
Taşra, memleket ve milliyet… Edebiyatın satır aralarında sadece bir mekân değil, ruhun derin çatışmalarını da görünür kılan kavramlar. Nabizade Nazım’dan Ayfer Tunç’a uzanan bu yolculuk, bireysel yalnızlıkla kolektif belleği aynı potada eritir
Taşra, millet, milliyet ve memleket kavramları Türkiye’nin toplumsal hafızasında ve edebiyatında iç içe geçmiş, hem sığınılan hem de eleştirilen bir ruha işaret eder. Bu kavramlar, resmî anlatıların ötesinde, gündelik hayatın içinde; bir kasabanın tozlu sokaklarında, bayramların karmaşık duygusal yükünde, göçle gelen yabancılaşmada ve siyasi travmaların ortaklığında şekillenir. Aidiyet ve tutsaklık, melankoli ve ironi, bireysel yalnızlık ve kolektif bir bilinç bu kavramların doğasında, görünürde çelişkili ama derinde son derece insani bir şekilde bir arada var olur.
Memleket ise, kolektif hafızada çocukluğun safiyetini, kayıp cenneti ve aidiyet duygusunu temsil eden; ancak aynı zamanda kaçınılmaz bir yabancılaşma ve dönüşü olmayan bir melankoli kaynağı olarak içselleştirilmiş bir kavramdır. O, hamasetten uzak, gündelik hayatın ritüellerinde, mahalle aralarında, unutulmuş lezzetlerde ve dilin kıyısında kalmış kelimelerde yaşar. Bu yönüyle memleket, nostaljik bir sığınaktan ziyade, bireyi geçmişle şimdi arasında bölünmüşlüğe sürükleyen, hem hüzünlü hem de eleştirel bir bilinç durumunu tarif eder. Tanıl Bora’nın İletişim etiketiyle okur karşısına çıkan ‘Taşraya Bakmak’ başta bu konu ve kavramlar hakkında kuşatıcı pek çok eser vardır.
Bu meselelere edebiyatımız çerçevesinde bakınca renkli bir çeşitlilikle karşılaşırız: “Türk edebiyatında taşra; Tanzimat’ta “keşfedilen mekân”, Milli Edebiyat’ta “milli kimliğin kaynağı”, Toplumcu Gerçekçilikte “sınıf mücadelesinin ve sömürünün arenası”, Modern Dönemde ise “bireyin iç hesaplaşmalarının ve politik-ideolojik çatışmaların sembolik zemini” olarak karşımıza çıkar.”
Türkiye’nin modernleşme serüveninin taşradaki yansımalarını görmek için en kıymetli belgeler addedebileceğimiz kurgu eserlerden bazılarını odağa alarak hatırlatalım.

Edebiyatımızda ilk köy romanı olarak kabul edilen Nabizade Nazım’ın Karabibik’i taşra insanının gerçekçi bir portresini çizer ve toprak mücadelesini anlatır. “İlk”le başlayan bir bilginin konusu geçmişken bir parantez açmam gerekecek. Edebiyatımızda kimi ilklerin, tartışmaların, polemiklerin başka bir boyutu sık sık gündeme taşınır, tartışılır oldu. Gün geçmiyor ki ‘aslında’diye başlayan “yeni”lenmiş bilgiler duymayalım. Doğrusu bunlar hiç de yabana tılır iddialar değil, konuya vakıf olanlar, gelişmeleri takip edenler bana hak verecektir. İlk romanımızdan tutun da Ziya Paşa ile Namık Kemal arasındaki tartışmanın aslının ’ne’liğine değin doğru bildiğimiz pek çok şeyin kusurlu olduğu savı imleniyor. Edebiyat tarihine giren bu tür konularda Metin Kayahan Özgül’ün Fânustan Okyanusa ile Mehmet Narlı’nın ‘Eleştirinin Eleştirisi’ adlı kıymetli eserleri salık veriyorum.
