıştılar Necibabi’yle. Ardından alarga etti tekne. Ben de sözde alestayım. Kancayı taktırıp şamandırayı çekeceğim. Daha iki kulaç yaklaşamadan laaap, iskeleden yedik dalgayı…”

Necibabi’nin ölüm hakkında ne düşündüğünü bilmiyorum. Zaten onun ne düşündüğünü kimse bilmez. Kazadan sonra da tek kelime alamadık ağzından. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi gelip oturdu cam kenarındaki masalarına. Üstünde acı yeşil yağmurluğu, kirli sarı çizmeleri vardı. Yeni çekilmiş ağlar gibi sular damlıyordu üzerinden. Benim pederin cenazesinden sonra “Ölüm bu kasabaya uğramaz.” gibi bir laf ettiğini hatırlıyorum şimdi. Öyle bir inançla söylemişti ki, pederi elimle gömmeseydim, ben de inanacaktım nerdeyse.

Bizimkiler çöreklendiler Enriko’nun etrafına, aynı muhabbetlere devam. Bu kahvede kimsenin kimseye saygısı yok. “Beş paralık ağ için değer miydi be kopil!” dedi Onbaşı. Kaşınıyordu. “On tane balık için elinde dinamit patlayan ben miyim abi!” dedi Enriko. Kötü adam kahkahaları sardı ortalığı. O ara patronluğum tuttu, limana gönderdim Morina’yı. “Demek kuponu yatırmadın.” dedim, ensesine bir tane çakıp. “O zaman git teknenin suyunu bas!” Sanki cenazeye değil düğüne gelmiş bugün. Ben de tornistan Çifte Şans iddia bayiine. Bir gün voliyi vuracaksam, öyle iskambille falan olmaz o iş.

Gaipten gelip eski limana kahve açmış, adını çıkardı diyor. Ona sorarsan Gurbet Kıraathanesi. Kasabadan gelene kadar iki koy, bir mezarlık, bir de kendine hayrı olmayan bir deniz feneri geçmek gerekiyor. İlk geldiğinde simit satmış orada burada. Bir gün kasabanın gençleri kıllanmışlar, toplaşıp hayırdır demişler buna. Garibim, hakikaten hatırını soruyorlar sanmış. Çekmiş bir sandalye. “Herkes simitçi olmuş yaa!” diye anlatmaya başlamış. “Küçük yerde daha çok satarım dedim. Vereyim mi? Çok taze.” 

Şu mezarlıktan gece de geçtim, gündüz de. Her seferinde korkuyorum. Peder servilerin arasından çıkıverecek sanki. Arkasında filmlerdeki gibi mavi bir duman. Ölü kanarya dolu kafesi bana uzatıp “Bakmamışsın bu yavrucaklara evlât.” diyecek. “N’abıcaz şimdi?”

Yağmur daha da hızlandı. Deniz uzakta gece gibi. Yıllardır hiç durmadı gibi geliyor bazen. Belki de durmamıştır. Zaten derdim o değil. Şu çizmelerimi kurşuna döndüren balçık. Adım attıkça ağırlaşıyor. Hani böyle rüyanda birilerinden kaçmak istersin de adımını bir türlü atamazsın ya… Peder ha geldi ha gelecek şimdi, diyorum içimden. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum ama nafile. Dönüşte hiç olmazsa ıslık çalmalı.

Ne diyordu Enriko? Dalgayı yedikten sonra ânında alabora olmuşlar tabii. Necibabi’yi o karambolde görür gibi olmuş ama Tuncay Kaptan ortalıkta yok. Sonradan fırtınanın parçaladığı ağları bulduk olay yerinde. Yani tahminen olay yeri. Baktık, Enriko kuyruğu kaptırmış denizkızı gibi kıpır kıpır ağlarda.

Hani bunlar arasından handikaplı kime basarsın deseler, hiç düşünmeden Tuncay Kaptan derim. Okyanus görmüş adam ne de olsa. Necibabi’yi de banko yazarım. Ondaki güç benim teknede yok. Ha Enriko söz konusuysa, istediği kadar genç olsun, ölüm üst olur… Ah be Kaptan! Daha ilk maçtan yatırdın bizi.

Kasabanın da kahveden farkı yok. Ortalık kovboy filmlerindeki gibi. En güzelini Tuncay Kaptan yaptı zamanında. Yük gemileriyle o liman senin, bu liman benim… Ya biz n’aptık? O çalılar misali Tekinsizler’den iddia bayiine, iddia bayiinden Tekinsizler’e yuvarlanıp durduk. Hayatımız ıskartaya çıkarılmış tekneler gibi ama ikramiye vursun diye bekliyoruz. Nah vurur bu kafayla!

