Öykü: Gece yarısı mesajları | Kadir Biçici

Mart 1, 2025

Öykü: Gece yarısı mesajları | Kadir Biçici

from: [email protected]

to: [email protected]

8 Haziran 2010, 01:47

subject: özür diliyorum, kendine iyi bak ve kadıköy’ü özleyeceğim

Beni Facebook’tan engellemen çok hoşuma gitmişti aslında, çünkü senin resimlerini açıp Ahmet Kaya dinlemek canıma tak dedirtmişti artık. Ne zaman bir sekmeye Bahariye caddesindeki o deri montlu fotoğrafını, diğer sekmeye de benim malum şarkıyı açsam ve ne zaman gözlerinin içine bakarak şarkıya eşlik edip “Seninle bir bütün olabilirdik, hoşçakal iki gözüm hoşçakal” diye haykırsam… hiç tepki vermiyordun… Fotoğraftaki o şımarık gülüşün, saçını havaya savuruşun ve artık sanırım nefret ettiğim o çapkın bakışın mıh gibi aynı kaldı hep. Ben de eridim, tükendim tabii her seferinde…

Ama sana bu gece yazmak istedim Ayşın… Facebook’ta ve Msn’de engelliydim ve diyeceklerim Sms’e sığmayacak kadar çokcaydı… Biliyorum çok yanlış bir gecede yazıyorum. Ama yine biliyorum ki, uyku tutmadı seni ve muhtemelen okuyacaksın bu maili… Özür diliyorum ancak dayanamadım… Bak bende aynı şarkı çalıyor gene, al dinle seversin sen de:

Ahmet Kaya – Bir Veda Havası: https://www.youtube.com/watch?v=VCTJqhAnclM

“Vakit tamam seni terk ediyorum,

Bu incecik bir veda havasıdır,

Parmak uçlarına değen sıcaklığın

İncinen bir hayatın yarasıdır”

Hera’daki 90’lar partisine gitti aklım şimdi… 2008 miydi?.. Galiba öyleydi… Biz Salih’le barlar sokağında ürke ürke geziyorduk, Kadıköy gecelerindeki ilk senemizdi zaten… Her köşe başı cıvıl cıvıl, kızlar aklımızı alacak kadar çekici ve yerlerdeki boş bira şişeleri gereğinden fazlaydı. Parti afişini gördük o sırada… Kısa bir tereddüttün ardından girelim dedik ama kapıdaki şerefsiz suratlı adam yaşımızdan girip damsızlığımızdan çıktı da almadı bizi sağ olsun… Sen geldin sonra… Üzerinde dizine kadar simli bir elbise, siyah bir çorap, ellerinde deri eldivenler ve sırtında tüylü bir kaban vardı… Kalabalık bir gruptunuz ama benim gözlerim senden başkasını seçemiyordu. Karşıdaki mekânın Carlsberg reklamından yansıyan yeşil ışık yüzüne yansıyor, göz bebeklerinle uyumlu bir kombin yapmanın gururunu ışıyordu sanki… Galiba sana ilk kez, o az olan özgüvenimi kıracak kadar güçlü gülüşünle omzuma dokunup, şerefsiz suratlı adama “Onlar da bizle!” dediğinde âşık olmuştum. İçeride size yakın bir masaya oturup tüm gece seni izlemem de ondandı… Ben o iğrenç 90’lar pop’unu o gece öğrendim Ayşın. Bir yandan dans edip bir yandan şarkılara eşlik ettiğin ve dünyadaki bütün güzellik olgularını bedeninde toplamaya yemin olduğun o gece, dudaklarını okuyarak öğrendim onları… Şimdi hala o 90’lardan bir şarkı duysam, gözlerimin önüne önce dudakların gelir ve az ışıklı, kalabalık bir klip çekerim zihnimde. Bak içimden geldi, çekeyim bir tane daha:

Sezen Aksu – Seni Yerler: https://www.youtube.com/watch?v=IVE00F-2ZCw

“Sen bizim mahalleye geldin geleli, canım
Bizde ne akıl kaldı ne de fikir, bittik
O endam, eda nedir öyle, hey yavrum
Kaç yıllık arkadaşlar birbirimizi sattık…”

Ertesi hafta cumartesi barlar sokağında gözlerim seni aramıştı hep. Salih sınavlarını bahane edip gelmemişti, başka da kimseyi bulamamıştım zaten. Şenay Tekel’den iki dal Djarum Black almış, hemen bitmemesi için ağır ağır içime çekerek tüm sokağı tek başına turlarken her mekâna, dışarıda demlenen her insana tek tek bakıyor, acaba seni yeniden görür müyüm diye heyecanlanıyordum. Gezerken gözüme çarpan her güzel kız normalde içimi kıpır kıpır edeceği yerde, hepsi sadece sen olmayışları nedeniyle sinirimi bozmaktan ileri gidemiyorlardı. Tam umutsuzca sokağın sonuna vardığımda, bana doğru geldiğinizi gördüm. Sen, soğuğun tesiriyle kızaran yanakların ve yine yüzüne vuran renk renk ışıklar… Allah’ım!..