Kaldığımız yerden devam edelim. Servet-i Fünûn döneminde Mehmet Rauf’un kaleme aldığı Eylül taşrayı doğrudan değil, bir kaçış mekânı (Beylerbeyi) olarak kullanır. Bireyin iç sıkıntıları ve yasak aşkı, taşranın dingin ama bunaltıcı atmosferinde işlenir.
Milli Edebiyat Dönemine geldiğimizde özellikle iki ismi anmadan geçmememiz icap eder. İstanbul’dan kaçan Feride’nin Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmenlik yapması üzerinden, taşranın toplumsal yapısını, geleneklerini ve insan manzaralarını epik bir dille Çalıkuşu’nda anlatan Reşat Nuri Güntekin müfettiş olarak gezdiği Anadolu insanını enine boyuna aktarır, kişilik haritası çıkarır adeta. Türkçe’yi en iyi kullanan kalemlerimizden Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri ise Anadolu’nun ücra köşelerindeki sıradan insanların hayatlarını, yerel renkleri kullanarak hikâyeleştirir. Taşra edebiyatının kilometre taşlarından ‘Memleket Hikâyeleri’ öyle güzel ve büyülü bir isimdir ki günümüzün saygın isimlerinden Ayfer Tunç’un birazdan ele alacağım eserine de isim olmuştur.
Sabahattin Ali’nin taşraya bakışı farklıdır, daha yapıcıdır. Kuyucaklı Yusuf’ta kasaba yaşamının baskıcı, yozlaşmış ve sıkıştırıcı atmosferi, Yusuf’un trajik hayatı üzerinden sert bir gerçeklikle resmedilir. Roman, taşradaki feodal yapıyı ve çürümeyi anlatır. Bu tema diğer toplumcu gerçekçi romancılar tarafından da çok boyutlu işlenir.
Yaşar Kemal imzalı kült eser İnce Memed taşra temasını eşkıya-halk-devlet üçgeninde, epik bir anlatımla ele alır. Kemal, Anadolu köylüsünün zulme karşı isyanını ve toprak ağalığı sistemini destansı bir dille işler. Her ne kadar çok bahsedilen bir roman olsa da bol tekrarlı ve tekdüzeliğe kayan vaka örgüsü safhaları hasebiyle İnce Memed’i başarılı bir roman bulmuyorum ben; önemli mi, evet!
Köyün güç ilişkilerini, töreleri, sınıf çatışmalarını ve ağa-köylü mücadelesini son derece gerçekçi ve sert bir dille anlatan Yılanların Öcü ile Mahmut Makal’ın kaleme aldığı Bizim Köy’de, bir köy öğretmeninin gözlemleri köy edebiyatından öte, taşra gerçekliğine dair çarpıcı bir belgesel niteliği taşıması bakımından dikkat çeker.
Modern Dönemde Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar vd. anacağım diğer bazı isimler. Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki deneme estetiği, ismi manidar ‘Teslim’ adlı hikâyesi, taşrayı (Ankara) doğrudan mekân olarak kullanmasa da, taşralılaşmış zihniyeti, küçük burjuva değerlerini ve modern hayatın yabancılaştırdığı bireyi en derin şekilde analiz eden Tutunamayanlar ve Kars şehrini merkeze alarak, taşrada kimlik, siyaset, din ve modernleşme arasındaki çatışmaları politik bir roman kurgusu içinde derinlemesine irdeleyen ‘Kar’ taşra-şehir bağlamında memleket olgusunu, vatan sevgisini ve sosyolojik yapıyı dikkat çekici şekilde gündemleştirir.
Ayfer Tunç’un Edebiyatında Taşra ve Memleket Ruhu
Ayfer Tunç, Türk edebiyatında bu temaları belki de en incelikli, en çok katmanlı ve eleştirel bir şekilde işleyen yazarlarımızdan biridir. Onun metinlerinde taşra, memleket ve milliyet duyguları, nostaljik bir sığınak olmaktan çok, karmaşık, yaralı ve paradokslarla dolu bir ruh halini temsil eder.
