Öykü: Atölyesiz kaldım | Ayşen Göreleli

Aralık 6, 2025

Öykü: Atölyesiz kaldım | Ayşen Göreleli

Bomboş bir çölde yönümü şaşırmış gibiydim. Annemi kaybettiğimden beri böyle olmuştum. Kimim kimsem yoktu. Bundan sonra nasıl yaşayacaktım? Havası kaçmış uçan balon gibi sönüvermiştim. Çocukluk arkadaşım Ayşe, başsağlığına geldiğinde halimi gördü. Katıldığı bir kurstan söz etti. Şimdiye kadar annemin uygun gördüğü her kursa katılmıştım. Biçki dikiş, makrome, iğne oyası, ahşap boyama, pastacılık, diksiyon… Böylesine hiç gitmemiştim. Hocalarının Sözcük İşliği dediği kursta okuyup yazıyorlarmış. Ayşe eskiden de böyleydi, nerede antin kuntin bir iş var, o oradaydı. Güldüm. “Kız Ayşe, biz okumayı, yazmayı ilkokulda sökmedik mi?” dedim. Bu öyle değilmiş. “Mücellacığım, gel ve gör!” dedi. Israr, kıyamet… Kabul etmeyip ne yapacaktım? Çok yalnızdım.

Meğer bu kurslar her derde devaymış. O güne kadar yalnızca annemin eskiden okuduğu romanları okumuştum. Öykü okumayı pek sevmiyordum. Hep bir yarım kalmışlık duygusu veriyordu bana. Meğer öyküdeki o yarım kalmışlık iyi bir şeymiş. Okuru aktif kılıyormuş. Hocamız, kır saçlı, etkileyici sesiyle çok hoş öykü, şiir okuyan kibar bir beyefendi. Kelime yerine sözcük, cümle yerine tümce, hayat yerine yaşam, tercih etmek yerine yeğlemek gibi eski ya da başka dillerden dilimize geçen kelimeler yerine Türkçe kökenli sözcükleri kullanmaya özen gösteren bir edebiyatçı. Elimize ne geçerse okumak yerine de seçerek okumamızı salık veriyordu. Aynı zamanda okumadan yazılamayacağını da… Ondan çok şey öğrendim. Okumalarım, konuşmam değişmeye başladı. Yazmaya da çok kafa yordum. Bitiremesem de başladım birkaç defa. Başlığı konulmuş ya da ilk cümleleri yazılmış metin yazma girişimlerim oldu. Esendal’ı, Sait Faik’i, Çehov’u, daha birçoklarını okudukça öyküye gönül verdim. Keşke hocamız şehrimizden taşınmak zorunda kalmasaydı da dersleri sürseydi. Her güzel şey gibi o da bitti. Edebiyat atölyelerine katılma maceram işte böyle başladı.

Ben de yazmak istiyordum ama farklı yazarları okudukça, beğendikçe kendime güvenim kırılıyordu. Olsun, belki bir gün yazardım. Önemli olan edebiyattan kopmamaktı. Kitap fuarlarını, öykü günlerini, edebiyat dergilerini takip etmeye başladım. Yeni birçok atölye açılıyordu çoğunlukla yazarlar tarafından. Birisi, “Ben falanca atölyeye katıldım, dergilerde öykülerim çıkıyor,” bir başkası, “Filanca atölyeye devam ettim, kitabım çıktı,” demeyegörsün hemen oralara da katılıyordum. Neyse ki atölye çoktu. Elbet birisi yazdıracaktı bana. Acelem yoktu. Çok okumalı, kuramsal bilgiler de edinmeliydi. Arada yazmayı da deniyordum. Hazır olduğumda, günü geldiğinde ben de yazacaktım.

Bazılarının adını yanlış hatırlıyor olabilirim ama o atölye senin, bu atölye benim gezmeye başladım. Bütün hocalardan derin bilgiler alıyordum. Derin demişken aklıma geldi. Bir atölye vardı hem de ücretsiz, birinci dersinde bir saat katlanabildiğim. Anlattıkları değil ama anlatan derin hocaymış meğer. Bize şeytani ve rahmani hikayeler anlatan, Münkir ile Nekir’den kıssalar ve hisselerden söz eden, üniversitenin birinde -bence ilahiyat fakültesinde- hoca olduğunu söyleyen biri, dedikleriyle ödümü kopardı. Çok şükür anlattıklarının edebiyatla ilgisi yoktu da okumaktan, yazmaya çalışmaktan korkmadım. Arkama bakmadan kaçtım oradan.

