
Ellerindeki bezi nereye koyacaklarını bilemediler bir türlü. Tezgahtaki diziliş öyle jilet gibiydi ki, gözleri korktu. Nasıl aldıkları yere dikkat etmemişlerdi, ah nasıl. Kuzu kulaklı kahve kavanozu, ocağın dibindeki kristal tuz kasesi, ona yapışık sedef kakmalı kaşıklık, mücevher sandığı gibi görünen çay kutusu, rengarenk Çinli nihale, duvarın dibinde ilk sıradakilerdi. Hepsinin sorumluluğu boylarından büyüktü. Çekoslavakya’dan “aydınlık günlerde almıştım” diye anlatılan, esas görevinin kürdanlık olduğunu gizleyen kara gözlüklü balerin Carmen, ikinci sıranın en dikkat çekici parçasıydı. Onu selamlayan yaşlı suratlı tuzluk ve karabiberlik, hallerinden çok da memnun değil gibiydiler. Görevleri eskisi kadar aktif değildi ki iyice kenara itilmişlerdi. Onların hemen yanı başında ayçiçek ve zeytinyağı taşıyan mor renkli iki şişe, kulplarından sırt sırta dayanmış, bu domestik görev için dayanışmak zorunda kalan küs akrabalarmışçasına mıhlanmışlardı. Aralarındaki mesafe sanki bir zamanlar cetvelle ölçülmüştü, şaşarsa savaş patlayabilirdi.
“Ah şu bez de duvara, bir yere çivilenseymiş ya!”
Bu mutfak bir oyun odası olabilirdi pekâlâ, ya da bir film platosu. Onların alıştıklarından çok farklıydı ortam. Parçaların “gözetimi altındayız” hissinden bir türlü kurtulamıyorlardı. Her yerde gözler var gibiydi ve sanki kontrol onlardaydı. Aslında emir kuluydu tüm parçalar; sahiplerinden aldıkları talimat ve yetkiyle, hata yapılıp yapılmadığını kolluyorlardı. Bir yapboz olsa, bitmiş resim anca bu olabilirdi. Görev saatlerini bekliyorlardı. Düdük çaldığında ne yapacaklarını adları gibi biliyorlardı. İşleri bitince yuvalarına dönmelerinin zorunlu olduğunu da.
Ama bu bez hariç! O şu anda olması gereken yerde değildi. Belki bıraksalar yuvasına tıpış tıpış gidecekti. Nereden almışlardı? Konunun önemini bilmeseler belki bu kadar kıvranmazlardı.
“Çiçekli kızlar sokağı” adını Sümbül koymuştu. Aynı koridorda yan yana dizilmiş üç dairede oturuyorlardı, can komşulardı birbirlerine. Kapılarının açıldığı koridor, boydan boya camla kapatılmıştı. Açılabilen pencerelerin önünde rengarenk, beyaz, pembe, kırmızı, sarkan, sarkmayan, büyümeye uğraşan, yaşlanmış, taptaze, kökü kabına sığmayan onlarca sardunya dizi diziydi. Onların su, toprak, sohbet, çoğaltma, azaltma, ilaç işleri Sümbül’ündü. Diğerlerinin pek vakti yoktu durup izlemeye. Uzun boylu biraz havai olan Filiz, Sümbül’ün solundaki evde oturuyordu. Çalışma hayatı bir hayli yoğundu… Zaman zaman yörüngesine erkekler giriyordu, başarabilen çıkıyordu. Maceralarını burada masaya dökmek, ona iyi geliyordu. Seyfi’nin yalanları, Ali’nin cimriliği, Adnan’ın beceriksizliği geride kalsa da hâlâ muhabbete iyi malzeme veriyorlardı. Arada bir sağ evdeki Ayşe’yle Sümbül Hanım’a uğramak en vazgeçemedikleri, eğlendikleri ortak eylemleriydi. Ayşe de tek başına yaşıyordu. İranlıydı. Mühendisti. Eşyalı bir ev tutmuştu bu apartmanda. Sümbül, ona rehberlik yapmıştı. Muhtar ne işe yarar, kapıcı aslında ne demek istemiştir, pazarcı neden seçtirmez, alttaki bakkalın hangi malını neden almamalı, kime emir kipiyle konuşmak gerek, kime aciz moduyla, kime sakin sakin yaklaşmalı, hep ondan öğreniyordu. Özel sektörde erkeklerin arasında