Öykü: Geri dönüşüm | İskender Demirel

Temmuz 10, 2022

Öykü: Geri dönüşüm | İskender Demirel

Uyandığında arabanın içinde yalnızdı ve etrafı tanıması uzun sürmemişti. Düğün salonunun oraya gelmişlerdi. Amcası ile İhsan abisi arabanın ön kaputuna yaslanmış bu sefer normal sigara içiyorlardı. Amcası uyandığını görünce “Ohooo! Böyle uyuyacaksan olmaz evlat, düğün bitti ulen,” lafına paniklemiş, sonra da gülüşmelerinden kendisiyle dalga geçildiğini anlamıştı.

Heyecanlandı. Bu sefer geçen haftaki düğünde olduğu gibi atılan hiçbir parayı kaptırmayacaktı. Kaptırırsa amcasından paparayı yerdi. O lanet, arsız veletlerden birine denk gelmediği sürece problem yoktu. Gelirse de dişini gösterecekti. Var mı Atmaca’lının önünden para kapmak?

Para toplarken herkes ona bakıyormuş gibi geliyor, o bakışları hiç sevmiyordu ama amcasının hatırına ses çıkarmıyordu, ne de olsa ustasıydı. Düğün yeri havuzlu bir yerdi, amcası sürekli “Çok kalabalık, iyi para kaldırırız,” deyip duruyordu. Kopil’e göre her düğün kalabalıktı ama amcası bu düğün için öyle diyorsa öyleydi. Bir kenara geçip çağrılmayı bekliyorlardı. Beklenen işaret gelmişti: Amcası kalabalığın içinden parçaya asılarak girmiş, klarnetin sesine tüm başlar bir anda ona dönmüştü. Mest ediyordu herkesi. Birkaç parçadan sonra oyun havası çalmaya başlanınca oynayanların üstüne paralarda atılmaya başlamıştı. Kopil, uykunun da verdiği dinlenmeyle pürdikkat kesilmişti. Köpek, kendine atılan kemik parçasını nasıl yere düşmeden yakalıyorsa Kopil de aynen öyleydi. Para yerde iki saniyeden fazla durmuyordu, başka çocukların almasına fırsat vermeden kaptığını amcasının verdiği çantaya atıyordu. Gözü cebe veya cüzdanlara giden ellerle masalardan bir tomar dolarla gelen düğün sahiplerinde idi.   Bu sefer iyiydi, hemen hemen hiç para kaptırmamıştı.

Düğüncüye birkaç oyun yetmiş olmalı ki avucundaki paraları amcasının eline sıkıştırmıştı. Amcasının âdetiydi, her düğüncüye aynı lafı söylemek  “Hakkımız daha fazla”. Adam bir yüzlük daha vermiş, teşekkür bile etmeden sahneye dönmüştü. Adam uzaklaşınca amcası adama sağlam bir küfür sallamıştı. Bu da adettendi. Amcası Kopil’in elindeki poşeti alıp Kopil’e bir 20’lik, bir 10’luk vermişti. Hâlbuki çok para toplamıştı, “Bir yirmi lira daha verebilirdi,” diye düşünmüştü Kopil.  Arabada dönerken amcası paraları saymıştı: tam 420 lira Türk parası, birliklerden oluşan 100 doları vardı. Adamın verdiği parayla birlikte 1000 lirayı geçkin para kazanmışlardı. Kopil’e göre bu, çöplerden para kazanmaktan daha kazançlı ve keyifli bir işti, babasının bir kez daha haksız çıktığını düşünüyordu.

Döndüklerinde gecenin bir saati olmuştu. Amcası Kopil’in enseye bir şaplak patlattıktan sonra doğruca eve göndermişti. Annesi televizyonun karşısındaydı, babası bahçede şarap içiyordu. Kimse Kopil’e bir şey sormamış, o da bir şey söylememişti. Cebindeki  20’liği babasının masasına bıraktığında babası yine bir şey dememişti. Bahçedeki sarmaşığın kol duvarını sardığı gibi ufaklıklar da yerdeki yatağı savruk bacakları ve kolları ile kaplamışlar, derin derin uyuyorlardı. Kopil de onların yanına kıvrılmıştı, kulağında kardeşlerin tıslamaları, kafasının içinde düğün salonundaki sesler, gözünün önünde ise peşinden koştuğu paralar vardı.