Bir başka atölyedeki hoca “Öykü kusarak değil, susarak yazılır,” sözünü şiar edinmişti. Bize metinlerinizi fazlalıklardan arındırmamızı salık verirken devamlı “Az, çoktur,” diyordu. Metinleri sadeleştirmeyi çok iyi öğrendik, sağ olsun. Ne okursak okuyalım elimizde bir kırmızı kalem varmış gibi, bırakın cümlelerin, paragrafların, gereksiz bir virgülün bile üzerini çiziyorduk. Bir gün beni öyle yüreklendirdi ki tam öykü olamasa da anı öykü arası bir metin yazdım derste. Hem de bir buçuk sayfa. Çok heyecanlandım. Sesim titreyerek okudum. Hoca eline kırmızı kalemi aldı. Yazdıklarımı çizdi, çizdi, bir cümle bıraktı. “İlk denemen için gayet güzel,” dedi. Uzun süre ne denedim ne de niyet ettim. “Demek daha erken,” dedim.

Bir Ters Bir Düz Mühendislik-Yazma Atölyesi’ne gittiğimde kafam iyice karıştı. Sayısalcı mı olacaktık, yoksa sözelci mi?

Tek Paragraf Bile Yeter Atölyesi’nde, neredeyse vaz geçecektim yazma denemelerimden. Nasıl bulacaktım ki öyle sıkı bir paragrafı, kâğıdı sallayınca tek bir harfin bile yere düşmeyeceği anlatımı?

Üç Beş Dakika Atölyesi’nde, kalemi kâğıttan hiç kaldırmadan aklımıza gelenleri tam üç ya da beş dakikada yazdık. Beş dakikada üç cümle bile yazamadım. Öykü o kadar basit bir şey mi de o kadar az sürede, üstelik aklımıza gelenlerle yazılabilirdi?

En Garantili Yazarlık Atölyesi’ndeki sınıfların adını okuyunca başlamadan ayrıldım oradan. Hayatım Roman Sınıfı, Hayallerin Aşkın ve Ben Sınıfı, İnternet Yazışmalarından Öykü Yap Sınıfı, Rüyalar Gerçek Olsa Sınıfı…

Rüyalarımızı Yazıyoruz Atölyesi iyiydi ama. Ona gittim işte. Rüyalarımı yazmam iyi geldi bana. Öykü yazamasam da rüyalarımızın bilimsel anlamlarını, ileride yazacaklarımda rüyalara nasıl yer verebileceğimi öğrendim. Belki de ileride öykü yerine rüya yorumlama kitabı yazabilirim.

Edebiyatın Edebi Atölyesi’ndeyse ahlak dersleri veriliyordu yalnızca. Bir de ahlaksız edebiyatçılardan söz ediyorlardı. Çabuk sıyırdım yakamı oradan da.

Çocuktan Al Haberi Atölyesi’nde masallara bir göz attım. İçimdeki çocuğun fazla büyüdüğüne kanaat getirdiğimden çocuklara yazamadım. Notlar aldım. Bir defter dolusu hem de.

Atölye atölye geziyor, kimisinde uzun süre kalıyor kimisinden çabuk kaçıyordum. Müthiş bir kitaplık kurmuştum evimde. Yeri geldikçe okuyordum bir bir. Seçici okumalar yapabiliyor, konuya komşuya kitap önerisinde bulunabiliyordum. Kitaplığın bir rafını boş bıraktım. Belli mi olur, bir gün benim yazdığım kitaplar orayı doldurabilirdi. Yalnız, önce yazmak gerekiyordu. Zaten bütün çabam bunun içindi. Bu arada canım arkadaşım Ayşe’nin bir kitabı çıkmıştı. İmza günlerinde baş yardımcısı bendim. Ona minnet duyuyordum, beni bu dünyayla tanıştırdığı için. Ayrıca işin bu tanıtım kısımlarını da öğrenmeliydim. Yarın öbür gün… Bir kitabım basılsa… Düşünmesi bile ayaklarımı yerden kesiyordu.

Bilincin Akışkanlığı, Gogol’ün Paltosu, Çehov’un Duvardaki Silahı atölyelerine de gittim. Her atölyede defterler dolduruyordum. Hocalarının ağzından çıkan her sözü yazmaya çalışan inek öğrencilere döndüm. Kitaplıktaki boş rafa şimdilik defterlerimi diziyordum. Bir gün oraya kitaplarımı da yerleştireceğim inancımı hiç kaybetmiyordum. “Ha gayret Mücella, az kaldı, dananın kuyruğu yakında kopacak,” diyordum kendi kendime. Ayşe de inanıyordu bana.

