Öykü: Belirsiz gece | A. Furkan Çalışkan

Mart 16, 2024

Öykü: Belirsiz gece | A. Furkan Çalışkan

01:44

Uyku tutmuyor. Gözlerimi bir açıp bir kapatıyorum. Pencereden dışarıyı kontrol etmek için. Hafifçe perdeyi aralıyorum.  Trafik, kaza yüzünden hala tıkalı, arabalar birbirine kenetlenmiş vaziyette,  bir gıdım bile ilerleme yok. Tüm araçlar tek şeritten ilerlemeye çalışıyor. Perdeyi tekrardan kapatıyorum.

Arkadaşım çoktan uykuya dalmışken ben otobanın ortasında sıkışıp kalmış bir uzun yol otobüsünün içinde darlanıyorum. Dört yıllık uzun yolculuk deneyimlerim boyunca hiçbir zaman tam anlamıyla uykuya dalamamışımdır. İstanbul’dan günübirlik geldiğim sınavlara bile uykusuz, hatta yarı baygın bir şekilde girdiğimi hatırlıyorum. Göz kapaklarımı kapar kapamaz kendimi sanki bilinmez, kasvetli, uğursuz bir boşluğun içine atıyormuşum gibi bir his kaplar içimi ve aniden irkilip uyanır, bir önceki gerçekliğe dönmek için kendi etimi sıkarım.

Fakat bu sefer uykuya dalamamak konusunda kendime haklılık payı bıraktım. Dışarıdan duyulan sabırsızca çalınan korna sesleri ufak çaplı bir kaos yaratmış vaziyette. Arkadaşımın da aralarında olduğu yolcu grubunun nasıl rahatlıkla uykuya dalabildiğine hayret ediyorum. O sırada başıma baskı yapmaya başlayan topuzumu bozup tokamı çantama atıveriyorum.

02:12

Nihayet trafik polisleri yolu yavaş yavaş açıyor, birkaç adım da olsa ilerlemeye başlıyoruz. Kazanın gerçekleştiği, gri bir aracın korkuluklara dalıp metalik bir yığın oluşturduğu alandan geçiyoruz.  Şoför koltuğundaki kişi hala orada mı diye camın ardındaki görüntüyü seçmeye çalışıyorum ama bir şey göremiyorum. Yolculardan bazıları uyanıp perdelerini aralamış meraklı gözlerle kaza mahalline bakıyor.

Muavin de birkaç koltuk ilerideki yolcunun camından ağzı açık biçimde dışarıyı izliyor. Ambulansın yanından yavaşça geçiyoruz. Polis aracına ve az ileride şeritlerle çevrilmiş alana bakıyorum. Bu sefer daha net seçilebiliyor her şey. Yerde yatan bir beden görüyorum. Kafası olmayan bir beden. Üstünde bir erkek montu var. Büyük ihtimalle bir erkek ceseti. Kanım buz kesmiş gibi irkiliyorum. Midem ağzıma geliyor. Yolculardan hafif çaplı “ayy, ıyy” gibi nidalar yükseliyor. Arkamda oturan yaşlı hanımefendinin “Yarabbim sen koru” gibi bir şeyler sayıkladığını duyuyorum. Muavin şaşırma refleksi ile elini ağzına götürüyor.

Perdeyi hızlıca çekip az önceki görüntüyü hafızamdan silmeye çalışıyorum. Bir yandan vücuttan ayrılan kafanın şu anda nerede olduğunu düşünmeden edemiyorum. Kazanın nasıl gerçekleştiğiyle ilgili birkaç şey kuruyorum kafamda. Aklıma iki ihtimal geliyor. Ölen kişi, otobandan karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, o sırada az önce gördüğüm gri araç ilk yayaya çarpıyor, sonra da korkuluklara dalıyor.

Ama bu kurguda oturmayan birkaç şey var. Aracın çarpmasıyla başın bedenden ayrılması arasında etkili bir bağlantı kuramıyorum. Kafası kesilmiş erkek cesedinin otobanın ortasına atıldığı ve sürücünün yol üstünde bir şey gördüğünde çarpmamak veya üzerinden geçmemek için direksiyonu kırdığı ve korkuluklara daldığı ihtimali kafamda daha bir yerli yerine oturuyor.