Kahvaltı sonrası klarneti kaptığı gibi arka odalardan birine geçmişti,  parmakları hhâlâ uyuşuktu. Bir deniyor, sonra ellerini ovuşturup tekrar deniyordu. Birkaç nota daha basabilse çıkaracaktı parçanın yarısını ama yapamıyordu, parmakları bir yerden sonra senkronize olamayınca ritim kaybolup gidiyordu. Çalması, hep bir ağızdan okumaya başlayıp ikinci kıtaya geçmeden, birinin önden birinin arkadan, birinin bağırarak diğerinin ağzını oynatarak okuduğu İstiklâl Marşı’na dönmüştü. Amcasına söz vermişti: Yarına kadar “Köşede Ben Varım” parçasını çalıyor olacaktı ama olmuyordu bir türlü. Amcasına göre bu parça öğrenilmesi gereken, olmazsa olmaz eserlerdendi.  Tabi bunun gibi onlarcası vardı ama sırayla öğrenecekti hepsini. “Ben bunu çalamam, bilmiyorum demek bir müzisyenin utançtan yerin dibine geçtiği andır,” diyordu amcası.

 Ev halkı da bu duruma katlanamamış olmalı ki babası onunla çöpe gelirse kafasının dağılacağı teklifini sunmuştu. Ama o bu teklifi kabul etmemişti. Onlara karşı da daha fazla başarısız görünmemek, babasından laf yememek adına klarneti bir köşeye bıraktıktan sonra kapıyı hızla çarpıp çıkmıştı. Koşarak gidiyordu mahallenin başındaki tepeye. Klarneti çalması da koşması gibi olmalıydı, “Takılmadan ve sendelemeden çalmalıyım,” diye düşünüyordu. Onu dinleyenler kafalarındaki kalabalıktan ayılmalıydılar. Kapanan gözler, sallanan başlar bir şeylerin ezildiğine, susturulduğuna veya haykırıldığına işaret etmeliydi. Ama ritim denilen o şey bozulunca Sindirella’nın ayakkabısına dönüyordu her şey.

Babasına göre müzisyen olmamalıydı. Ekmek yoktu bu işte, çünkü köylerdeki düğünler hariç her düğüne eskisi gibi davul-klarnet gitmiyordu.  Şehirde sadece çeyiz alma veya sünnet turu gibi merasimlere gidiyorlardı. Kaldı ki onun da parası çok azdı. Klarneti çok iyi çalarsa belki bir grupla otellerde veya düğün salonlarında sahne alabilirdi. İşi öyle çok zordu ki öyle mektepli olmadan notasız parça çalmak kimin harcınaydı? Babası sabah akşam bunları veya bunun benzeri cümleleri söylemekten usanmıyordu. Dırdırcı biri olup çıkmıştı.  Ama Kopil babası gibi düşünmüyordu. Pekâlâ, klarneti çok iyi öğrenebilirdi ki öğrenmek için elinden geleni yapıyordu. Öğrendiğinde de zaten mahallenin en iyisi olacaktı. Bir kere en büyük destekçisi “amcasıydı” ve iyi kazanıyordu. Babasının kardeşine de lafı vardı: “Çalmasına çalıyordu ama eline geçen üç beş kuruşu da esrara, içkiye, kıyafete harcıyor. Nasıl olsa çoluk çocuk da yok,” diyordu.

Mahalleden çıkarken babasının “Kopil, gel len buraya!” lafını birkaç kez duysa da duymazlıktan gelmişti.  Kopil ismi nereden gelmişti? Bu adı ona kim takmıştı hatırlamıyordu ama ailesi de dâhil mahallede herkes böyle çağırıyordu onu. Gerçek adı ise Ferdi’ydi. On yaşındaydı, altı ve dört yaşında iki erkek kardeşi daha vardı. Ortancanın adı Tayfun, küçük ise Taylan’dı. Kopil evden tozarken bazen kardeşleri de peşine takılmaya çalışıyorsa da Kopil sokakların arasında koşarak izini kaybettiriyordu. Yine öyle yapmıştı. Önce babasının sesini sonra da kardeşlerinin “Abi Abi!” sesini geride bırakmıştı.