yaşam savaşı veriyordu. Burada kadın arkadaşlarıyla bir arada olmak ona geride bıraktıklarını anımsatırken, umutlandırıyordu da. Filiz de Ayşe de Onun yanında aldıkları nefesi, ceplerine doldurup gidiyorlardı. Sümbül komik bir kadındı. Deneyimleriyle, duyduklarıyla, sezgileriyle, gördükleriyle, görmedikleriyle enteresan yorumlar yapıyordu, anlıyordu kızları, kızlar da onu. Biraz inatçıydı, kesin. Mücadeleciydi, öyle diyordu kendine, öyle de görünüyordu. Yalnızdı. Ama çaresiz değildi. Telefonu hiç susmuyordu. Çok arkadaşı vardı. Devletin opera basın danışmalığından emekliydi. Baba bir görevi olmuştu bir zamanlar. Evinde hâlâ klasik müzik hiç susmazdı. Sosyaldi. Telefonla dünyaya ulaşıyordu, dünya da ona. Farklıydı, bu net. Onunla yaşıt sayabilecekleri annelerinden, anneannelerinden, öğretmenlerinden, memleketlerinden, etraflarındaki herkesten ayrıydı. “Eskiden tombuldum” dese de inanamıyorlardı, artık çok zayıftı. Çok bilgiliydi, “dünyayı gördüm” sözüne dair bazı şüpheleri yok değildi, ama düşününce bu kadar öyküyü, bilgiyi, haberi birinci ağızdan aktarabilmesi hep bundandı tabii.
Sümbül, içerden seslendi.
“Düşündüm… Çocukken hep bir köpeğim olsun istemiştim.
Annem, babam izin vermedi. Sonra da hayattaki koşturmacam engel oldu.”
“Ama Sümbül Abla şimdi 70”
“İşte onu diyorum ya, karar verdim. Bir köpek, yol arkadaşım olacak. Sıraya girdim. Eğitimi tamamlanan bir rehber köpek verecekler bana. Beklemeyi özlemişim, çok heyecanlıyım…”
Filiz’in bakışı yine elindekine kaydı. Beden diliyle bezi hiç görmemişçesine atıp kaçma fikrini Ayşe’ye belli etse de hemen pişman oldu, yakıştıramadı ne beze ne kendine. Altı üstü bezdi tamam, ama onu vazgeçilmez yapan, verilen anlamdan öte göreviydi, hatta görev yeriydi. ‘Bazen farkındalıklar, mazeretlere geçit vermez, istenir ki köşeye sıkışılsın, durumla yüzleşilsin.’
“Bunu da bir zamanlar Sümbül demişti, hatırladın mı?”
“Daima öngörülü olduğunu biliyoruz zaten. Sence şu anda burada döneni de sezmiş midir?” “Hatta dönemeyeni?” Bir gülme tuttu ikisini de. Ne kadar sessiz olsalar da arkada gözü olduğu, şüphe duyulan konulardan biriydi.
“Onun ruh gözü gelişmiş. Canımız 3. Gözümüz” Beze baktı yine, bir kere az yıpranmıştı. Deliği de yoktu. Temiz kokuyordu. Rengi, sarı değildi, bilmedikleri başka tür bir dokusu ve rengi vardı. Buraya tutumlu bir ev denebilir miydi? Kuşkusuz evet. Gençliğinde, dünyanın her yerinden, gittiği lokantalardan aldığı jelatin kılıflı kürdanları biriktirmek, kimin aklına gelirdi? Sonra da onları, Carmen dediği kürdanlıkta sergilediğini öğrendiklerinde gözlerine inanamamışlardı ya.
“Anısı da vardır tabii.”
“Bir bezin nasıl anısı olur? Kaç genç kıza sarı bez, çeyiz olarak sandığa konur? Onlar hâlâ oradalar eminim. Benim yok mesela!”
“Ne o, ister miydin sarı bez çeyizi?”
O bununla hep övünürdü. Gördüğü savaş yıllarına bağlıyordu her konuyu, çocukken annesinin ekmek karnesine. Sandıkta açılmamış kaç paket sarı bez olduğunu kimse bilmiyordu. Sandıktaki yeni paketler açılmıyordu zaten, kötü günler için sıralarını bekliyorlardı. Önce bu bez sahadan inmeliydi. Sanki duyulsun gibilerinden mutfağa doğru ses geldi yine.
“03123155203… 0216 2609011… 053235718…”
“Napıyorsun Sümbül Abla?”