Sonunda, Bir Yazarınız Olmalı Atölyesi’yle kesişti yolum. Ayşe bulmuş orayı. Kendisinin kitabı çıktığı halde o da öğrenmeyi sürdürüyordu. Daha önce edebiyatla, yazmayla ilgili kitaplarını da okuduğum bir yazardı hocamız. Evinin hemen yakınında, içini kitaplarla doldurduğu, her odasında yazı masasının da bulunduğu bir yazma evi vardı. Duvarlardan birinde, yazdığı veya okuduğu her kitap için tuttuğu defterlerini koyduğu raflar sıralıymış. Bir sürü defter aldım. Kimine anahtar sözcüklerimi, benim için anlamlarını, kimine okuduğum her kitapla ilgili tuttuğum notları yazdığım, kimineyse yine hocanın ağzından çıkan her lafı geçirdiğim defterlerim… Bir o kadar da renk renk, boy boy kalem ve diğer kırtasiye malzemelerim vardı. Her gün onları düzene sokmam epeyce zamanımı alıyordu. Bu hocamız da ilk atölye öğretmenime benziyordu bazı bakımlardan. İkisinin de edebiyata adanmış yaşamları vardı. İlki “Ben size yazarlık öğretmiyorum, sadece deneyimlerimi paylaşıyorum,” derdi. Bu hocamız da mırıl mırıl günlük yaşamını anlatıyordu bize. “Ekmek fırından, sebze meyve pazardan, et kasaptan alınır. Bunların hiçbiri marketten alınmaz,” diyor, bu alışverişler sırasında oralarda çalışan insanlarla kurduğu ilişkileri, izlenimlerini anlatıyordu. Okuduğu kitaplardan, yazdıklarından da söz ediyordu. Bu arada sanki bize yazma aşısı yapıyordu. Herkes patır patır yazıyordu. İnanılır gibi değil. Müthiş bir yol göstericiydi. Haa, ben mi? Ben de yakında yazacaktım. Başladığım, düşünmek, araştırma yapmak için yarım bıraktığım öykülerim vardı benim de.

Sonunda aradığım çalışma ortamını, hocayı bulmuştum. Kesin yazacaktım artık. Rüyalarımda ne güzel öyküler yazıyordum. Derin, katmanlı, kendini tekrar tekrar okutan öyküler… Ayşe ve birçok arkadaşın yeni kitabı basıldı bu arada. Herkese ihtiyacına göre okuması için kitaplar öneriyordu. Bana en son önerdiği yazar Cortazar’dı. Düşünün başından bugüne kadar okumada aldığım yolu! Elbette bir gün bu birikimimin meyvelerini toplayacaktım. Sabırla gayret ediyordum.

O atölye bitince hocamız uzun süre kurs yapamayacağını söyledi bize. Ne yapacaktım ben şimdi. Başka gidebileceğim bana cazip gelen bir kurs da yoktu. Nasıl geçecekti günlerim. Atölyesiz kalmıştım. Amaçsız, öylece oradan oraya savruldum. Ayşe de memleketine gitmişti. Yine yalnızdım, çok yalnız. Ne okuyacağımı ne yazacağımı ne düşüneceğimi bilmiyordum.

O sıkıntılı günlerimin birinde yolda ilkokul öğretmenimle karşılaştım. Oturup birer limonata içtik bir pastanede. “Anlat bakalım 370 Mücella, neler yapıyorsun?” deyince katıldığım kurslardan, okuduğum kitaplardan söz ettim. “Senin küçükken de kompozisyonun iyiydi. Neler yazdın bunca okumadan sonra?” diye sorunca şöyle bir düşündüm. İlk atölyeye katıldığımdan beri ne kadar çok zaman geçmişti. “Henüz bitirdiğim bir öyküm yok öğretmenim. Daha işin alfabesindeyim,” deyiverdim. Top gibi gürledi Sevin Hoca. “Ne bekliyorsun? Yaşar Kemal hangi kursa katıldı? Ya da Aziz Nesin? Ayla Kutlu? Füruzan? Oturup yazdılar. Sana ödev veriyorum. Bir hafta sonra yoklayacağım seni. Bir öykü yazmanı istiyorum. Not vereceğim, ona göre!” Ben put gibi, öğretmenimse soluksuz kalmıştı. “Tamam,” dedim cılız bir sesle. Arkasından bakakaldım.

O gece hiç uyumadım. Gün doğarken masa başında sızmışım. Uyandığımda kulaklarımda öğretmenimin sesi, kucağımdaki defterde nur topu gibi bir öyküm vardı.

Yorum yapın