İçin için babasına kızıyordu, çünkü yine çöpe çağırmıştı. Onunla bir daha gitmeyecekti, çünkü sevmiyordu o işi, babasının yapmasından da nefret ediyordu. Çöp kutularını karıştırmak, insanların attıklarından satılacak bir şeyler aramak, özellikle de o acımalı bakışların altında yapmak bunu. Babası ise farklı düşünüyordu, bu işin müzisyenliğe göre çok daha kolay olduğunu, kimseye eyvallah etmesine gerek olmadığını, o nedenle de başının eğilmesini gerektirecek bir durum veya utanılacak bir şey yapmadıklarını söylüyordu. Ona göre bakır, demir ve plastikten sonra en değerli şey bira şişesiydi, dolusu kafayı güzel yapıyor boşu ise cebi dolduruyordu.

Mahallenin bayıra çıkan sokağının başında annesi, elleri belinde “Kopil!” diye sesleniyordu. Telaşe memuruydu. Bir solukta inmişti annesinin yanına. İki kardeşi de yanındaydı, ufaklık anlamasa da ortanca öğrenmişti nereye gittiğini. Bu iyi olmamıştı, şimdi kafasını dinlemek için yeni bir yer bulmak zorundaydı.

Annesi mahalleye birinin geldiğini “Müzik aleti çalan çocuklara eğitim verileceği, lafının söylendiğini, bütün bebelerin kahvede toplandığını söylemişti. Kopil bir koşuda mahalle kahvesinin oraya gelmişti. Annesi haklıydı, eline davulu, klarneti alan çocuk sıraya girmişti. Kopil de bir solukta eve gidip klarnetini alır almaz sıraya girmişti. Önünde Çiroz Ekrem vardı, davulu boyu kadardı ama iyi çalardı Ekrem. Babası mahallenin en iyi davulcularındandı. Sıra onlara gelmek üzereydi. Artık kahvenin içini görebiliyordu. Gözlüklü, kıvırcık saçlı, kara kuru bir adamdı dedikleri kişi. Hafif eğri duran burnunun üstüne koyduğu gözlükle dizinin üstünde tuttuğu deftere notlar alıp duruyordu. Sırası gelen çocuk yaşını ve adını söylüyor, klarnetçilerden bildiği bir eseri, davulculardan ise cep telefonundan dinlettiği bir ritmi çalmasını istiyordu.

Kopil ne çalacağına karar verememişti. “Köşede Ben Varım”ı tam olarak çıkaramıyordu, “En iyi bildiğin en çok çaldığındır” diye düşündü “Ah İstanbul”u çalaktı. Ensesinde bir şaplak patladı, korkmuştu. Amcasıydı, “Hadi göster kendini, amcasının gülü!” diyordu. Nihayet Ekrem’deydi sıra, adamın verdiği ritmi çalmayı başarmıştı. Adam Ekrem’in yaşını tekrar sormuş, Muhtara da bir şeyler söylemişti. Şimdi sıra Kopil’e gelmişti.  Amcası, güneş gözlüğü ve elinde tespihi ile cakasını satıyor, “Hadi koçum!” diye bağırıyor, sanki adam onu duysun istiyordu. Derin bir nefesten sonra ciğerleri iyice dolunca üflemeye başlamıştı. Nefesini iyi ayarlarsa geçişleri yapmanın kolay olacağını biliyordu. Nasıl bitirdiğinin farkında bile değildi, kahvedekiler alkışı kopartmışlardı. Adamın “Aferin!” dediği duyulmuştu.

Amcası yanaklarını sıkıyor, o da “Aferin paşama!” diyordu. Yaklaşık bir saat sonra mahalledeki her çocuk çalmıştı bir şeyler. Adam muhtarın eline bir liste verip sonrada gitmişti. Muhtar seçilen çocukların adlarını söylemişti. Seçilemeyenlerin anneleri, babaları, ağabeyleri, ablaları adama iyi küfürler sallıyor, adamın müzikten falan anlamadığını söylüyorlardı. Kopil’in adı da okunmuştu.

Bu zamana kadar “Ne çal ne de çalma,” diyen annesi de gelmiş saçını okşuyor, bir aferin de o çekiyordu. Ufaklıklar hayran hayran bakıyorlardı abilerine. Ortanca olan,“Abim!” diye sarılmış, bir yandan“Gitme,” diyor bir yandan da ağlayıp duruyordu. Büyük ihtimalle yanlış anlamıştı durumu. Annesi “Abinin bir yere gittiği yok,” deyip bir şaplak patlatınca kesilmişti sesi. Babası hariç bütün aile oradaydı, yine çöpte olmalıydı. Bütün akrabaların hepsi sırtını sıvazlamıştı, başını okşamıştı.

