Ne kavgam bitti ne sevdam | Can Öktemer

Nisan 8, 2019

Ne kavgam bitti ne sevdam | Can Öktemer

Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın tüm dünyayı saran Kavgam serisi, hiç şüphe yok ki son yıllardaki en büyük edebiyatı olayı. Knausgaard’ın hayatını anlattığı bu 6 ciltlik 3600 sayfalık seri dünya çapında bir fenomene dönüşmüş durumda. Yazar 6 ciltlik seri boyunca hayatının tüm detaylarını, ilişkilerini, ailesini, zaaflarını açık yüreklilikle satırlara düşürüyor. Seri boyunca karşımıza çıkan karakterlerin ve olayların tamamı gerçek. Bu sebepten ötürü de Knausgaard’ın ailesi ve dostlarıyla bazı sorunlar yaşadığı da bilinmekte.

Norveçli yazar, Kavgam serisinde hayatını olduğu gibi aktarıyor ne eksik ne fazla… Dünya edebiyat tarihinin belki de en sıradan kahramanın epik yolculuğunu dinliyoruz seri boyunca. Hayata dair sıradan anlar, ilişkiler ve durumlar Knuasgaard’ın metninde etkileyici bir hikayeye dönüşüyor. Bu sebepten ötürü kendisine çağımızın Proust‘u diyenler de var. Bir süre sonra bu kadar açık yüreklilikle ortaya serilmiş yaşam öyküsünde karşımıza çıkan detayların hangisinin gerçek hangisin gerçek olmadığı ikilemine düşmek durumunda bile kalıyorsunuz. Bu bağlamda Kavgam serisinin herhangi bir edebi tür içerisine dahil etmek de bir hayli güç. Kendisinin çağdaş edebiyata ve yerleşik yazım tekniklerine karşı bir mesafesinin olduğunu da hatırlatalım. Kendisi, seri boyunca herhangi bir edebi türe yakın durmak yerine, neredeyse serbest bir bilinç akışıyla hayatını aktarıyor. Hayatın tüm sıradanlığını gerçeğe en yakın bir şekilde tasvir ediyor. Bununla beraber düz çizgisel bir akış izlemiyor, sıklıkla bir hatıra ya da durum üzerinden geçmişe dönüyor. Dolayısıyla metnin bilindik otobiyografik türden kitaplardan da ayrılmış oluyor. İşin özeti, kendine has bir akışı ve dili var Knuasgaard’ın. 

Kavgam fenomeni bir süredir Türkiye’ye de sıçramış durumda. Serinin  6 cildinden 5’i Monokl Yayınları’ndan çevrilmişti. 6. kitabın  çevirisinin de başlandığı haberleri gelmekte… Bu yazıda serinin ikinci cildi olan, 2016 yılında  yayımlanan Ebru Tüzel ve Haydar Şahin’in titizlikle çevirdiği Âşık Bir Adam’ı anlatmaya çalışacağım.

 Aşk, yeni hayat, yeni başlangıçlar 

Serinin ilk kitabında Knausgaard, babasıyla olan sorunlu ilişkisi, çocukluğu, ilk gençliğin buhranlı dönemini anlatıyordu. Ölümle yüzleşmek, büyümek ve sorumluluklar ekseninde Knausgaard’ın hayatının en zorlu süreçlerinden birine tanık olmuştuk.

Serinin ikinci kitabı Âşık Bir Adam ise Knausgaard’ın hayatının bir başka önemli dönemecini anlatıyor. Yeni bir hayat, yeni bir şehir, yeni bir sevgili,  ailevi sorumluluklar ve baba olmanın tüm ağır yükü Knausgaard’ın omuzlarında.

Âşık Bir Adam’da Knausgaard, Norveç’teki yaşamına, eşine ve geçmişine dair ne varsa veda edip; İsveç’e yeni bir yaşam kurmanın peşine düşüyor. Bu yeni yaşam ideali, beraberinde bir sürü çelişki, pişmanlık ve geçmişin hayaletleriyle boğuşmak anlamına da geliyor. Tıpkı İlhami Algör’ün dediği gibi: “Yeni bir hayat kurmak… Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa bir tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? Yeni bir hayat için mutlaka, kuvvetli bir rüzgar mı gerekiyordu? Önceki hayatınız artık ‘eski’ mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?”

