Öykü: 44 Numara | Emre Haçan

Şubat 13, 2025

Öykü: 44 Numara | Emre Haçan

İnsanlar işlerinden ya da okullarından çıkıp evlerine dönerken evden ayrılıyor, işlerine ya da okullarına gittikleri gibi evimin yolunu tutuyordum. Ne o beni ne zaman görse yüzündeki alık ifadeyi gizleyemeyen yağlı saçlı Tuğrul’u, ne de iki alt kattaki balamozun muşmula suratını görmek istiyordum. Atilla Bey ile cırtlak torunu da cabası. İzmir’de üniversite kazandığı için ailesinin satın aldığı kelepir daireye yerleşen çiroz Ayten’e değinmiyorum bile. Onların da benim binadaki varlığımdan pek hoşlandıkları söylenemez zaten. Üç sene önce imza toplayıp evden attırmaya çalışmamışlar mıydı beni? Apartmana giren çıkan belli değilmiş. Güvende hissetmiyorlarmış kendilerini. Ekmek teknemi taşımak zorunda kalmıştım. Bir saatte hallolacak iş, neredeyse üç saatimi almaya başlamıştı. Giyin, süslen, taksici Mami’yi ara, Aysu Abla’nın kapakları eğri mutfak dolaplarının derinliklerinde hamam böceklerinin cirit attığı gecekondusuna gidip işin yokmuş gibi müşteriye yol tarif et bir de. Kimi evin muhitini beğenmeyip vazgeçer gelmekten, kimi türlü oyunlar çevirir. Beni elit beylere ayrıcalıklı hizmet sunan bir hanımefendi sandığını, evin muhitini öğrenince gelmek konusunda tereddüde düştüğünü söyleyip indirim yapıp yapamayacağımı sormuştu evli bir muhterem. Hepsinin köküne kibrit suyu.

Efendim, kendimi takdim etmeyi unuttum. Ben 52 yaşında, 1.86 boyunda, ince telli kestane rengi saçlarına düşen aklardan hoşnut –mekândaki kızlar boyayıverelim abla, deseler de-emekliliğine az kalmış kadife sesli Zeliha. Emeklilik, dediysem bizim piyasadan el ayak çektirilmekten bahsediyorum ayol. Devlet memuru değiliz neticede. İşin raconu böyle. Belli bir yaşa geldiğinde gözünün yaşına bakmazlar, koyarlar kapının önüne. Yıllarca mekâna kazandırdığın mangırları katmazlar hesaba. Onlar da haklı. Eskisi gibi eşlik edemiyorum yakası açık beyaz gömleklerinin düğme aralıklarından kılları fışkıran heriflere. Yolu bir şekilde buralara düşmüş körpecik Zelihalar’dan geçilmiyor ortalık hem. Onlar varken bana mı baksınlar? Sanatımı icra eder, yevmiyemi cebime koyup evimin yolunu tutarım. Eve gider gitmez doğruca banyoya girerim. Bir güzel çitilerim kendimi. Çarşıdaki aktardan aldığım tütsülerden birini yakarım evin havası değişsin diye. Topuklu ayakkabıların içinde büzüşen ayaklarımı uzattıktan sonra gözlüklerimi takıp televizyonu açar, çok konuşan ama hiçbir şey söylemeyen adamları dinlerken sızar kalırım. O adamları da merakımdan değil, aralarında tanıdığım biri var mı diye dinlerim. Masalarına uğrayıp televizyonda söylediklerini yüzlerine çarptığım vakit far görmüş tavşana dönerler. O programlardan birinde partisinin Meclis’e sunduğu yeni ahlak yasasının, çocukları Amerika’dan ithal ideolojilerden muhafaza etmeyi amaçladığını anlatmamış mıydı Berat Bey? Soluğu daha ertesi gün bizim mekânda alıp madara oluncaya dek içmişti. Cebindeki ekose desenli kravatı başına bağladığı gibi de göbek atmaya başlamıştı. Birkaç kez denedim canlı yayınlara bağlanmayı. “Şekerim, beni tanıdın mı,” demeyi düşündüm. Ya da “böyle mülayim göründüğüne bakmayın bunun, gelin, bir de bizim orada görün. Ne hınzırdır o!” dedikten hemen sonra şuh bir kahkaha patlatıp telefonu kapatmayı. Program sunucusunun yüzünün aldığı hâli, yönetmenin reklam arasına gitmek üzere biçare çırpınışını, en çok da Berat’ın oturduğu koltuğa gömülüşünü izlemek istedim. Telefonun ucundaki körpe münasip görmedi yayınlara bağlanmamı da bir sabah ülke gündeminin göz alıcı ışıklarla aydınlanan sahnesine düşüvermekten öylece kurtuldum. İyisi mi, dedim, başıma iş açmayayım. Şarkılarımı İpek Gazinosu’nun tozlu sahnesinde –sahne demeye dilim varmıyor- söylemeyi sürdüreyim.