Nihayet pazartesi gelmiş, mahalleden çağrılan çocukların hepsi Belediye’nin toplantı salonuna gelmişlerdi. Hoca hepsini kapıda karşılamış, velileri içeriye almamış, iki saat sonra çocuklarını almaya gelmelerini istemişti. İki saat çocuklar için nasıl geçip gitmiş anlaşılmamıştı. Sol anahtarı, solfej nota kâğıdı, bunlar Kopil’i çok heyecanlandırmıştı. “Nereden çıktı bu adam?” diyordu içinden. Sınıftaki herkesin, başka hiç kimseyi böyle ağzının içine baka baka dinlemediği kesindi.

Babası çok sevinmişti bu yeni duruma. “Bu işi böyle hocasından öğreneceksen eyvallah, tamam,” diyordu. Hatta ödül niyetine sadece kursa gittiği günlerde giysin diye rugan bir ayakkabı bile almıştı. Annesi kurs günleri giydiği elbiseleri komşudan aldığı ödünç ütüyle ütüleyip öyle gönderiyordu. Evde egzersiz yaptığı saatlerde kardeşlerin yeri sokaktı. Evde sadece klarnetin sesi çıkacaktı. Yemek saatleri, uyku saatleri düzene girmişti ev halkının. Babası daha çok çöpe çıkıyor, akşamları da evde ayakaltında dolanmamak için kahvede çalışıyordu. Amcası artık düğünlere çağırmıyordu. O da amcasını görmeye pek heveslenmiyordu.

Yaklaşık altı ay olmuştu Kopil kursa başlayalı, 10’dan fazla eseri çalıyordu. Diğerleri de aynı durumdaydılar. Bir gün hocaları derste, konsere çıkacaklarını söylediğinde sınıfta resmen bir çığıltı kopmuştu. Kopil heyecandan duramıyordu yerinde. Bergama Kermesi’nde sahne alacaklardı. Bu, onun en büyük hayaliydi ama onun hayalinde ünlü olduktan sonra dönüp çalmak vardı. Şimdi ise daha ünlü olmadan çalacaktı.

Bergama Kermesi’nde sahne alacak olmaları mahallede bomba etkisi yaratmıştı. Anneler, babalar, dayılar, teyzeler, kardeşler çocuklarını öve öve bitiremiyorlardı. Hıdırellez şenliklerinde yakılan ayık ateşinin etrafında mahallede mini bir konser bile vermişler, mahalleli de bayılmıştı hepsine. Artık geceleri öyle rahat uykuya dalamıyorlardı. Hemen hemen her gün sohbet konusu bir şekilde kermese geliyordu.

Konser günü yaklaştıkça ders saatleri daha çok uzamaya başlamıştı. Neredeyse üç saate yakın ders yapıyorlardı. Tüm eserleri eksiksiz ve hatasız çalsalar da hocaları için bu yetmiyordu. “Rüyanızda bile çalacaksınız,” diyordu. Akşamları parmaklarının ağrısından uyuyamadığında annesi ellerini ellerinin arasına alıyor, usul usul ovarak uyumasına yardım ediyordu. Parmaklarına bir şey olacak diye evde bıçak dahi tutmasına izin verilmiyordu. Eskiden pata küte mahalledeki çocuklarla kavgaya tutuştuğu zamanlar artık geride kalmıştı.

Çok şey öğretmişti hocaları, söyleyene ya da söze değil melodiye kulak veriyorlardı artık. Kopil’e ise en büyük uyarısı ritminin çok hızlı olduğu yönündeydi. “Bir sanatçı eseri çalarken koşması ile durması gereken yerleri melodinin içinde kaybolarak yakalamalı. Bunu başarmanın yolu ise bıkmadan usanmadan tekrar çalmaktan geçer,” diyordu. Kopil anlamıştı ki yetenek tek başına bir halt değildi.  Ama çok da yoruluyordu bazı zamanlar vazgeçmeyi bile düşündüğü oluyordu. Sonra bu fikirden  yine çabucak uzaklaşıyordu.

Çocuklar ve mahalleli, hocanın ağzının içine bakıyorlar, “Bir şey istese de anında yerine getirsek,” diyorlardı. Ama hoca onların bu sıcak yaklaşımına bir o kadar soğuktu. “Gel, iki kupa rakı içelim,” deseler de hoca hep nazikçe reddediyordu. Öyle namaz falan kıldığı da yoktu. Neyciydi bu adam, müzik denilen şey iki cigara sarılmadan, iki kupa rakı atılmadan yapılmazdı ki. Bir iki yüklenmeden sonra hocadan geri dönüş alamayınca bırakmışlardı peşini.