Ama tüm bu ihtimaller üzerinde daha fazla düşünmek yerine, o midemi ağzıma getiren, kanımı çeken imajdan uzaklaşmaya, zihnimde tasarladığım kurguları yine zihnimin en ücra köşelerine atmaya çalışıyorum. O sırada arkadaşım gözlerini açıyor. Hafif fısıldar tonda “Noldu? Dışarıda bir şey mi olmuş?” diyor.

“Kaza olmuş ama geçtik galiba, birazdan yol tamamen açılır.”

Hafif alaycı ama samimi bir edayla “Günaydın bu arada. Sende de nasıl bir uykuymuş bu, hiçbir şey duymadın”, diyorum.

 “Ne yapayım, sabah 6’da kalktım. Sen uykuya dalamadın mı yine?”

“Yok.”

“Belki moladan sonra uyursun. Böyle hortlak gibi gitme ailenin yanına.” diyor.

“Bir saate yakın kaldı molaya.”

“Yok daha fazla olması lazım. Bu arada diplomalarla ilgili bir gelişme var mı?” diyor, “Hiç kontrol ettin mi e-postanı?”

“Bindiğimizden beri bakmadım. Zaten internet de doğru düzgün çekmiyor. Sisteme giriş imkansız.”

“İyi. İnşallah hemen hazırlamazlar da git gel yapmayız.”

“Teyit alıp geldik ya, öyle bir şey olursa boşuna geri dönmüş oluruz.”

03:15

Yağmur yeniden kendini gösterdi. Hızlanan yağmur, camı delmeye cesaret edercesine, hiddetli bir şekilde çarpıyor. Otobüs arada bir bizi yerimizden zıplatıyor, çünkü tekerlek üstündeki koltuklara bilet buladildik. Tekerlekler karanlık yolun ıslak zemininde kayıverirken, otoban şeridinin ardındaki uyuklayan şehri seçebiliyorum. Tek tük apartmanlar, birkaç müstakil ev. Hemen yanıbaşında bir fabrika ve fabrikadan çıkan dumanlar. Şehrin ışıkları bir gidip bir geliyor ; uzaklarda titreşen alev topları gibiler ama kaybolmaları çok uzun sürmüyor.

Buğulu, ıslak camın ardından, yarı uyuklar, yarı halüsinatif bir halde, o ıssız tek tük binalarda yaşayan, şu an uykuya dalmış veya dalmak üzere olan insanları düşünüyorum. Otobüslerin, devasa kamyonların ve iş makinelerinin vızır vızır geçtiği bu otobanın yanı başında, sanki oyulmuş bir çukurun içine inşa edilmiş gibi duran bu tuhaf şehirde yaşamak nasıl bir his diye merak ediyorum.

Dev fabrika bacalarının yanı başındaki bu endüstriyel yerleşmede yaşarsam ciğerlerim zehirli gaz ve isle dolup taşacakmış gibi bir düşünce geçiyor aklımdan. Manzara yavaş yavaş kaybolmaya, seçilemeyen bir siluet bulutu olmaya başlıyor.  Yol altımızdan kayarken, muavinin uyumak için hemen yan tarafımızdaki ikili boş koltuğa kıvrıldığını farkediyorum. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını koltuk kolluklarının altındaki boş kısımdan hafifçe dışarı çıkarıyor. Koridor tarafında oturan arkadaşımın bu manzarayı görünce nasıl bir tepki vereceğini adım gibi biliyorum.

04:11

Fakültede koskoca dört yıl, kuş uçuşu misali geçip gidiveren dört yıl. Yine geride bıraktığım onca acı ve tatlı anıya gidiyor aklım. Zihnim zamanda geriye dönüşlerle dolup taşmaya meyilli bu gece. Ama o anıları , otobüse biner binmez İzmir’de bırakmadığımı, kafamın içinde masa tenisi oynar gibi gitgeller eşliğinde döndürüp duracağımı biliyorum. Zaten neden bırakayım diyorum kendi kendime. Aklıma arkadaşımla yüksek lisans ve doktora için okula tekrardan dönmek istediğimizi konuştuğumuz geliyor.