Programım vardı o gece. Gündüzden pazara çıkıp taze fasulye almıştım. Eve gelip bir güzel ayıkladım. Üç domates rendeledim, kan kırmızı. Şarkı mırıldanmaya başladım. Mekânda okumaktan gına gelen şarkılardan birini değil de şu yeni meşhur olan genç çocuğun herkesin diline dolanan şarkısını söyledim, yarım yamalak. Yemeği ocağa koyup hazırlanmaya başladım. Yıkayıp ütüledikten sonra gardırobuma astığım zümrüt yeşili elbisemi çıkarıp aynanın karşısına geçtim. Üstüme tuttum. Yakışacağını düşünüp yatağın ucuna koydum. Gardırobun aynalı kanadı açık. Kendime bakıyorum. İçimdeki çocukla aynada gördüğüm yüz kavgaya tutuşuyorlar. Saç baş giriyorlar birbirlerine. Biri büyüklerine saygısız bir piç, diğeri küçüklerine sevgisiz bir bunak. Derken, domateslerle özdeşleşen ayşekadının kokusu sarıyor evi. Yemeğin altını yakmaktan korkup mutfağa gidiyorum. Böylelikle sıvışıyorum kavgadan. Tencerenin kapağını açıp içimi ağustos akşamlarına özgü tatlı bir esintiyle dolduran yemek kokusunu ciğerlerime çekiyorum. Mekândaki heriflerin ekşi kokusuna benzemiyor. Zil çalıyor. Kim bu münasebetsiz, diyorum. Kapıyı açmamayı düşünüyorum, ama gelenin postacı olabileceği ihtimali kararımı gözden geçirmemi sağlıyor. Kapının ardındaki her kimse lafa tutmasın beni diye kaşlarımı kaldırıp dudaklarımı büzerek kapıya yöneliyorum. Yüzüme yerleştirdiğim ifadeden acelem olduğu anlaşılır mı acaba? İyisi mi, ben gözlerimi de devirip işimi garantiye alayım. Kapıyı açıyorum. Yağlı kıvırcık saçlarının yüzünü gölgelediği alık Tuğrul. Öylece dikiliyor karşımda. “Hayırdır, ne oldu?” diyorum. “Rahatsız ettiysem kusura bakma, abla. Bir sen varsın apartmanda. Bizim evde su akmıyor da. Sende de kesik mi, diye bir sorayım, dedim.” Terslemek istiyorum, ama salonun orta yerine rastgele atılmış siyah bir kirli çorap kadar yılgın hâline acıyorum. “Yarım saat önce duştan çıktım, sen bekleyiver, kontrol edip geleyim,” dedikten sonra holü geçip mutfağa giriyorum. Musluğu açıp akan suya şöyle bir baktıktan sonra taze fasulye tenceresinin ağzını yarım örten cam kapaktan ocağa süzülen damlalarla göz göze geliyorum. Bir tas yemek vereyim şu çocuğa, diyorum. Kenarlarında lacivert çiçek desenlerinin bulunduğu çukur tabağı ağzına kadar ayşekadınla dolduruyorum. “Tuğrul, su akıyor. Az önce pişirdim, kokmuştur. Yanına pirinç pilavıyla cacık yapar, yersiniz,” diyorum. Başını öne eğiyor. Yağmur bulutlarının ardından açan güneş gibi mahcup bir tebessümle ışıyor yüzünün karanlığı. Daha önce Tuğrul’un yüzüne hiç bu kadar dikkatli bakmadığımı fark ediyorum. “Sağ ol, abla,” dedikten sonra arkasını dönüp hızla merdivenlerden aşağı inerken kapıyı hemen örtmüyorum. Sarmaşıkları andıran kirpikleriyle tabağı tuttuğu sırada gördüğüm kemikli ellerini zihnime kazıyıp da giriyorum içeri. Çabucak hazırlandıktan sonra mutfağa geçip bu sefer yassı cam tabaklardan birini alıyorum. Biraz fasulye koyuyor, üstüne de birkaç damla limon sıktıktan sonra afiyetle yiyorum. Taksici Mami’yi arayıp en geç on dakikaya apartmanın önünde olmasını söylüyorum.