Konserden bir hafta önce Belediyeden görevliler gelip çocukların boylarının bedenlerinin ölçüsünü almışlardı. Konsere herkes tek tip kıyafetle çıkacaktı. Lacivert takımın içine beyaz gömlek giyecek, kırmızı kravat takacaklardı. Konserden iki gün önce elbiseler gelmişti. Akşam evde elbiseyi giydiğinde annesinin babasının bakışlarında hisli bir gurur kardeşlerinde ise hayranlık vardı. Annesi “Büyük sanatçı olacakmış benim oğlum!”deyip öpüyor kokluyordu.

Konsere sayılı günler kala mahallenin sokaklarında normalden daha fazla kahkaha duyuluyor, gülüşmeler, darbuka ve klarnet sesleri gecenin bir saatine kadar mahalleyi inletiyordu.

Konser günü tüm mahalleli Cumhuriyet Meydanı’nda idi. Kopil ve arkadaşları sabahtan Belediyeye gitmişler, konsere iki saat kalaya kadar prova yapmışlardı. Mükemmel çalıyorlardı, tek bir hata bile olmuyordu. İki saatlik arada herkesin evlere dağılıp giyinip gelmesi istenilmişti. Kopil eve varır varmaz annesi banyoya sokmuştu. Kardeşleri onun giyinmesini bekliyorlardı. Babası cigarasını kapıda keyifle içiyor, birkaç yudum da şarap içmek istiyordu ama ayıp olur diye içmiyordu. Annesi açlıktan düşüp bayılmasın diye Kopil’in ağzına birkaç dolma tıkmıştı.

Son 7-8 aydır evin düzeni değişmişti; çıkan-çıkamayan parçalar, erken yatmalar, evdeki çalışmalarda uyulması gereken sessizlik hâlleri arada kardeşlerin yediği dayaklar, hepsi de Kopil’ in klarnet aşkındandı.

Evden hep beraber çıkmışlardı, kahvenin önüne geldiklerinde amcası da oradaydı. Hafif çakır keyif duruyordu. “Heyyt be! Âlemin kralı geliyor, bak hele şunun yürüyüşüne bak!” deyip ayağa kalkmıştı. Şöyle bir kucaklayacak olduğunda Kopil bir adım geri adım atmıştı. “Amca üstüm başım kırışacak,” demişti. Amcası da şöyle bir gerilemişti. “Bak hele sen, ulan ne zaman büyüdün de artist oldun, üstü başı kirlenecekmiş, hassiktir oradan!” Kopil’in babası iki eliyle kardeşini ittirmişti. Görünenden daha sarhoş olmalıydı ki geri geri giderken tökezleyip düşmüştü. “Bak hele sen! Düne kadar çöp karıştıran adam! Ya bilader şu bizim oğlanı yanına alsan da senin yanında düğünlerde birkaç kuruş kazansın, diyen adam! Kalkmış bana artistlik yapıyor. Ailecek artist olmuşsunuz siz. Götünüz kalktı oğlum sizin. O hoca dedikleri yavşak gidince görücem ben sizin götünüzü!”  Mahalleden birkaç kişi daha ileri atılmış çocukların moralini bozmaması gerektiğini söyleyerek amcasına çıkışmışlardı. Amcası sarhoş olsa da tepkiyi anlaması zor olmamıştı. Küfürler sallayarak eve doğru yollanmıştı.

Canı sıkılmıştı Kopil’ in. Bir yerde bir şeyler yanlış olmuştu, hissediyordu ama ne yanlıştı? Bulamıyor adını koyamıyordu.  Babası konseri hatırlatarak canını sıkmamasını tembihlemişti. Ancak nafileydi, içindeki huzursuzluk tüm benliğinde dolaşmaya başlamıştı.

Salona geldiklerinde hocaları kapıda bekliyordu çocukları. Kopil’ in babası gidip elini sıkıp teşekkür etmek istemişti hocaya ama çekinip vazgeçmişti. Hocasını görünce yüzüne bir tebessüm gelmiş bahar toprağı gibi gevşemişti Kopil. Biraz önce olan her şey silinip gitmişti aklından da ruhunda da. Hocaları halk oyunlarının bitimine az kaldığını söyleyip konser alanına geçileceğini belirtmiş, salondan çıkmadan önce çocukların kıyafetlerini kontrol etmiş, bozuk kravat, pantolondan dışarı çıkmış gömlek, fermuarı açık pantolon var mı diye tek tek bakmıştı. Konser esnasında konuşmak, gülmek, anneye babaya el sallamak gibi şeyler asla ama asla olmayacaktı. Herkes pür dikkat ona bakacak, komutları harfiyen yerine getirecekti.

