Öykü: Bekçi | Sema Öztürk

Ocak 18, 2025

Öykü: Bekçi | Sema Öztürk

Buraya getirildiğim günü çok iyi hatırlıyorum. Yaşlı olabilirim evet ama aklım hâlâ yerinde.
Buz gibi soğuk bir gündü. Boylu boyunca kamyonetin arkasına yatırılmıştım. Gövdem metal kasaya dayanmış, vidalarım hafifçe gevşemişti. Hava buz gibi soğuktu. Kamyonetin açık kasasında, rüzgârın her esişinde gövdemde ince bir sızı hissediyordum. Metal tabanın soğuğu, beni olduğum yerden içine çekiyormuş gibiydi. Yol boyunca sarsıldım, rüzgâr bir an bile peşimi bırakmayacakmış gibi üzerimde dolandı. Nereye götürüldüğümü bilmiyordum. Öylesine gidiyordum işte. Çukurlu yollar boyunca sarsıldım. Karanlık yaklaşıyordu.

Bir süre sonra sallantı durdu. Kamyonun motoru henüz susmamıştı. Kapılar açılıp kapandı; ayak seslerini duydum, beni nasıl indireceklerini, nasıl hareket edeceklerini planladıklarını işittim. Sabırla bekledim. Sonunda arka kapı açıldı, bir vinç beni yavaşça indirdi, sonra yukarı kaldırdı. Gövdemin ağır olduğunu biliyordum ama bu titiz eller dikkatliydi. Ayaklarım, taze açılmış çukura yerleştirildi. Ardından buz gibi beton döküldü. O an, sanki toprağa kök salıyormuş gibi hissettim. Yerime yerleşirken hafifçe sallandım, ama vidalar sıkıldı, teller gerildi, bağlantılar tamamlandı; artık buradaydım, dimdik ayakta. Birkaç kez silkeleyip, sallayıp sağlamlığımdan emin oldular. Bir ağaç gibi köklerim yoktu belki ama bu mahallenin demirbaşı olmuştum artık.

Ustalar, eldivenlerinin üzerine bulaşan tozu silkeleyip bir an soluklandılar.
“Oldu bu iş,” dedi içlerinden biri.
“Çok da zor olmadı. Zorlamadı bizi. Tereyağından kıl çeker gibi yerleştirdik.”

Alınlarındaki teri silerken, gözlerini kısıp bana, yukarıya baktılar. Hep birlikte gülümsüyorlardı. Bence büyük bir iş başarmışlardı. Yüzlerindeki ferahlık ve neşe, gün boyu süren yorgunluğu geride bırakıyordu. Birbirlerinin sırtına hafifçe vurarak, “Tamamdır,” der gibi bakıştılar. Sonra oldukları yerde bir an durup nefes aldılar. Gün batımının turuncuya çalan aydınlığı, yüzlerindeki yorgunluğu daha da belirginleştiriyordu. Sağlamlığım, günün sonunda dinlenmeyi hak ettiklerinin bir işaretiydi. Ben, yuvamda karanlığı delmek için sabırsızlanıyordum. Gövdemde dolaşan elektrik kablolarının titreşimini duyuyor, asılı duracak ışığımın yakında yanacağını hissediyordum.

Etrafta kalan moloz parçalarını topladılar. Kamyona binip uzaklaştılar; arkasına bakmadı hiçbiri. Onlar için sıradan bir işti belki ama benim için ilk adımımdı. Çocukların sesini duyunca heyecanlandım. Sokağın çocukları yanıma yaklaşıp önce sessizce izlediler, beni baştan aşağı süzdüler, etrafımda döndüler, üzerine hafifçe vurdular. Sallamaya çalıştılar. Dimdik duruyordum. Meraklı bakışlarla boyumu ölçmeye çabaladılar. Gözlerini kısarak bakıyorlardı. İçlerinden biri, elini gözlerine siper edip hayranlıkla fısıldadı:
“Vaav!.. Ne kadar büyük bir sokak lâmbası! İnsandan daha büyük, tıpkı bir dev gibi…”

Dönüp arkadaşına baktı, iki elini beline koydu:
“Sence kaç metredir?”
“Bilmem, elli vardır herhalde.”
“Seksen metredir bu.”
“Yok be, abartma! O kadar da değil. Olsa olsa otuz beş, kırk metre.”