Ayfer Tunç’un edebi evreni, modern Türkiye’nin kolektif hafızasının ve kimlik inşasının bir laboratuvarı gibidir. Onun eserlerinde taşra, ki çoğunlukla İzmit-Adapazarı hattından yola çıkarak Anadolu’yu temsil eder, sadece bir mekân değil, bir ruh halidir; “taşralılaşmış” zihniyetin hem eleştirisi hem de hüzünlü bir şekilde sahiplenilen yurdudur.
Büyük Anlatıların Gölgesinde Sıradan Hayatlar
Tunç, büyük anlatıların, hamasi söylemlerin ve resmi ideolojinin dayattığı “vatan” ve “millet” tanımlarını sorgular. Onun ilgisi, bu büyük kavramların gündelik hayatta, sıradan insanların yaşamlarında nasıl tezahür ettiğidir. Vatan, çoğu zaman kaybedilmiş bir çocukluk cenneti, bir mahalle, bir ev veya artık dönülemeyen bir geçmiş olarak karşımıza çıkar. Millet duygusu, 70’lerin siyasi kavgalarında, askeri darbelerin gölgesinde, göçle gelen yabancılaşmada veya bir futbol maçında tezahür eden kolektif bir heyecanda somutlaşır. Misal; “Taş-Kâğıt-Makas” gibi bazı kitaplarında Türkiye’nin son 50 yıllık toplumsal tarihi, bir ailenin hikâyesi üzerinden anlatılır. Burada “millet” olma hali, maruz kalınan ortak travmalar (darbe, terör, ekonomik krizler) ve bunların bireyde yarattığı korku, aidiyet ve yabancılaşma duyguları üzerinden inşa edilir. Vatan sevgisi, çoğu zaman bu travmatik ortaklığa duyulan öfke ve bağlılık arasında gidip gelen ikircikli bir histir.
Gelenek: Sığınak mı, Tutsaklık mı?
Ayfer Tunç, Türk örf, adet ve geleneklerini hem bir sığınak hem de bir tutsaklık alanı olarak resmeder. Aile içi ritüeller, bayramlar, cenaze ve düğün adetleri, komşuluk ilişkileri, bireyi saran, ona bir kimlik ve güvenlik duygusu veren ama aynı zamanda onu sınırlayan, bireyselliğini ezen bir sistem olarak işlenir. Bu gelenekler, karakterlerin içsel çatışmalarının ana kaynağıdır: modern birey olma arzusu ile geleneksel toplumun beklentileri arasında sıkışıp kalma hali.
Ayfer Tunç’u bu geleneğin diğer yazarlarından ayıran en önemli özellik, melankolik bir bilinç ve incelikli ironi kullanımıdır. O, taşrayı ve memleketi anlatırken ne tamamen yüceltir ne de topyekûn yerer. Derin bir sevgi ve özlemle keskin bir eleştiriyi aynı cümlede buluşturabilir. Bu, onun anlatımını trajikomik bir hale getirir. Kaybedilen bir geçmişe duyulan hüzün (melankoli) ile o geçmişin naifliklerinin ve baskıcılığının farkında olma (ironi) onun metinlerine sinmiştir.
Modern Bir Nazire: Ayfer Tunç’un ‘Memleket Hikâyeleri’
Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’ne yaptığı modern bir nazire olan ‘Memleket Hikâyeleri’, bu temayı anlamak için bir mihenk taşıdır. Tunç, kitabında Karay’ın Anadolu insanını ve renklerini anlatışındaki “dışarıdan bakış”ı alır ve ona derin bir melankoli, ironi ve içeriden bir eleştiri katmanı ekler. Hikâyelerde anlatılan kasaba hayatı, gelenekler, ailevi ilişkiler ve toplumsal normlar, sıcak bir nostalji perdesi arkasında yansıtılmaz, aksine, bu perde sık sık aralanarak yalnızlık, baskı, dedikodu, sıkışmışlık ve modernleşmenin yarattığı kültürel şizofreni gözler önüne serilir.
2012’de İletişim’den, geçen sene de Can’dan çıkan eserin ikinci baskısında herhangi bir düzenleme/değişiklik yapılmadığını söylemeliyim; Karaman bir il değil hâlâ Konya’nın Karaman’ı meselâ.