Beklediğimden hızlı geliyor bu defa Mami. Arayıp sokağa girdiğini söylüyor. Eve geldiğimde temizlemesi kolay olsun diye bulaşığı lavabonun içine koyup üstüne su tutuyorum. Boy aynasında kendimi süzüp “yine yakıyorsun ortalığı Zeliha,” diyorum. Hiç şaşmaz, besmele çektikten sonra sağ ayağımla çıkarım apartmandan. Yine öyle yapıyorum. Balkonlarındaki tozlu iplere kocalarının eprimiş donlarını asan komşu kadınların hor gören bakışlarının ardındaki kıskançlıkla eğleniyorum. Saçlarımı savurup öyle biniyorum taksiye. Oturduğum koltuğun filmli camını indirip pencereyle tavan arasındaki boşluktan yukarıya şöyle bir göz gezdiriyorum. Kendiminkine değil de Tuğrullar’ın oturdukları eve. Güneş ışığına maruz kalmaktan solmuş güneşliğin ucu dalgalanıyor. Eliyle perdeyi tutan Tuğrul, gözlerini dikmiş beni kesiyor. Bu oğlanın bu saatte evde işi ne acaba, diye düşünürken telefonuma gelen bildirimin sesiyle ilgim dağılıveriyor.

“Abla, yüz yüze gelince söylemeye çekindimde bana göre bir iş varmı senin orada? Ne iş olsa yaparım. Beni işten attılar. Öyle olunca Yeşim anasına gitti.”

Tuğrul’un mesajına öfkeleniyorum başta. İş bulma kurumu muyum ben ayol, diyorum. Üç sene önce beni kapının önüne koymaya çalışanların arasında değil miydiniz siz, diye de geçiyor aklımdan. Neden sonra kapımın önündeki hâli canlanıyor gözlerimin önünde. Yelkenleri suya indirip mesajını cevaplıyorum: “Bi çaresine bakmaya çalışırız.” Şehrin caddelerini aydınlatan sokak lambaları silik birer ize dönüşürken mekâna varıyorum. Garson çocuklardan birine Hamit Abi’yi soruyorum. Odasındaymış. Bir cigara yakıp konuşacaklarımı tasarlamaya koyuluyorum. Pavyon çukurunun esaslı adamlarındandır Hamit Abi. Kaç yıllık emeğim var mekânında. Kırmaz beni. Baş parmağımla işaret parmağımın ucuna sıkıştırdığım izmariti fırlatıp içeri giriyorum. İlerleyen saatlerde şanslı günümüzdeysek ter ve kusmukla, değilsek kanla hemhal olacak beyaz sabun kokulu ahşap merdivenleri çıkıyorum. Her bir basamak, bir öncekinden daha fazla gıcırdıyor. Patronun kapısını çalıp başımı araladığım kapıdan içeri sokuyorum. Telefondaki Hamit Abi’ye bakarak “müsaade var mı,” diye fısıldıyorum. Eliyle içeri girmemi işaret ediyor. Üzerinde koyu kahve deriden sümen takımının bulunduğu –iş adamı mübarek- masanın bitişiğindeki tekli koltuğa oturuyorum. Dirseğimi masanın ucuna yaslayıp tırnaklarımdaki gül kurusu rengi ojelere bakarak oyalanıyorum. Tıknaz Hamit’in üç yıl evvel yorgun kurşuna kurban giden erkek evladının yaldızlı çerçevedeki fotoğrafıyla göz göze geliyorum. Gözlerine çöreklenen pişmanlığın dilini sivrilttiği Hamit’le bir ben baş edebiliyordum o vakit. “Yaman kadınsın Zeliha,” demişti cansız bir midyeyi andıran bedenimi, çocuğumu karşıma almak pahasına nasıl yırtıp attığımı anlattığımda. Sabaha dek demlendiğimiz akşamlarda geçmişin puslu sokaklarında dolaşıp pişmanlık kılığına bürünmüş serserilerle dövüşürdük. Öylece kaynaşıverdik de kurtuldum kapının önüne koyulmaktan işte. Telefonu kapatıyor. “Sen buraların yolunu bilir miydin kız,” diyor. Muzip bir gülümseyiş açıyor elâ gözlerinin göğünde. Ayakçı Muhsin’i arayıp iki sade Türk kahvesi sipariş ediyor. “Nasılsın abi,” diye soruyorum. “İyi diyelim, iyi olsun. Şarkılarını okuduktan sonra çekip gidiyorsun, mahrum bırakıyorsun bizi hoşsohbetinden,” diyerek cevap veriyor. “Yaşlandığımı fark etmeyesin diye gözüne görünmüyorum, fena mı yapıyorum be abi,” diyorum ben de. “Sesimle yetiniver, gudubet suratımı görüp ne yapacaksın hem,” diye ekliyorum. Keyfinin yerinde olduğu zamanlardakine özgü kahkahasını patlatıyor. Rahatlıyorum. “Sadede gel bakalım,” diyor Türk kahvesinden bir yudum aldıktan sonra. “Abi, bizim orada bir çocuk var,” diyorum. “Aşığın mı,” diye soruyor. Sazı elime alıp Hamit Abi’nin yufka yüreğindeki kabukları uzun tırnaklarımla kazımaya koyuluyorum. Tuğrul’un komşum olduğunu, kirasını ödeyemediğini, iş bulamazsa ev sahibinin onu kapı dışarı edeceğini, kapı dışarı edilirse de yeni komşuyla uğraşmak zorunda kalacağımı anlatıyorum. Tuğrul’a kefil olup olmadığımı soruyor. “Kefilim abi,” dememi beklemeden “gelsin, başlasın yarın akşam, garsona ihtiyaç var zaten,” diyor. Yevmiyelerini artırsan ihtiyaç duymazsın, diyemiyorum. Ilıyan Türk kahvemi bir dikişte bitirip programa hazırlanmak üzere kulise gidiyorum.