Aralarındaki küçük çekişme kısa sürede iddiaya dönüştü:
“İddiaya girelim mi? Yarın yine gelecekmiş ustalar, kontrol edeceklermiş. Sorarız.”
“Tamam len! Neyine, hadi söyle, neyine? Çakını alırım.”
“Vermeyen…!”

Küçük parmaklarını birbirlerine uzatıp havada hızlı hızlı salladılar. Bir başka çocuk gıptayla ekledi:
“Kimse buna tırmanamaz, babam bile.”

Gözleri kocaman açılmıştı; sanki bana bakınca göğe bakıyorlarmış gibi bir hisle konuşuyorlardı. O an anladım: Bu çocuklar için ben sadece bir sokak lâmbası değildim. Onların gözünde göğe uzanan, tırmanamayacakları ama tepelerinde duracak bir devdim. Sonra hepsi dağıldı. Kahkahalar ve hızlı adımlar bir anda derin bir sessizliğe dönüştü. Yalnız rüzgâr kaldı. Tellerimi hafifçe titretiyor, bazen canımı acıtıyor, bazen de dokunup geçiyordu.

Akşamın karanlığı basınca ilk ışığımı yaktım. Çok parlaktı, çok güçlüydü ve ben çok hevesliydim. Genç bir sokak lâmbasıydım. Bu gücün içinde tuhaf bir heyecan vardı. Sokağın kaldırımları, yol, sağımda solumdaki evlerin bahçeleri bir anda karanlıktan uyandı, sanki bir aydınlık denizine dönüştü. Sonra yavaş yavaş insanlar önümden geçmeye başladı. Parlak ışığım, onların adımlarını güvenle atmasını istercesine daha da harlandı.

Derken bir adam geldi. Yolun ortasında bir an durdu, başını kaldırıp bana baktı. Yüzünde şaşkınlık vardı; eski bir dostun yerine başka birini bulunca yaşanan o gariplik gibi. Sanki o bakışta bir kırgınlık gizliydi. Ne yapacağımı bilemedim. Adam usulca mırıldandı:
“Hımm, eskisini sökmüşler demek.”

İçimi hüzün kapladı. Benden önce burada kim vardı? Kimleri aydınlatmış, nelere tanıklık etmişti? Ben şimdi bu sokağın yeni bekçisiydim ama başkasının yerine dikilmiş olmanın ağırlığı da vardı üzerimde.

Başımın üzerinde yıldızlar parlıyordu. Etraf sessiz, soğuksa bir örtü gibi sarmıştı beni. Gölgeler duvarlarda kıpırdıyor, ışığımın sıcaklığı yıldızların soğuk ışıltısıyla yarışıyordu. Karanlık bu mahalleye artık kolay kolay sokulamayacaktı. Buraya ait olduğumu hissettim ve her bir köşeyi ışığımla sarıp sarmalayacağıma söz verdim. Bu benim görevimdi.

Bir kedi, çöp kutusunun arkasından çıkıp bana doğru baktı. Birbirimizi ilk kez görüyorduk. “Sen de kimsin, ne işin var burada?” der gibi durdu. Işığımdan ürkmüş olabilirdi; karanlığın görünmez kollarında kendini daha güvende hissediyor olmalıydı. Işığımla görünür olmak, onu tehlikelere maruz bırakabilirdi. Belki de terk edilmişti, belki bir evin sıcaklığını yitirmişti. Ürkmüş gibi kulağını geriye yatırdı ama kaçmadı. Ağır adımlarla bana biraz daha yaklaştı. Başını hafifçe sağa eğip miyavladı; bir soru gibiydi, bir anlaşma talebi belki. Sadece onu izliyordum. Ardından hızlı adımlarla evin kapısına doğru gitti ve yırtık pırtık bir sandalyeye çıktı. Bir süre etrafına bakındıktan sonra kıvrılıp yattı. Kim bilir ne kadar zamandır oraya sığınıyordu. Belki de ilk kez bu kadar parlak, hevesli bir ışığın altındaydı.