“Unutmamaya çalışıyorum. Bu günlük rutinim. Bütün numaraları akımda tutmalıyım. Emine, Mehmet, Güler, Seray, yeğenim Ayşin…”
“Kaç kişi?”
“83. Sizin telefonlarınızdaki gibi, benim de beynimde yıldızlı listem var. “
“Ne 83 mü?! Bunun daha kolay yolu var.”
“Evet biliyorum. İstemiyorum. Beynim de çalışıyor böylece. Zihnimi alfabetik dizdim.”
“Ne yani, -Sarı bezleri kurusun diye as- Rüzgâr sörfünü unutma–dan sonra mı geliyor?
“Sen geç dalganı. Gece uyanıyorum. Şimdilik sadece telefon fihristimi saymaya devam ediyorum. En çok Veli Bey’de zorlanıyorum. Sosyalliğimi, özgüvenimi bu disiplinime borçluyum. Henüz sondan geri sayamadığım için pürüz çıkıyor. Hep A dan başlamam gerekiyor. Neyse ne. Hayatla eğleniyorum… Oh bunları başarıyorum ya, aferin bana. Sarı bez örneği de nerden aklına geldi, ilahi Filiz.”
Altı metrekarelik karanlık mutfakta yaşanan sıkıntı, salona döndüklerinde unutulup gitmişti. Bir terslik olduğunu sezen Sümbül, kısa bir sessizlikten sonra kızlara yeni konu açtı. “12 yaşındaydım. Bana emanet edilen bir su kaplumbağası vardı. Ağabeyimin kız arkadaşının. Adı Aysel.”
“Kızın mı?”
“Kaplumbağanın…Ağabeyimin ricasıyla bir hafta bakacaktım. Küçük bir karşılığı vardı tabii. Yapacağım şey yem, su. Yem su. Yem su vermek.”
Filiz, “iş tanımınızda gezdirme yok yani!”
“Evet bu kadar basitti işim. Off! Öyle kolay ve sıradan bir görevdi ki. Benimle hiç göz teması kurmayan, ruhsuz, uyuz bir hayvandı. Bir hafta baktım. Özenmedim de değil. Sevmesem de gözüm gibi baktım. O zaman kör değilim tabii.Sevmeyi başaramadım, buna izin vermedi bir türlü. Tam görevimi tamamlayacaktım ki son gün gidiverdi…Öldü.”
“Yapmayın. Ah”
“Eee. Diyemedim. Korktum. Bir koşu yenisini aldım. Tıpkısını.”
“Sizce tabii.”
“Bir dur onu aynen küçük cam akvaryumuna koydum verdim ağabeyime. O Aysel’i gördüğü an–”
Gözlerini kapayan Ayşe, “ay ay gerisini dinlemek istemiyorum.”
Filiz “Bunun için kulağını kapatman gerekiyor.” dedi gülerek.
Sehpada onları bekleyen limonata ve kuru pastalara döndüler. Bu bez konusunu halının altına süpürdüler. Sümbül, her defa olduğu gibi hazırlık yapmıştı, sıralamıştı ortaya, hem de bembeyaz kolalı bir örtünün üstüne. 3 er kuru pasta, porselen tabaklarına öyle nizami yerleştirilmişti ki, bir İngiliz kraliyet çayından eksikleri yoktu, farklı olan eşlikçinin limonata olmasıydı. O da bardaklarındaki milim şaşmamış yüksekliğiyle ancak saraya yakışırdı.
Yumuldular. Sonra da haftanın olaylarını değerlendirmeye, “ne olacak bu memleketin hali” demeye sıra geldi.
“Ben çocuktum, babam, ‘Bu memleketin hali ne olacak’ derdi, çok korkardım, endişelenirdim, babam bile bilmiyorsa kim bilir diye. Büyüdüm. Bak 70 yaşındayım, hep aynı soru. Bu bana istikrarlı bir ülke olduğumuzu düşündürtüyor… Korkmayın demek istedim, birbirinize delirdi bu kadın bakışı attığınızı hissedebiliyorum. Bu gözler neler gördü. Bakmayın şimdi hiç görmediğime.”
Ben de “artık aynaya bakmıyorum” dedi Ayşe. “Neden, bana mı özendin? Ben zaten hiç bakamıyorum, çünkü gördüğüme dayanamıyorum” kızları güldürmek hoşuna gidiyordu. Geçen gün markette 2 büyüteçli ayna alana, biri bedava kampanyası var diye kuzenim aradı, çok heyecanlıydı, bana bozuldu, heyecanına katılmadım diye.”