Gözlerimden uyku akarken hüzünleniyorum. Derya ile ilk tanışmamız, yurttaki sabır sınavlarımız, ev bulmak için çektiğimiz çile, kavgalar, tanışmalar, yeni buluşmalar, ilk öpücükler, sırnaşmalar, hocalarla gidilen etkinlikler,  ardı ardına dizilen ders slaytları, masamın üzerinde birikmiş ödev cdleri, kütüphanede yer bulamayış ve sıra beklemeler, annemin birden nükseden hastalığı, iki şehir arası mekik dokumalarım, derslerden uzaklaşmalar, çevrimiçi dersler, bitmek bilmeyen otobüs yolculukları, muavinin hep aynı marka keki dağıtışı ve her seferinde ağızda kekremsi bir tat bırakması ve yarısını bile bitiremeden çöpe atmam…

Hepsi birbirinin içine geçip ufalanıyor, yoğruluyor ve sıkıştırılmış bir bellek kılığında beynimdeki varlığını ispatlıyor. Uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken, kendimi zihnimde huzursuz bir gezinti yapmaya zorladığımı farkediyorum. Başımın ne kadar ağrıdığını ve uykusuzluktan dayanamayacak noktaya geldiğimi… Ama biliyorum, eğer gözlerimi kapatırsam tekrardan o uğursuz, sinsi boşluğun içine düşeceğim. Üstelik yağmur bu kadar hızlanmışken ve otobüs asfaltın üzerinde serbestçe süzülürken, kendimi belirsizliğin içine atmaya çekiniyorum. Başımın üstünde üfleyen havalandırmayı kapatmaya gidiyor elim. Gözüm çaprazımızdaki koltuğa monte edilmiş ufacık ekranda oynayan çizgi filme takılıyor. Yolcu horlayıp duruyor.

04:42

Şimdi tamamen düştüm. Otobüs şoförü hızı artırıyor. Yağmur öyle hızlanmış ki sele dönüşmüş. Biz seli delip deşermişçesine ilerliyoruz. Birden tekerlekler, bir oyuncak arabanınkiler gibi yuvalarından fırlıyor. Başımı yana çevirdiğimde koltukta oturan Derya’yı değil, annemi görüyorum. Otobüs korkuluklara  dalıp tamamen paramparça oluyor. Sanki üstten kuvvetli ve heybetli bir güç, aracın gövdesini metal kola kutusunu elle ezermiş gibi eziyor, kat kat oluyoruz, tüm otobüs incecik metal bir tabakaya dönüşüyor.

O sırada asfaltta yuvarlanıveren kopuk bir kafa görüyorum. Gözleri, oyulmuş gibi, varla yok arasında. Sonra boyundan aşağısını görüyorum, ama bu sefer ne yağmur var ne de bir ışık. Karaltıdan zar zor seçiliyor. Titreyerek uyanıyorum. Otobüs şoförü tok sesiyle mikrofonla molanın duyurusunu yapıyor. Tam 40 dakika mola yerinde bekleyeceğimizi söylüyor.

05:06

“Kimdi arayan?” diye soruyor arkadaşım. Elindeki sigarayı ağzına götürüyor.

“Babam. Özledik diyor. Bu saate kadar beklemişler. Yatın uyuyun dedim. İlle kapıda karşılayacaklar.”

“Söyleseydin gecikmeli geleceğiz diye. Normalden daha fazla uzadı bu sefer.” Dumanı sağına doğru üflüyor. Gözleri hafif şişmiş, uyku gözleri bunlar.

“Söyledim. Neyse, sen aç mısın? Büfeden yiyecek içecek bir şeyler alalım, az kaldı kalkışa. Boğazım kurudu.”

Yağmur dinmiş ama hava buz kesiyor. Şapkam olmadığı için kulaklarım donmuş vaziyette.  Havayı içime çekerken dudaklarım ve dişlerim de donuyormuş gibi hissediyorum. Pantolonumun altından bacaklarımın üst kısmı kaşınıyor. Tırnaklarımla kaşıntıyı dindirirken sızlıyorlar. Bacaklarım soğuk havalarda oldum olası kaşınır ve sızlar.