Huzurlu görünüyordu. Gözbebekleri ışığımla parladı. “Artık korkmak yok,” dedim içimden. “Ben varım bu sokakta, tüm ışığımla ve heybetimle. Sakın korkma!”

Rüzgâr sokak arasında uğuldayarak eserken, uzaktan bir köpek belirdi. Sessizce ilerledi, önce çöp konteynerine yaklaştı. Burnunu havaya kaldırdı, sonra huysuz bir havlamayla eteğini silktiği hayali bir gölgeyi kovalıyormuş gibi kıvrıldı. Işığımı tutan direğimin dibine gelince durdu. Gözleri parlıyordu; kim bilir eskiden nerede dolaşmış, kimlerin dikkatini çekmiş, hangi kapıların önünde yatmıştı. Belki karnı açtı, belki sadece biraz sıcaklık istiyordu. Ne geceye sığınabiliyor ne de gündüzün telaşına karışabiliyordu. Korkuyordu. Şehrin dar sokaklarında yaşamaya çabalıyordu. Titrek bir kuyruk salladıktan sonra etrafımda bir tur attı. Yorgun adımlarla, başını hafif eğip sokağın ortasına doğru yürüdü. Hava iyice soğumuştu. Tüylerini kabarttı. Büyük bir yalnızlık içindeydi. Ne yapabilirdim ki onun için? Ben sadece bir sokak lâmbasıydım. Yine de bildiğim tek şeyi yaptım: ışığımla onu aydınlattım. Görünsün, korkmasın, gölgesini kaybetmesin. Gölge bir canlının en iyi arkadaşıdır. Sessizdir, ama asla yalnız bırakmaz; döner dolaşır, ışığın düştüğü her yerde yeniden belirir. İnsanın içindeki yalnızlığı bile alır, çünkü varlığının kanıtıdır: Ayak izinin, bedeninin, tüm hâlinin yansımasıdır. Ne olursa olsun, senden önce kaybolmaz; ışık varsa, gölgen de vardır. Gölgen varsa, sen de varsın.

Siz insanlar… Evlerinizde, sıcacık yataklarınızda gözlerinizi kapattığınızda dünyanın da sizinle birlikte durduğunu sanırsınız bazen. Perdelerinizi çekip lambalarınızı söndürür, dışarıdaki karanlığın sessizliğe gömüldüğünü düşünürsünüz. Güvende ve huzurlu hissedersiniz. Oysa ben, bütün gece boyunca sokakta kalanların, orada yaşamaya çalışanların hikâyesine tanıklık ederim. Her şeyin tek şahidiyim; kimsenin görmediğini, işitmediğini duyarım. Siz uyurken sokak uyanıktır. Kaldırım taşları, paslı banklar, yarısı kırılmış duvarlar, tellerime tünemiş kuşlar gecenin soluk nefesini hisseder. Mazgallar, sokağın tüm sırlarını saklayan karanlık ağızlarıdır. Sıcaktan, soğuktan, açlıktan, yalnızlıktan nasibini alanların huzursuz nefesini duyarım. Hiç kimsenin görmediği bir kedi, bir köpek, sığınacak yer arayan bir insan, bir gölge… Hepsi gecenin derinliklerinde kendi küçük mücadelelerini verir. Gece, gündüzden daha gerçektir. Çünkü kalabalık çekilince gerçek hayatın sesi yükselir. Kaldırımlarda duyulan ayak sesleri, bir duvar dibine sokulan ince bir bedenin titremesi, çöp kutusunun başındaki sessiz bir açlık… Bazen son bir nefes, bazen kuytuda taze bir nefes… Ve ben, ışığımla bunları sakince aydınlatırken kendi kendime “Hayat sürüyor, sakin ol,” derim. Bu sokakta ne çok hikâye bitiyor, ne çok hayat başlıyor bir bilseniz.