Yine bir şeylere gülüyordun o sıra, yine sokağın kendin dışında kalan kısmını flu hale getirmiştin. Göz göze geldiğimiz gibi kafamı çevirmek ya da gülümsemek arasında gittim geldim ama neyse ki senden gelen o sıcak selam beni kendime getirmişti. Heyecandan “Hoş geldiniz” diye saçmalamam peki… Yahu o yanındaki dallamaların kahkahaları hala sinirimi bozuyor biliyor musun? Bir de o an durumu kurtaracak bir espri bulamayışım için de ayrı kızarım kendime hep.

O gün tek olduğumu anlayıp beni masana davet etmiştin ya… Bazen keşke böyle bir şey yapmasaydın diyorum. Bana hem dünyada cenneti hem de harlana harlana büyüyen bir kör azabı aynı anda yaşatmasaydın keşke… Ya da bana yaşımı sorup da “19” cevabını aldığında “10 yaş genç olmak vardı şimdi…” diyerek çapkın bir bakış atmasaydın… Belki o zaman ümitlenmez, senle konuşmaya devam etmez ve ilerleyen saatlerde de Facebook’unu istemezdim. Böylece daha o gecenin sonunda eve döndüğüm gibi sana bu şarkıyı atmamış olurdum:

Morrissey – Let Me Kiss You: https://www.youtube.com/watch?v=1Wq6_LrNAA0

“There’s a place in the sun

For anyone who has the will to chase one

And I think I’ve found mine

Yes, I do believe I have found mine.”

Facebook’ta saatlerce yazışıyorduk ya hani senle, ben onları hala ara ara okuyorum biliyor musun Ayşın?.. Profil resminde beyaz bir yumurta kafa olan “Facebook kullanıcısı” ile yaptığım o uzun uzun sohbetleri… İçinde çok random gülüş, çok “hahaha” ve çok youtube link’i olan o muhabbetleri…  İlk defa o anlarda kendimi sana kanıtlamış gibi hissetmiştim. Barlar sokağındaki o ürkek, özgüvensiz çocuk gitmişti sanki… Bana her güldüğünde kendimi daha bir “adam” hissediyordum… Şimdi yan sekmeden bakıyorum da mesajlara… “Tatlı olduğunu biliyordum zaten, ama zeki de çocukmuşsun sen…” yazdığın bir gece var mesela… “Çok güzelsin” yazdığım bir gece de… Evet evet biliyorum silmem lazım bunları… Yapacağım, hepsini yapacağım Ayşın, bu mail bitince hepsini halledeceğim. Ama arada da sanırım hatırlayacağım o günleri… Benim dersten çıkıp tüm gün akşam olmasını bekleyişlerimi, akşam isminin yanında yeşil online ışığının yandığı o sihirli anları, “Yarın iş var, uyumam lazım” deyişlerini ama benim açtığım her yeni muhabbetin ardından dayanamayıp sabaha kadar gülüşmelerimizi… Bir de bazı akşamlar hiç online olmayışın vardı ama o zamanlar sebebini anlayamamıştım tabii…

Ya bir dakika, mesajlara bakarken bir linke denk geldim şimdi, bana bir tirat atmışsın, “Bak bu filmi izle çok seversin” demişsin… Zaten sana yaranayım diye ne çok film izlemiştim o sıra… Demirkubuzlar, Nuriler, Rehalar… Bir de o sıkıcı Ruslar, Norveçler, Macarlar… Attığın videoya tıklıyorum şimdi… Bak seviyorum ama bunu… Çayır çimene uzanmış genç Haluk, kalın bir cigara tüttürüyor, anlattıkça anlatıyor… yanında da garibim Güven Kıraç dinliyor sadece… Biliyor musun, o gece sabaha kadar en az beş kere izlemiştim bu sahneyi… Hatta inanmayacaksın, sabah bir Camel yakıp aynanın karşısına şöyle yan oturmuştum da, baştan sona ezbere oynamıştım sahneyi… Şimdi unutmuşumdur tabii… Dur bi bakayım hatta:

Masumiyet Tirat Sahnesi – Demirkubuz: https://www.youtube.com/watch?v=10zCe8a-uU8

bi de Zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini”