Hocaları önde bunları arkada tek sıra hâlinde meydana gelip doğrudan sahneye çıkmışlardı. Sağdan soldan ona seslenildiğini veya diğer arkadaşlarının isimlerinin söylendiğini duyuyordu ama hocasının sözleri aklından çıkmadığından uzun süre bakamıyordu. Birkaç kaçamak bakış atmıştı ama birkaç saniyelik zamanlardı. Ne ailesinden nede mahalleden tanıdık bir yüz görmüştü. Herkes yerini almış, hoca seyirciye sırtını dönmüştü, herkesin de gözü ondaydı. İlk işaretle birlikte yaylılar parçaya girmişti.

Enstrümanların haricinde çıt ses çıkmıyordu. Mahalleliye tuhaf gelmiş olabilirdi sözü olan parçaları sözsüz dinliyor olmak, ama konseri sevdikleri, parçaların bitimindeki alkış, ıslık, “Bravo!” seslerinden anlaşılıyordu. Sırtındaki kasılmaların geçtiğini hissediyordu Kopil, parmakları klarnetin üstünde daha rahat gidip geliyordu. “Mutluluk bu olmalı,” diye düşünürken maazallah içlerinden biri bir hata yaparda konserin içine edilir diye korkmuyor da değildi. Ama her şey yolundaydı hem mahalleli hem de çocukları için.

Notasının olmadığı yerlerde Kopil’in gözü ister istemez kalabalığa kayıyordu. Hayran hayran bakıyorlardı, “Hakikaten iyi mi çalıyoruz?” diye sordu kendine. “Çalıyoruz ki böyle bakıyorlar,”  diye cevapladı yine kendince. Yüzlerce kez tekrar tekrar çaldıkları parçaları tek defada kusursuz çalmaları inanılmaz bir şeydi. Bunu da hocaları sayesinde yapabilmişlerdi. Şimdi gözüne daha bir başka görünmüşken o ise mahalleliye ve diğer seyircilere her parçanın bitiminde eğilerek selam veriyordu. Son parçalara doğru gelirken hoca seyircinin de keyif alacağı parçaları seçmişti. Dokuz sekizlik oyun havaları, kıpır kıpır yapmıştı insanları, bir iki ortaya atılanlar da yok değildi. Her bir öğrencisine parçaların içinde kendi gösterilerini yapmaları için küçük aralar verdirmişti. Konser bittiğinden alkış, ıslık gırlaydı. Kopil de diğerleri de ot çekmişçesine etraflarına bakıyorlardı. Ruhları hissettikleri, bildikleri ama ilk defa yaşadıkları bir şeyle tanışmıştı.

 Konserin sonunda toplantı salonunda tekrar toplanmışlardı, hoca herkese teşekkür etmişti. Yaz tatilinde çalışmaları için birkaç eskiz bırakmıştı. Eylülde geri geldiğinde her birinin değişmiş olacağının farkındaydı, belki birkaçını kaybedecekti belki de katılımcı sayısı daha da artacaktı bilemiyordu. Tek temennisi içlerinde iyi olan birkaçının gelişiminin durmamasıydı.

Kopil ve ailesi için eve dönüş başlamıştı, her birinin yüzünde haklı bir gurur vardı. Babası “Yoruldun, ben taşıyayım,” dese de Kopil klarnet kutusunu vermemişti. Eve giden sokağın başına vardıklarında uzaktan tam seçilemese de sanki evin kapısının önünde bir kişi vardı. Biraz daha yürüyünce emin olmuşlardı, amcasıydı kapıdaki. Başı öne eğikti uyukluyor muydu yoksa sızmış mıydı? Bilememişlerdi. Babası az ileri atılmaya kalksa da Kopil eliyle babasını durdurmuştu. Hepsi geride kalmış Kopil birkaç adım daha ileri atılmıştı. Amcası kafasını kaldırdığında Kopil “Amca???” demişti.

edebiyathaber.net (10 Temmuz 2022)

Yorum yapın