
Klasik anne kız muhabbetlerini bilirsiniz, ya mutfakta çay demlenirken davlumbaz ışığı altında ayaküstü başlar bu muhabbetler ya da günün herhangi bir saatinde ansızın kızının odasına gelerek üzerinden en az yirmi yıl geçmiş meseleleri gündeme getiren annenin çabasıyla. Annem genelde ikinci yolu tercih eder. O bu tercihi yaparken son derece haklıdır da. Annemle ilişkimizin dinamiği gösteriyor ki mutfakta daha ziyade agresifleşiyor birbirimizi anlamak yerine yargılarda bulunuyoruz. Oysa benim odam evden bağımsız yalnız bana ait bir dünya gibi. Annem bu kapıya yaklaştığında onu belki savunmasız buluyor, bana sığınmak arzusunda olduğunu hissediyorum. Önce kapının eşiğinde yokluyor beni, sonra bir ses ‘‘kızım ders mi çalışıyorsun?’’ ve ben her zaman ders çalışıyorumdur, fakat biliyorum ki bu sorunun hemen öncesinde en az yirmi yılı aşkın konular zihnini kemirmiş, kafasının içinde kendisiyle tartışmış, muhtemelen kendini kendine kanıtlamak sıkıntısıyla boğuşmuş sonra işler sarpa sarınca odamın kapısına yönelmiş… Bunu bilmek o an en önemli işlerimden dahi feragat edip onu odamda ağırlamam ve üzerindeki tüm ağırlıklardan kurtulması için ona bir alan sunmam gerektiğini hissettirir hep bana. Bu sebeple cevabım hep aynıdır: ‘‘Ders çalışıyordum evet ama sıkıldım, gel anne…’’
İşte tam da bu konuşmalardan birini yapmak üzere usulca odama geldi bugün annem. Ben aynı düşüncelerle ve aynı sükunetle aldım onu karşıma ve bekledim içini bugün neler kemirmiş öğrenmek arzusuyla. İşte bugün konuştuklarımız her zamanki gibi başlamış ama her zamanki gibi sürmemişti. O anlattı ve ben onu dinledikçe korkunç ve biraz da yüreğimi burkan izleri fark ettim onun kelimelerinde. Acıdım, hiç olmadığım kadar acıma duygusuyla kaplandım. Çünkü görüyordum ki o da benimle birlikte keşfediyordu belleğinin ayak izlerini. Ne konuştuk peki? Her kız çocuğunun kalbinde yer eden, hayatındaki en kritik figürlerden birini. Varlığını kalbimizin en kuytu yerine sakladığımız kiminde yara kiminde ise vefanın bir öznesi olan o kadını konuştuk: anneyi…
Annem bana bugün ‘‘ben annemle seninle konuştuğumuz gibi konuşamazdım’’ dedi. Beni kastediyordu. Ona açmış olduğum alandan memnun olmasına sevindim. Ama meseleyi daha fazla dallandırıp budaklandırmadan neler konuştuk işte bunları anlatmak istiyorum. Annemin kaderini meğer onu hiç istemediği bir evliliğe zorlayan dedem değil anneannem yazmış hiç bilmeden…
- Anneannem dedeme nasıl karşı gelebilir ki anne? Dedem vermiş bir kere kararını anneannem karşı gelse onu dinler miydi?
- Senin anneannen kıskançlıktan ortalığı ayağa kaldırırdı, elinde sopalarla bıçaklarla gezerdi, işine gelince sesi pek güzel çıkıyordu kızım.
- Nasıl yani anneannem dedemi kıskanır mıydı? Yani onu sever miydi?
- Hem de nasıl, dedenle Trabzon barosunda tanıştılar, anneannen temizliğe giderdi, orada görmüşler birbirlerini. Anneannen başta beğenmemiş ama sonra he demiş.
- Fikrini değiştiren neymiş peki?
- Kızım deden tam ne iş yapardı bilmezdik ama açık havada çalışırdı, belli ki tozun toprağın içindeydi, (gülerek) hem hava sıcaklığı hem bulunduğu ortamın pisliği dedeni zift gibi bir şeye çevirmiş anneannen de kapkara diye beğenmemiş. Dedeni sonra hamama götürmüşler nasıl olmuşsa açılmış rengi, anneannen işte o zaman beğenmiş.
