O kadar uzağa gidersen ziyan olursun | Didem Görkay

Ağustos 18, 2020

O kadar uzağa gidersen ziyan olursun | Didem Görkay

Ülkesinde çok sayıda prestijli ödüller alan, Anna Seghers Uluslararası Ödülü sahibi Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Türkçeye Banu Karakaş tarafından çevrilen ilk romanı “Tayga Sendromu” Yüz Kitap etiketiyle okurla buluştu. Roman, hikâye ve tarih alanlarında nitelikli yapıtlar üreten Garza, halen California San Diego Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Yaratıcı yazarlık öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

“Zamanın düz bir çizgide ilerlemediği, kullanılan puslu ve muğlak dilin gerçekliği büktüğü Tayga Sendromu, sanki başlangıçtan beri orada olan, açıklanamayan bir dehşet hissinin, ruhtaki yabanın anlatısı, gerçekle hayal arasında salınan bir dedektif noir.”

Romanın anlatıcı kadın dedektif kahramanı daha önceden tuhaf isimleri olan birtakım dosyaların peşine düşmüş ve fakat başarısız olduğu için mesleğini bırakmış, bir polisiye yazarının gizli hayatını sürmeye başlamıştır. Ancak yeni gelen teklifi reddedemez, aldatılan bir adamın kaçan karısını ve âşığını bulacaktır. Çok zorlu bir iştir bu, çünkü çiftin yolladığı son telgraf tayga ormanları sınırından gelmiştir. Asla geri dönmeyeceklerini kısa ve imalı biçimde ifade ederler: “Hoşça kal dediğimiz zaman içeri neyi buyur ederiz?” Peki kadının istediği gerçekten gitmekse neden gittiği her yerden mesaj gönderir, yolunun üstündeki her postaneden sözcük kırıntıları bırakır?  Anlatıcı kadın dedektif, kaçan kadını tayga sendromuna yakalanmadan önce bulmak zorundadır. Taygada yaşayan bazı insanlar korkunç kaygı ataklarına yakalanırlar ve kaçabilmek için intihar teşebbüslerinde bulunurlar. Etraf beş bin kilometre boyunca aynı şeyle kaplıyken kaçmak neredeyse imkânsızdır. Dedektifin alacağı ücret önemlidir ama bazı temel sorulara bulacağı cevaplar daha da önemlidir: “Hayatlarına neyi ya da neleri buyur etmişlerdi? Ormanı düşlemek, ormanda yaşamak, ormanı yazmak neydi?” Yerli dillerini bilen rehberle birlikte kayıp çifti bulmaya çalışırken dünya da gitgide tekinsiz bir yere dönüşür. Tayga ormanlarında karşısına köy ve havuz, kurtlar, izler, hikâyeler ve vahşi bir genç çıkar. Anlatıcı, bu karanlık hikâyenin sonlarına doğru kendisini ve her şeyin gerçekliğini sorgulamaya başlayacaktır.

Tayga Sendromu, klasik bir kara roman gibi başlıyor. Kaçak âşıklar, peşlerine düşen dedektif, ipuçlarından hareketle takip ve orman… Ama bambaşka bir şeye dönüşüyor. Gitgide gelişen gerçeklikten kaçış teması esrarengiz atmosferi besliyor. Kaçan çiftin peşinden giden dedektifle gelişen arayış teması, “Kırmızı Başlıklı Kız” ve “Hansel ve Gratel” masallarına göndermeli tuhaflıklarla daha da derinleşiyor. Anlatıcı, 19. yüzyıl orta sınıf duyarlılıklarına uyacak biçimde steril hale getirilen masalların derin yapılarına açıklık getiriyor. Ortaçağın temel derdi olan açlık ve kıtlığa çözüm olarak üretilmiş acımasız hikâyelerdir dinlediklerimiz aslında.

Dil kapalı, şiirsel, belirsizliklerle dolu, aforizmalar işlevsel, bu yüzden metin sonlara doğru daha da anlaşılmaz bir yapıya bürünüyor. Mekân ve zaman gibi gerçeklik de belirsiz, karakterler gizemli. Bir yerlerden sonra rahatsız edici bir havası var Tayga Sendromu’nun. Bütün bunlara ek olarak dünyanın herhangi bir yerine karşılık gelebilecek olan tayga ormanı kereste ticaretiyle yağmalanıyor, yakınlarında petrol kuyuları açılıyor. Bir türlü kurtulamadığımız saplantılara, yaşadığımız kapitalist yozlaşmadan çıkışsızlığımıza göndermeler bunlar. Anlatıcının sorduğu sorular, gördüğü rüyalar, okuduğu günlük, ürettiği imgelerden hareketle, okurdan yoğun bir okuma ve anlamlandırma çabası bekleniyor. Dedektif bir yandan da kendi günlüğüne notlar alıyor, bu notlar da belirsizliklerle yüklü, rüya mı gerçek mi belli değil. Okurun idrakinden kaçma becerisine sahip mahrem bir kodla yazılmışlar sanki. Dedektif anlatıcı, gerçek hayatta çözemediği vakaları kurmacaya dönüştürürken kullandığı yöntemini bir yerde şöyle açıklıyor: “Yeni yöntemim, olayları şüpheciliği elden bırakmadan ve delilik ihtimalini de hesaba katarak yazmaktı… Hayalimizde hâlâ nasıl titreşiyorlarsa öyle…”

“Cristina Rivera Garza bir yazardan, bir romandan, bir dilden beklenenlere riayet etmiyor. Garza, kışkırtıcı, provoke eden bir yazar,” diyor Yuri Herrera haklı olarak. Tayga Sendromu Meksika’dan yeni bir yazarla tanışmak ve nitelikli bir roman okumak isteyen okurlar için çok iyi bir seçim.

Didem Görkay – edebiyathaber.net (18 Ağustos 2020)

Yorum yapın