İşte yaşam belirtisi gösteren tek yer. Herkes atom mühendisi gibi çalışıyor. Geçen sefer Morina’yı gönderdim kuponu yatırsın diye. Tüyo sağlamdı. Alamanyalı’nın amcası Bundesliga’dan bildirdi. Verder Biremen’in golcüsü bunun çalıştığı dönerciye gelmiş. Abi, demiş, kasığım çekiyor bu hafta. Bende bir telaş. “Yürü lan!” dedim Morina’ya cebimde ne var ne yoksa verip. “Biremen’in mağlubiyetine bas gel hepsini.” İki saat sonra elinde kuponla döndü geldi. Kıyamamışmış kumanya parasını bu boktan kupona yatırmaya. Elimden zor aldılar. Allah’tan televizyonda Biremen’in kazandığını gördüm de bağışlayıverdim tatlı canını.

Zaman ne acayip şey. Karga sesleri de olmasa anlamayacağız akşam olduğunu. Şimdi Tekinsizler’de vakit öldürme zamanı ya da zaman öldürme vakti. Bizim gibi kademsizler için ikisi de aynı. Bu kez ben yatırmadan çıktım kuponu. Miço falan da olsa Morina işini bilir. Son karga kafilesi de ağaçlarda yerini alırken meydanı geçtim, yola düzüldüm yine.

Yağmur dik yağmayı bırakmış, bildiğin, yere paralel yağıyor şimdi. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu kasabada her şey olur. Peki neden her şey olur? Çünkü hiçbir şey olmuyor. Ama bir zamanlar olurmuş. Hem de çok acayip şeyler.

Şimdi hayal meyal hatırlıyorum. Çocukken korkudan yaklaşamazdık fenerin altındaki oyuklara. Deli bir kadın vardı. Kayalıklarda bizi kovalarken yürümez de sigara dumanı gibi havada süzülürdü sanki. Pederle valide konuşurken duydum bir gün. “Senin de aklını almıştır.” diyordu valide mutfakta. Peder gevrek gevrek gülüyordu. “Tövbe iri kanaryam.” diyordu. “Ben senden başka kuş koklar mıyım hiç.” Sadece Necibabi’ye ses ettiğini görmedik kadının bugüne kadar. Bunun sebebini bir tek Kemal Reis biliyor söylentiye göre. Biliyor da işte…

Aslında kim olduğu belli kadının. Güzelliğiyle dile düşenlerden o. Sıkıntıdan kahvelerin çardaklarına doluşanlar ya da kapı önlerinde toplanıp çene çalanlar, arkasından söylenmedik söz bırakmamışlar onun için. Demişler ki, kasabanın adamlarını uykuya hasret bıraktı bu yosma. Sevdasına düşen tekneler karaya demir attı, evlerin beti bereketi kalmadı. Bereketten bahsedenlere bak! Ben boş oturacağıma hiç olmazsa kupon yapıyorum. Sonunda söylentilere dayanamamış kızın ailesi. Malı mülkü sattıkları gibi… Sonra bir gün bir bakmışlar, yanında bir çocukla kayalıklarda kadın. Fener bekçisi gibi tekne gözlüyor her gün. Bilin bakalım kimin teknesini!

Fenerin ışığı eski limanı, mezarlığı, beni aydınlattı, döndü gitti. Serviler topraktan çıkan ölüler gibi yakamozlandı ışığın altında. O dakika başladım ıslık çalmaya. Bu yağmur… Bütün kokuları alıp götürdü sanki. Balık bile kokmuyorum artık. Yalnız serviler. Bir tek onlarınkini alıyorum. Deniz gibi, yosun gibi, ölü balık, yanık mazot, bayat çay gibi kokuyor. Peder de alıyordur herhalde kokuyu. Ona da ölü kanarya, paslı kafes, bozuk yumurta, çürük yem gibi kokuyordur. Benim kokumu almasın da…

Kahvenin cılız ışığı göründü uzakta. Tekneler limanın içinde kuzu gibi. Hava yarın da kalacağa benzemiyor. Zaten kalsa ne olacak. Kimsede kaldıracak göt yok balığa çıkmak için. Herkes hayatının bir yerinde demir atmış, zinciri yettiğince dönüyor kasabanın etrafında. Necibabi de olmasa, umut nedir unutacağız. Bugün itibariyle onu da unuttuk ya… Buğulu camın önünde yine Necibabi. Kâğıt oynuyor gibi. Demek ki o da kabullenmiş sonunda. Yoksa kazadan beri elinde deste görmüşlüğümüz yoktu.

İçeri girerken ürperir gibi oldum. Açılan kapıyla birlikte bir servi kokusu dolaştı ortalıkta. Tamam, bu kasabada her şey olabilirdi de, bu… Masadan gözlerimi ayırmadan yürüdüm bizimkilerin yanına. Herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi kâğıtlara gömülmüş. Yüzler sigara dumanından mutedil dalgalı. “Hah!” dedi Alamanyalı başını kâğıtlardan kaldırmadan. “Çipetpet de geldi sonunda.” Bir gözünü kısıp sigarasını söndürdü. “Buna bira mira yok, di mi Kaptan? Gidip sermayeyi iddiaya yüklüyor, gelip nafakamıza göz dikiyor.” Elim ayağım it gibi titremeye başladı. En son pederin sağlığında kuşlarını çalarken korkmuştum bu kadar. Dönüp bir daha baktım, gerçekten Tuncay Kaptan’dı. Pıstım kaldım.