- Peki dedemi neden kıskanıyordu, daha doğrusu kimden kıskanıyordu?
- Yengemden.
- Yengenden mi?
- Evet, deden evlendikten sonra kendi ailesinden hiç kopmadı, sürekli köye gider orada uzun süre kalır evine dönmezdi. Anneannen böyle vakitlerde sürekli sinirli olurdu, biz anlamazdık tabi. Ben de baban gidince sinirleniyorum kavga ediyorum, çocukken siz de ben kavga çıkartıyorum diye kızardınız bana. Siz de anlamazdınız çünkü.
- (Buruk bir şekilde) Evet haklısın.
- Bir gün deden yatak döşek hasta oldu. Sonra bir gün yengem çıkageldi köyden. Anneannen deliye döndü o gün ve kovdu yengemi evden. Biz de yengemizi pek severdik ama o gün anladım annemi, hiç ses etmedim. Yengemi o gün oraya getiren babamın ilgi ve alakasıydı, anladım.
- Babam için hep ‘‘dedene benziyor’’ derdin. Ne hissettin bilmiyorum ama babamı görünce dedemi farklı bir bedende tezahür etmiş mi zannettin? Onunla başa çıkabilmek için anneannem oldun sen. Farkında değil misin? Bu anlattığın hikâye senin hikâyen anne…
Annem uzun uzun düşündü, gözleri en az yirmi yıl uzağa bakıyordu. Buruk bir gülüşle: ‘‘Evet’’ dedi. Hayatımda duyup duyabileceğim en çaresiz evetti bu. Biraz sustuk, bakıştık, kaldık öyle. Şimdi anneannemi düşünüyor, belki de ‘‘keşke onun da bir dinleyeni olsaydı’’ diyor. Belki de kendine kızıyor benim ona sunduğumu o kendi annesine sunamadığı için. Onu gerektiği zamanda dinleyemediği ve anlayamadığı için. Benim annem ilkokul mezunu ama hayatı hep çalışmakla geçmiş bir kadındır. Sürekli çalışırdı, zaman, annesiyle oturup dertleşmesine imkân vermiyordu. Ama sanırım annesinin içinde gizli bir derdinin olabileceği de gelmiyordu annemin aklına. Ne acı, şimdi konuşuyor, anneannemi kırıp döken hayatın sivri kenarlı parçalarını anneme saplanmış buluyorum. Şu ana kadar yalnızca anneme çektirdikleri için öfke duyduğum bu çirkin hayatın anneannem tarafından bırakılmış acı bir miras oluşuyla mahvoluyorum. Anneannem benim kıymetlimdir. İkinci annem gibidir (bunu yalnızca onun için düşündüm). Neden böyle hissettiğimi şimdi anlıyorum, onun gözlerinde rast geldiğim kadın da annemmiş. Şimdi düşünüyorum; dedem annemi zorla evlendirdi ve anneannem buna engel olmadı. Aslına bakarsanız anneannem babaannemle konuşmak istemiş, konuşmuş da. Babaanneme ‘‘benim kızım size gelmez ben size başka kız bulayım’’ demiş annemin söylediğine göre. Fakat babaannem hiç yanaşmamış, anneannem de üstelememiş daha fazla. İşte annemin en büyük yarası budur. ‘‘Babam için ortalığı ayağa kaldıran kadın benim için neden kaldırmadı’’ diye sitem eder durur anneanneme hâlâ. Anneannem bu hikâyeye orada son verebilirdi, vermedi. Annem evlendi ve onun için tekerrür edecek hikâyeye boyun eğdi. İçinde anneannemi taşıyordu, karşısındaki adam, yani babam dedemin bir kopyasından başka bir şey değildi. Annem hikâyesini tanıyordu, şimdi ikimizin de zihnine ve kalbine kazınmış bu izler, bu ayak izleri, anneannem…



