Su birikintilerine basmamaya çalışarak büfeye doğru yürüyoruz. Mola yerinin biraz ilerisinde birkaç köpeğin havladığını duyuyoruz. Bıçak gibi kesen havaya rağmen uyku sersemliği hala üzerimde. Birkaç dakikalık uykunun kafamı toparlamama yetmediği aşikar. Beynim zonkluyor. Belki birkaç dakika, belki de yarım saatti. Ama tek bildiğim o süre içerisinde kabuslarla nefret edercesine haşır neşir olduğumdu.

Sandviçleri alıp tekrardan otobüse yöneliyoruz. Montun fermuarını çeneme kadar çekiyorum. Köpeklerin havlamaları tüm mola alanında yankılanmaya devam ediyor.

05:45

“Az önce çok kötü bir şey oldu.” diyor Derya. Ağlamaklı konuşuyor.

“Ne oldu yahu?”

“Şimdi e-postamı kontrol ettim. Bizim diplomalar hazırmış meğer.”

“Nasıl yani?” diyorum. “Bilmiyorum, telefonda daha hazır değil dediler. Şimdi de gelip alabilirsiniz diye yazmışlar.”

Arkadaşımın yüzü başına kaynar sular dökülmüş gibi abartılı bir ifadeye bürünüyor.

“Böyle gerizekalılık olmaz.”

“Neyse ne. Haftaya gider alırız, acelesi yok.”

“8 saatlik yolu yarın tekrar mı çekeceğim ben?”

“Niye yarın? Hemen geri dönmene ne gerek var?”

“Şu anda boşuna bindik biz.” diyor. 

“Ya ne yapacaktık başka? Evi boşalttık, ev sahibine haber verdik.” diyorum.

“Şu anda yapacak bir şey yok artık, abartma.”

“Benim almam lazım diplomayı.” Uflayıp puflamalar başlıyor. İçten içe talihsizliğimize yanıyorum ama onun kadar sorun etmiyorum.

“Hem tekrar geldiğimizde bir de otel parası çıkacak başımıza. Dışarıda kalacak halimiz yok ya.”

Cevap vermiyorum. Telefonumu açıp ağır aksak internete bağlanıyorum. Öğlen saatlerinde aynı e-postanın bana da gönderildiğini görüyorum. Otobüse binmeden bir saat önce. Araç, yoldaki çizgilerin üzerinde belli bir düzen dahilinde ilerliyor. Kendimi oyalamak için o çizgileri tek tek saymaya yelteniyorum ama bu işin sonu gelmeyeceği için hemen karar değiştirip vazgeçiyorum.

07:04

Muavin bagajı açıp bavulları rastgele fırlatıyor. Yolcu hengamesinin arasından sıyrılıp benimkini seçebildiğim gibi elimle kavrıyorum.

“Sen taksiyle mi metroyla mı döneceksin?” diye soruyorum.

“Metroyla dönerim. Sen şanslısın evin yürüme mesafesinde.” Yorgunluk gözlerinden okunuyor. İkimizin de mutsuzluğu soğuk havada cisimlenip somut bir nesneye dönüşüyor ve üzerimizde sallanıyor sanki. Yarım ağızla vedalaşıyoruz. Arkamdan bavulunun tekerlek sesi geliyor. İnsanlar yeni yeni güne uyanıyor. Ardımda bıraktığım gecenin güç bela soluyan kasvetli havasından çıkıp, otobüs garının is kokulu kirli havasını ciğerlerime çekiyorum.

Kuşların ötüşü, otobüsün gürültüsünden iyice hassaslaşmış kulaklarımı sızlatıyor. Sürüklediğim bavulumun tekerlek sesleri bomboş sokaklarda yankılanıyor. Sanki evlerinde uyuyanlar bu ses yüzünden birden uyanıp cama koşacak düşüncesine kapılıyorum. Evime doğru uzanan yokuşa doğru tırmanıyorum. Bir an önce yatağıma kavuşup gözlerimi güvenle kapatmak için dakikaları sayıyorum.

edebiyathaber.net (16 Mart 2024)

Yorum yapın