Ayfer Tunç’un karamsar kişilik ve durum nitelemelerinin yorgunluğu, Zaytung’tan aktardığı bir paylaşımla dağılıyor neyse ki, en azından ben öyle hissettim: “YÖK tarafından Avrupa ve Amerika’nın çeşitli kentlerine batının ahlaksızlığını almak için gönderilen gençler, dün gece geç saatlerde Atatürk Havalimanı’ndan yurda giriş yaptı. Batının ahlaksızlığı karşısında dehşete düştükleri gözlerden kaçmayan gençlerden bazılarının iner inmez havalimanı pistini öpmeleri dikkat çekti. Öğrenci Kültür Değişim Programı dahilinde Batı’ya gönderilen genç akademisyenler, gittikten kısa bir süre sonra bu ülkelerin içerisinde bulunduğu ahlaki çürüme ve yozlaşmaya dayanamayarak, bulundukları şehirlerdeki Türk konsolosluklarına sığınmışlardı. (…) Toplantı sonrası yaptıkları açıklamalarda, genç akademisyenlerin rehabilitasyonu ve Türk ahlakı ile ananelerine tekrar adapte olmalarının uzun soluklu bir mücadele olacağınının sinyallerini veren TÜBİTAK cephesindeyse, endişe ve umut bir aradaydı. Tüm devlet birimlerinin gençlerimizin tedavisi için seferber olduğunu belirten TÜBİTAK yetkilileri, en son tekonolojiyle donatılmış olan modern bir kliniğe yerleştirilecek olan akademisyenlere ilk etapta bir aylık yoğunlaştırılmış Türk Ahlakı Kürü uygulanacağını ifade ettiler.
Hastaların ağırlıklı olarak namus, anne bilinci, futbol sevgisi, okey, cep telefonu merakı gibi kültürel değerlerimizin aşılanacağı tedaviye yanıt verecekleri umulurken, Dışişleri’ne yakın kaynaklardan gelen bilgiler, her ihtimale karşı B planı olarak sınırdışı seçeneğinin de göz önünde bulundurulduğu yönünde.”
Ayfer Tunç’un ‘Memleket Hikâyeleri’nde Ankara ve İzmir’e taşralılık hususunda torpil geçtiği dikkatlerden kaçmıyor. Türklerin milli içeceği çayın anlatıldığı bölümde ‘Türkiye usulü çay’ tabiri de gözümden kaçmadı. Neden Tük usulü değil de, Türkiye usulü? Van ve Sakarya depremlerinden hemen önce buralara giden Ayfer Tunç’un geri dönüşlerinde aldığı deprem haberleri de oldukça ilginç, şaşırtıcı!
Taşranın ve Memleketin Modern Ruh Haritası
Sonuç olarak Ayfer Tunç; Türkiye’nin modernleşme serüveninin bireyde ve toplumda yarattığı yarılmayı “memleket”, “miilet, milliyet” ve “taşra” kavramları üzerinden derinlemesine okur. Onun eserleri hamasetten uzak, insani, kırılgan ve çelişkilerle dolu bir aidiyet portresi çizer. “Vatan”, “millet” ve “gelenek” onun kaleminde, kitaplardaki ve nutuklardaki soyut kavramlar olmaktan çıkıp yaşanmış, hüzünlü ve zaman zaman komik tecrübeler olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle o, sadece bir öykücü değil, aynı zamanda Türkiye’nin toplumsal ruh halinin en yetkin gözlemcilerinden ve tarihçilerinden biridir diyebiliriz.
Yazıda bahsi geçen kitaplar: Ayfer Tunç; Memleket Hikâyeleri, Can Yayınları, İstanbul 2025, 317 s.- Taş Kağıt Makas, YKY, İstanbul 2003, 163 s.
Tanıl Bora, Taşraya Bakmak, İletişim Yayınları, 9. baskı, İstanbul 2023, 320 s.

