Neden sonra, “Nasıl şey lan bu!” dedim usulca Onbaşı’ya. “Dolmuşa binip gelir gibi. Gidip soracağım. O mezarlıklar boşuna mı yapılıyor!” “Çıktı geldi işte birader.” dedi Onbaşı. Dirseklerinden kopmuş elleriyle saniye sektirmeden sırasını. “Gitti, her zamanki masalarına oturdu. “Bir bira ver Eşber. İçim bağrım yandı tuzlu sulardan.” dedi. Üçharfli’yi görmen lazım o sıra. Birayı götürene kadar kaç hatim indirdi kim bilir. Biz de gözüne fener tutulmuş tavşan gibi kaldık öyle. Arkasından Necibabi geldi. Sanki daha dün görmüş gibi. “Hiç gelmeyeceksin sandım ahretlik.” dedi Kaptan’a. Sonra, baktılar ki höt deseler hepimiz sintineyi koyvermek üzereyiz, “Toplanın lan tekinsizler!” dedi Kaptan. Sonra biz sorduk, o anlattı bir çırpıda bütün hikâyeyi. Meğer yaşamıyormuşuz aslında hiçbirimiz, iyi mi!”

Kalktım bizimkilerin masadan. Gittim, yanlarına oturdum. Hayatım yatırmadığım kuponlar gibi geçti gözümün önünden. “Hiç yaşlanmamışsın Kaptan.” dedim lafa bir yerden başlamak için. Bir kahkaha patlattı yosun tutmuş sesiyle. Yerden kâğıt çekti. Sanki hafif seğiriyordu bir gözü. “Yaşamıyoruz ki oğlum, yaşlanalım.” dedi. O dakika aklıma kanaryaları yüklediğimiz gece geldi Morina’yla. Peder yeni ölmüştü. Bir satabilseydik, kraldık şimdi. Denize uçmuş arabadan çıkışımızı hatırlıyorum. Nal gibi bir kafa, bir de etrafımızda pederin sularına boya koyup tavus kuşuna döndürdüğü yüzlerce kanarya.

İşte o an bir şimşek çaktı beynimde. Dedim bu olsa olsa bir rüya. Arabadan çıkarken gördüğüm gibi. Öyleyse Kaptan’nın rüyasıydı bu. Gömdüğümüz gün çıkıp geldiğine göre. Uyanırsa hepimiz kasabadaki sıkıcı hayatımıza dönebilirdik. Sıkıcı da olsa, ne bileyim, bir ölü olmaktan iyiydi herhalde. “Kaptan! Uyan artık.” dedim şeytanı boşa çıkarıp elindeki son peri tamamlarken. Hiç istifini bozmadı. Birasından keyifle aldı son yudumunu. Evet, gözü gerçekten seğiriyordu. “Birader sen hâlâ anlamadın mı?” dedi en sonunda. “Böyle rüya mı olur? Hadi onu geçtim, böyle hayat mı olur? Bak herkese anlattım, sana da anlatıyorum. Ölüm dediğin şey yaşamın ta kendisi. Fark yok. Hepimiz yaşayan ölüleriz ya da yaşamayan diriler. Anladın mı?” Elini açarken şeytanın yerine koyduğu kâğıdı işaret etti. “Bak şu papaza” dedi. Baktım. “Çevir şimdi. Hangi yüzü gerçek, hm? Söylesene?” Sonra şeytanı yere atıp oyunu bitirdi.

Korkumu yenmiştim artık. Mademki ölüydük, o halde ölümsüzdük. Bu kasabada sıkıntıdan ölüp ölüp dirilmekse kaderimizdi. Üçharli’nin de keyfi yerine gelmişti hatimlerden sonra.  “Yukarıdan aşağıya dokuzun üçü, bir tür bağlaç, üç harfli.” diye sordu ortaya. “İp!” diye bir ses geldi öteki masadan. Yazmadan önce biraz düşündü. Doğrudur gardaş.” dedi en sonunda başını gazeteden kaldırmadan. “Zannımca bulmaca yanlıştır.” “Abi,” dedim cebimdekini sevinçle çıkarıp. O zaman tutturana kadar oynarım ben bu kuponu artık.” O dakikaya kadar hiç konuşmayan Necibabi katıldı bu yersiz sevincime. Kâğıtları yeni karmaya başlamıştı. “Senin kuponunu sevecekler Çipetpet.” dedi ömrümde, ölümsüzlüğümde ya da her neyse işte ağzından küfür çıktığını duymadığım adam. “Ölü kanaryalar uçuşuyor etrafta. Hâlâ görmedin mi?” Ardından kâğıtları masanın ortasına koydu. “Kes ahretlik.” dedi kazadan beri beklediği adama. “Hadi bir el daha.”

    Aralık 2016-Kasım 2019

          İstanbul-İzmir

edebiyathaber.net (13 Haziran 2021)

Yorum yapın