Knausgaard da İsveç’teki yeni yaşamında bu ikilemlerin tam ortasına düşüyor. Her yeni başlangıçlar beraberinde bir sürü sorunu önünüze çıkarır; kendisi de yeni bir kültürün açmazlarıyla boğuşuyor öncelikle. Kimseyle iletişim kuramıyor bir süre. Zorunlu bir izolasyona çekilmek durumunda kalıyor. Lakin İsveç’teki yalnızlığı ona farklı bir özgürlük alanı açıyor. Kimsenin onu ve geçmişini tanımadığı bir yerde, sokaklarda özgürce dolaşıyor, mekanları, yerleri keşfediyor. Geçmişine dair tüm yükümlülüklerden sıyrılmış bir şekilde özgürlüğünü yeniden kazanıyor bir anlamda. Hayatını en baştan kurguluyor; her zaman yeniden başlamak için bir zaman ve imkan vardır çünkü.

Bu sürede zarfında hayatına Linda’yla tanışıyor. Kendisi bu tanışma anını şöyle anlatıyor: “Sonra Linda’yla tanıştım ve güneş doğdu. Sırılsıklam âşıktım ve her şey mümkündü. Her şey anlam yüklüydü… Bunu başka türlü ifade edemem. Hayatıma güneş doğdu. Önce ufukta ağaran tan yeri gibi, nasıl desem, önceleri görebilmek için ufka bakmak gerekiyordu. Ardından ilk ışınların ulaşmasıyla, her şey daha netleşmiş, daha kolaylaşmış, daha canlanmış ve ben giderek daha mutlu olmuştum, sonra ömrümün semasının tam merkezinde yerini almış, parlamış, parlamış, parlamıştı.”

Yeni bir hayatın başlangıcı ancak bir sevgiliyle anlam kazanabilir zaten. Linda, tıpkı kendisi edebiyatla uğraşan birisi. Lakin geçmişte bir takım zorluklar geçirmiş; yaşamış olduğu psikolojik sorunlar sebebiyle bir süre klinikte tedavi görmüş. Oldukça kırılgan bir ruh haline sahip.

Knausgaard’ın ona açılması, onunla ilişkisini derinleştirmesi ilk başlarda bir hayli zorlu oluyor. Linda ilk başta onu reddediyor, hayatına dahil etmek istemiyor. Knausgaard, bir süre “odalarda ışıksız” kalıyor, teselliydi içki şişelerinde buluyor. Derin bir kesik atılmış kalbini iyileştirmeye çalışıyor, lakin kendisi asla pes etmiyor. Linda’yı sevmeye ediyor. Linda’nın kendisini sevebilme ihtimali hep sıcak tutuyor;  bu konudaki kavgasını inatçılıkla sürdürüyor.

Zaten bu hayatta gerçekten birisini seviyorsanız; o duygulara sahip çıkmalısınız. Çünkü tekrarı yakalanması pek kolay olmayan duygular, anlar; her şeyin hesap, kitap dahilinde değerlendirildiği, duyguların özünün unutulduğu bir çağda, sizi siz yapan nadir durumlarda biridir. Knausgaard ve Linda arasındaki bu belirsiz süreç bir süre sonra mutlu sonla bitiyor ve beraberlikleri başlamış oluyor. Yeni bir hayatın başlangıcının ilanı da oluyor tıpkı Edip Cansever’in dediği gibi: “Bütün iyi kitapların sonunda, bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda, meltemi senden esen, soluğu sende olan, yeni bir başlangıç vardır”.