Seninle ilk buluştuğumuz gün aklıma geliyor yine. Moda çay bahçesine davet etmiştim seni de, ne çok gülmüştün bana… Sen zaten habire gülüyordun bana, ya komik ya da gülünç bulduğun için… Sonra o gün Caferağa taraflarında bir yere götürmüştün beni, Thales miydi neydi adı?.. Şey demiştin sanki bir de: “Oğlum çay bahçesi iyi güzel de buluşmaya oraya gidilmez, öğren biraz bunları…”

Öğrendim yavaş yavaş… Zamanla rahatladım da… Buluşmalar arttıkça daha çok konuşmaya, hatta bir süre sonra şakımaya başladım. İlk başlarda bana biraz üstten bakan sen de değiştin tabii… Yelkenleri suya indirdin, gözlerimin içine gerçekten bakar, dediklerimi harbiden dinler oldun… Seninle olduğum dakikalarda ne aramızdaki yaş farkı ne de her şeyi senin ödüyor olmanı görmüyordu gözüm. Tüm bildiklerimi, doğrularımı, değer yargılarımı bir süpürgeyle gidere itmeyi hazırdım senleyken. O aylar boyu oturduğumuz Viktor Levi’de, Nazım’da, Hayal Kahvesi’nde ya da yürüdüğümüz o tüm debdebeli sokaklarda inan kimseyi fark edemedim bizden başka. Senin gözlerin ve bir de şimdi sayamayacağım diğer birçok şeyin zihnimi fazlasıyla meşgul ediyordu çünkü… Evet sevgiliydik artık, bunu sen de kabul etmiştin. Biraz gülmüştün gene o sırada, ama olsun… Evet sevgiliydik ama elimi bir türlü tutmadın sen… Benim her tutma girişimimde sağa sola bakıyor, sebepsizce sinirleniyordun. “Aman saçmalama liseli miyiz biz?” diye bir laf tutturmuştun bir de… Kaşların çatıldığında beliren yüz çizgilerin, asıl hislerinin üstünü karalayan karmaşık şekillerdi sadece.

Bir de beni biraz daha adamdan say diye seni her seferinde evinin önüne kadar bırakmam vardı… Evet kabul ediyordun bu tekliflerimi ama gözlerin “Ulan salak, sanki Moda’daki evime yalnız gitsem bir şey olacak…” der gibi bakıyordu. Ama olsun… Senden ayrıldıktan sonra otobüse giden o 20 dakikalık yolda kulaklığımı takıp, dışarıdan bakanlara “Ne gülüyor lan bu mal?” dedirtecek cinsten bir tebessümle, seni düşünerek yürümek bana yetiyordu… Zihnimde senle olmayacak gelecekler inşa ederken fonda Mehmet Erdem çalıyordu hep… “Ulan” diyordum içimden, “Evet imkânsız ama ya olursa… Olur mu ki lan acaba?”

Seni bir eve bırakışımda ise ayrılamamıştık bir türlü… Ve sonrasındaki birçok sefer de… Ev arkadaşının şehir dışında olduğu zamanlar… Yok yok!… Özür dilerim. Bırakalım bunları…

Bak o günlerdeki kulaklığımı aldım şimdi elime. Kırmızı bir şey, sağı solu gitmiş… Ve dönüş yolunda dinlediğim o aynı şarkı çalıyor gene. Hani şu sana sürekli attığım ve senin adamın sesini bir türlü beğenmediğin şarkı… Belki de olmayacağını bildiğin, olmamasını istediğin için beğenmiyordun, bilemiyorum. Ama bak ben hala seviyorum…

Mehmet Erdem – Olur Ya: https://www.youtube.com/watch?v=iB8pYmdnJmU

“Olur ya, tüm saatler durur da
Sonsuza dek yanımda kalırsın, olur ya
Olur ya, ateş bacayı sarar da
Yanmaz dersin yanar da, olmaz mı olur ya…”

Sonra mesajlarıma geç cevap vermeye başladığın o iğrenç günler geldi Ayşın. Buluşmak istemediğin, aradığımda konuşmayı kısa kestiğin… Sesindeki o şüphe, tedirginlik, kararsızlık… Kadıköy’e de gelmemeye başladın zaten… Sanıyorum o ara sadece bir kere Moda çay bahçesinde oturmuştuk senle. Dediğin gibi Moda Çay Bahçesinde ‘buluşma’ olmazdı… Biz de zaten bir buluşmada değildik. Bizimki olsa olsa doğru dürüst bir şey konuşulmayan sessiz bir veda olabilirdi. Ben bunu da çok sonraları anladım tabii…