“Ben hayatımda o büyüteçli aynalardan hiç kullanmadım, sevmem.”
Ayşe başladı. “Aaa Dün ne oldu. Mutfaktaydım. Rutin. Kahvaltı hazırlığındaydım. Bir klakson nasıl ısrarla çalınıyor. Sen de duydun mu Sümbül Abla?” cevabı beklemeden devam etti. “Pencereye koştum. Bir de ne göreyim. Bir otobüs” İki sokağın kesiştiği yerde durmuş. Tam ortada. İki taraflı da geçit sıfır. Ön kapısı açık. Tam da belli değil. Dönecekken aklına bir şey gelmiş ve sürmekten vazgeçmiş gibi. Şoför yok. Arkasından gelen araba yoldan geçemeyince olay karıştı. Sinirlendi, onun şoförü indi bu defa. Yanında eşi vardı. O da indi. Bağırdılar, çağırdılar. Baktılar ki kimse yok. Kaldırıma oturdular. Beklemeye başladılar. Ben de takıldım onlara bakıyorum. Gerçekten ne olabilir diye meraklandım.”
“Belediye mi, özel mi?”
“Bir belediye otobüsü neden bütün iki yolu tıkayıp, kilitleyip bir yerlere gider ki. Şoförün aklına ne gelmiş olabilir? En az 20 dakika beklendi. Sonra sıkışmıştım, bir içeri tuvalete gittim geldim, aaa kimse kalmamış. Otobüs de, araba da yok. Gördün mü Sümbül Abla?”
“Evet ben de dinledim sesleri. Filiz, tam sana göre bir hikâye var bunda. Adamın tek istediği bizim marketin kızına evlilik teklifi etmekmiş. Ve bunun için en olmadık yolu denemiş işte. Her gün aynı saatte o otobüse biniyormuş kız. Dikkatini çekmiş belli ki. Şoför de fark edilmek, görülmek, konuşulmak istemiş belli ki.”
Birbirlerine bakakaldılar. Pek de inandırıcı gelmedi hikâye.
“Benim gözüm artık hiç görmeyebilir, ama siz benim haftada bir çözmem gereken matematik problemlerim gibisiniz. Dış dünyadan anlattığınız öyle değişik sorunlar var ki bana çok iyi geliyor. Canlandırma yapıyorum sayenizde. Göremediğim bütün olasılıkları hissettiriyorsunuz bana. Bir düşünün bakalım bugün buraya geldiğinizden beri ne kadar görmekle ilgili hikâye anlattınız. Hiç sakınmadan. Bayılıyorum buna. Ya da sakındıkça battınız, orasını bilemem. Ama hâlâ benim kadar yaratıcı olmadığınız da görebiliyorum. Hahahhhhh. Onun için ben söyleyebilirim. Otobüs şoförünün amacını da uydurdum. Bilmiyorum işin aslını.”
Kapı çaldı. Sütçü sütü getirmişti. Bu da Sümbül’ün vazgeçemediği etkinliğiydi. Yavaş hareketlerle, emin olmadan atmadığı adımlarla kapıyı açtı. Sütçüyle karşılaşmak, “hayvanları keyifli mi, ne olacak bu fiyatlar, hayvancılık nereye gidiyor, eşi nasıl, torunu oldu mu?” Sütü aldı. Hazır tuttuğu tam parayı verdi. Mutfağa tencereyi koydu. Seslendi.
“Şunu kaynatayım, geliyorum. Yoğurt yapmak kadar heyecanlandıran bir başka iş bilmiyorum, yok yok biliyorum” diyerek, mutfaktan döndü.
Kıkırdamaya başlamıştı yine.
“42 yıldır yapıyorum, bir türlü hedefimdeki kıvama ulaşamadım. Bana diyorlar ki, hazır al. Neden kendimi ifade edemiyorum bilmiyorum, amacıma ulaşmadım ki daha. Parmağımı batırdıktan sonraki 7’ ye kadar sayma tempomda sorun var galiba. Bazen hızlı, bazen yavaş sayıyorum.”
“Telefon numaraların gibi sayıyorsan…hahaha. Daha çok beklersin beyaz atlı yoğurdu.” Tencereye boşalttığını duyabiliyorlardı.
Ve beklenen soru, salona doğru geldi. “Bezimi nereye koydunuz?”



