Belki siz bunları görmüyorsunuz ama karanlıkta büyüyen, karanlığı ve aydınlığı kendine yuva edinmiş o sesler asla susmuyor. Işığım, onların bitmeyen arayışına eşlik ediyor. Yorgun bir beden, gövdeme yaslanınca hissederim; nefes almak için küçücük bir umuda bile ihtiyaç var.

Sokak lâmbası olmak hiç kolay değil. Her şeyin şahidi olup müdahale edememek, izlemek ve susmak zorunda kalmak… Oysa konuşabilmeyi isterdim. Kaldırımda oturup başını dizlerine gömen o genç adama “Geçecek,” demek isterdim. Işığımda kıvrılıp yatan sokak kedisine “Burada güvendesin,” diye fısıldamayı, birbirlerine sırt çevirip uzaklaşan insanlara “Bir kez daha deneyin,” demeyi… Yanımdan ağlayarak geçip giden genç kadına “Ağlama, değmez,” diyebilmeyi… Bir köşede titreyen sokak çocuğuna “Burada bekle, belki biri gelir,” ya da yapayalnız birine “Yalnız değilsin, bak buradayım,” demeyi isterdim. Ama bunu yapamam. Işığım var, kelimelerim yok. Gökyüzünün altında suskun bir tanık olarak kalırım.

“Bir sokak lâmbasıyla kim konuşur ki?” demeyin. Geçmişe baktığımda hep Hanife Teyze’yi hatırlarım. Akşamları ortalık sakinleşince yanıma oturur, taş duvarın üstüne kurulurdu. Bir sigara yakar, dumanını bana doğru üfler, susarak anlatırdı. İçindeki derin yorgunluğu hissederdim. Bir akşam, bana dedi ki:
“Sen de yoruldun, Işığın, benim ışığım gibi günbegün eksilecek. Başka çaremiz yok, ikimiz de yanmaya mecburuz. Yandıkça tükeneceksin. Ben öyle tükeniyorum. Rüzgâra karşı direnen bir mum gibi… Ya bir el söndürecek, ya da yana yana biteceğiz.”

Yıllar geçti. Lâmbamın altından kimler geldi, kimler geçti… Evler, insanlar, yollar değişti. Hanife Teyze de gitti. Geceydi. Evinin her tarafından dumanlar çıkıyordu oluk oluk. Bağırsam sesim yoktu. Sokaktan geçenler gördü. Battaniyeye sarılı bedenini evinden çıkardılar. İtfaiyeciler, onu koltuğunda hareketsiz bulmuş. Uyurken, elindeki sigara düşmüş, her şey alev almış. Dumandan boğulmuş. Gidişi, tam da dediği gibi olmuştu.

Şimdiyse sıra bende sanırım. Bazı geceler ışığım sönüyor, sokağım karanlığa gömülüyor. İnsanlar “Kaldırın şunu, götürün artık,” diye şikâyet ediyorlar. Adamlar geliyor, gidiyor; ışığım bir açılıyor, bir kapanıyor. Tellerimden cızırtılar yükseliyor, gövdeme doğru büyük bir ısı yayılıyor. “Başımıza belâ olacak bu sokak lâmbası!” diye haykırıyorlar yol ortasında. Çok şaşkın ve üzgünüm.

O gece ışığımı son kez var gücümle yaktım.
Ertesi gün akşamüstü bir kamyonet geldi. Çelik bir kol, beni kucaklar gibi sardı. Ne olduğunu anlamadım. Son kez sokağa bakmak istedim, ama olmadı; başım metal tabana sıkışmıştı. Ne çok şey gördüm burada: korkular, düş kırıklıkları, sessiz sevinçler, fısıltılar, ölümler, doğumlar…

Motor sesiyle birlikte sokak geride kalırken, usulca gözlerimi kapadım.

edebiyathaber.net (18 Ocak 2025)

Yorum yapın