Kulisteki bir cigaralık sürede ağzımı viskiyle çalkalayıp dudaklarımdaki rujun üstünden geçerken Tuğrul’un taze fasulyemi beğenip beğenmediğini düşünüyorum. Mesaj yazmaya karar veriyorum: “Hamit Abi’yle konuştum. Yarın başlasın, dedi.” Telefonun sesini kısıp makyaj masasının çekmecesine kaldırıyorum. Sahneye çıkmak üzere kulisten ayrıldığım esnada bedenimi, gün batmak üzereyken evimin karşısındaki iskeleden kalkıp Körfez’de usulca süzülen son vapurun ritmine uyduruyorum. Vapurun peşine takılıp kahkahalar atan martılar kadar şenim. Gözlerimi kısıp şarkıya giriyorum. Kendimi kafaları iyiden iyiye dumanlanmaya başlamış olan seyircilerin yerine koyuyor, sahne ışıklarının parlattığı zümrüt yeşili elbisemin dalgalanışını, elbisemden taşan simli gerdanımın göz alıcı ışıltısını hayal ediyorum. Gözleri kamaşıyor kahpelerin. Salyaları akıyor heriflerin. Bir düşün cümbüşüyle keyifleniyorum. Düşümde Tuğrul’la el ele tutuşup bedenimin metruk oyun parkındaki salıncaklarda sallanıyor, kaydıraktan kayıyoruz. Sesim şarkıdaki hüznün hakkını vermekten uzak. Kör bir inançla, sağır bir coşkuyla dökülüyor sözler dudaklarımdan:

“Üşüdüm diyorsan güneş olurum
Yanarım sevginle, ateş olurum”

Gündüz vakti sokakta, hele ki çoluk çocuklarının yanında görseler ağzımla burnumun yerini değiştirmek isteyecek janti beyler, sahneden inip masalarının yamacına konmam için gözlerimin içine bakıyorlar. Şarkılarımı kendilerine doğru söylediğimde onurlanmakla kalmayıp eşlik ediyorlar. Vapur karşı kıyıdaki iskeleye yanaşmak üzere. Kan akmıyor bu gece. Olaysız dağılıyoruz. Kulise gidiyor, makyajımı temizlemeden Mami’nin yerine bakan çocuğu arıyorum. O gelene kadar ayaküstü sohbet ediyoruz garson çocuklardan biriyle. Taksi geliyor. Arka koltuğuna yerleşiyorum. Gözlerimden uyku akıyor. Sahne ardımda kaldı. Sanatçı değilim artık. Şehrin üstünden geçtiği bir yosmayım sanki. Taksiden inerken Tuğrul’u görüyorum yine, pencerenin önünde bir heykel gibi donakalmış sanki. Merdivenleri çıkarken yüreğim kazara hapsedildiği kafesten kurtulmaya çalışan asi bir güvercini andırıyor. Çantamdan anahtarı çıkarıp deliğe yerleştirdiğim esnada soğuk bir el değiyor koluma. İrkiliyorum. “Sen miydin Allah’ın cezası,” diyorum tir tir titrerken. Zar zor ayakta duruyor. Üflesem yere yığılacak. Leş gibi kokuyor bir de it. “Gel de gör ebeninkini, zift gibi kahveyi içince gelirsin kendine,” dedikten sonra kolumdan destek alarak eve girmesine müsaade ediyorum. Koltuğa oturtuyorum bir güzel. Mutfağa yönelmek istiyorum. Kolumu bırakmıyor. “Kene misin, mübarek?” diye bağırıyorum. Tıpkı pencerenin önünde durduğu zamanki gibi gözlerini bana dikip “Abla,” diyor, “44 numara topuklu ayakkabı nereden bulabilirim?”

edebiyathaber.net (13 Şubat 2025)

Yorum yapın