Ama beni Facebook’tan çıkarmana gelecek olursak, orada haklısın… Bunu hak etmiştim işte… Senin duvarına gelip de herkesin göreceği şekilde “Çok özledim!” yazmamalıydım. Sonraları pişman olup onlarca defa arkadaşlık isteği gönderdim ama bir türlü kabul etmedin. Aramalarıma da çıkmadın zaten. Bir yerden sonra sadece meşgul sesi çaldı uzun uzuun… Daat daaat… Senden ayrılmak zaten yeterince zordu ama nedenini anlayamamaktı beni asıl delirten… Beynimi yiyordu işte bu düşünceler, haaam haaam…

Bir de fake hesap olayı var tabii… Evet evet şaşırma, senin bundan haberin yok. Mecbur kaldım napayım… Hani gecenin bir körü sana arkadaşlık isteği gönderen “İş Hayatı Öneriler Sayfası” vardı ya, o bendim işte. Senin henüz daha iş hayatı görmemiş o eski küçük sevgilin… Belli ki sen de uyuyamamıştın o gece, çünkü arkadaşlık isteği kabul bildirimi dakikalar içinde gelmişti. Sahte bir kimliğin arkasından da olsa seni görecektim nihayet. Gece 3’e geliyordu yanlış hatırlamıyorsam… Heyecan içinde girdim profiline. Ve gördüklerim…

Kötü kötü takım elbiseler, küçük bir evde gereksiz bir kalabalık, kurdelalar, yüzükler…

Allak bullak olmuştum. Şöyle bir gönderi gördüm sonra: 

“Ayşın Yıldız, Fatih Permekçi ile ilişki durumunu nişanlı yaptı”

O an yanda bir şarkı çalmıyordu ama ben o anı her hatırladığımda fonda hep bu şarkı çaldı:

Fikret Kızılok – Gecenin Tam Üçünde: https://www.youtube.com/watch?v=b6sLTHyTbBc

 “Düz değil, düzen değil
Az değil, ezen değil
Boz değil, bozan değil
Bir gül biter içimde,
Tam bildiğim biçimde,
Gecenin tam üçünde,

Gecenin tam üçünde…”

Ertesi sabah uyanıp sakin kafayla fotoğrafları inceledim. Gördüğüm kadarıyla beş yıldır birlikteymişsiniz. Ne de çok yer gezmişsiniz; Amerikalar, Almanyalar… Güneyler, çeşmeler… Bu Fatih de iyi bir adama benziyor galiba… Yakışıyorsunuz da ayrıca. Ama senden büyük mü biraz?..

Yalnız sen de az değilsin Ayşın… Bilgisayardan anlamam derdin derdin de işini iyi bilirmişsin sen… O kadar ay birbirimizde ekli kaldık… Uğraşmışsın etmişsin, bir tek benden gizlemişsin o fotoğrafları… Varmış böyle bir özellik, bunu da senle öğrendim ben. Diğer birçok rezil ve harika şey gibi senden öğrendim.

O an içimden neler geldi bilsen?.. Tekrar duvarına yazmak… Seni rezil etmek… Bütün düzenini bozmak… Hatta Fatih’in sayfasını bulmak falan… Ama sonra yapamadım Ayşın. Sana yine de kıyamadım. Senin özünde iyi bir kalbin olduğuna inanmak istedim o an. Evet bu salaklığı yaptım ve yapmaya da devam edeceğim… Senle olan tüm anılarımızı bu inanca sarılarak yok edeceğim…

Gördüğüme göre evleniyorsun yarın… Hazırlık resimlerini, nikah şekerlerini, süslemeleri gördüm hep… Ama bir de beyazlar içinde görmek istemiyorum seni… “İş Hayatı Öneriler Sayfası”nı da sildim az önce… Tek bir tuşa baktı. Keşke seni silebilmek de bu kadar kolay olsaydı.

Sana ve Fatih’e mutluluklar diliyorum Ayşın… Ben de gidiyorum. Okul bitiyor bu hafta, Bartın’a dönüyorum. Bugün Hera’yla ve Thales’e son kez gittim… Kadıköy sokaklarını son kez gezdim. Djarum Black’ten bu sefer üç paket aldım. Ve yarın gidiyorum… Ve senden nefret ediyorum Ayşın. Ve seni çok özleyeceğim. İğrenç birisin. Ama çok güzelsin… Seni… Hayır gerçekten sevmiyorum Ayşın.

Kendine iyi bak. Özür dilerim, bu mail için… Kadıköy’e git ama, oraları ışıksız bırakma…

Bu da ben sana son şarkı… İstanbul’a, sana, okula falan… Hepsine… Son…

Düş Sokağı Sakinleri –Gayret Et Güzelim: https://www.youtube.com/watch?v=IVsLfuWISlM

“Gitmem gerek bu şehirden
Bir rüya oldun sevdamın gergefinde
Neden çocuklar beni gösteriyor
Yağmur yağsa güneşin yerine”

edebiyathaber.net (1 Mart 2025)

Yorum yapın