Linda ve Knausgaard, kendilerine bir dünya kuruyorlar. Beraber yaşamanın, gezmenin, sevişmenin, anlamlı suskunlukların tadını çıkartıyorlar. Aşkın sarsıcı tek taraflılığını sevgiyle dengeliyorlar. Bu da onların ilişkilerini derinleştirmiş oluyor. Her ilişkide yaşanabilecek anlaşmazlıklara, ikilemlere onlar da düşüyor. En basitinden birbirlerinin arkadaşlarıyla, aileleriyle tanışırken tedirgin oluyorlar. Birbirlerinin sevimsiz özellikleriyle yüzleşiyorlar.

Tüm bu sürecin sonunda çocuk sahibi oluyorlar hem de üç tane… Bu da yeni sorumluluklar ve yükümlülükler demek. Aile kurmanın, çocuk yetiştirmenin, baba ve anne olmanın dayanılmaz ağırlının altında eziliyorlar. Üstelik orta yaş bunalımıyla uğraşmak durumunda kalıyorlar. Ellerinden kayıp giden zamanın arkasından bakıyorlar. Bu hayatta yapabilecekleri ve kuracakları hayallerin giderek azaldığının farkına varıyorlar. Tüm bunlara ek olarak iç içe geçmiş olan hayatların ve aynı zaman dilimine hapsolmanın sıkıntısı baş göstermeye başlıyor. Aşk, romantizm kenara bırakılıyor. Puset, bebek bezleri, lunapark, okul, kreş bir anda hayatlarının tek gerçeği oluyor. Bu noktada şunu da hatırlamak lazım; Knausgaard, erkeklik meselesiyle bir nevi kavga ediyor kitap boyunca. Kendisi, hayatı eşi Linda’yla eşit bir şekilde paylaşıyor. Evdeki iş bölümü eşit bir şekilde bölünmüş. Knausgaard, yeri geliyor evi temizliyor, yeri geliyor çocuk bezi değiştiriyor. Bu anlamda da bu meseleye ezber bozan bir yerden girdiğini söylemek lazım.

Knausgaard, tüm bu sorunlara ortasında, yeni kitabın bir türlü odaklanamıyor. Evin içersine tüm dünyasını ve özgürlüğünü sığdırabileceği bir “kendine ait oda” inşa etmeye çalışıyor. Yazmak onun kıymetli bir özgürlük ve mutluluk alanı; onu kaybetmek istemiyor. Gerisi hayatımız gibi, geride kalan hayaller, inişler, çıkışlar, hayatla ve kendimizle yüzleşme oluyor…

Olduğu gibi hayat 

Âşık Bir Adam, özetle yeni başlangıçları, aşkları ve dostlukları anlatıyor. Yeni bir yerde kurulmaya çalışan hayatın zorlukları, aşık olmanın yıpratıcılığı ve dostluklar, Knausgaard’ın ilginç gözlemleri ve yalın ama etkileyici bir şekilde aktarıyor. Kitap, bazı yerlerde patinaj yapıyor tekrara düşüyor hissi yaratabiliyor. Uzun betimlemeler, bazı dağınık sohbetler bazen sizi konudan uzaklaştırabiliyor. Lakin Knausgaard’ın kendine has üslubu ve akıcı dili sizi romanla bağınızı kuvvetlendirebiliyor. Norveçli yazar, süslü cümlelere, büyük laflara ihtiyaç duymadan anlatıyor hikayesini. Lafını esirgemeden, dolandırmadan doğrudan satırlara düşürüyor anlatmak istediklerini. Büyük anlatılara, altı çizilecek aforizmalara rastlamıyoruz. Hayatın kendisi ne kadar sıradan ve basitse, Knausgaard’ın romanı da öyle; olduğu gibi hayat. Bir anlamda sıradanlığın zarafeti onun ki…

Knuasgaard, kitap boyunca en çok kendisiyle hesaplaşıyor. Yaş almanın getirdiği melankoliyi, annenin, babanın yaşlanması ve ölümün çarpıcılığını sorguluyor. Zaaflarını korkusuzca ortaya döküyor, kötü yanlarını anlatmaktan çekinmiyor. Utangaçlığını, bir türlü dizginleyemediği beğenilme arzusunu açık yüreklilikle ortaya döküyor. Başarısızlıklarını, toplum içinde utandığı anları da lafı dolandırmadan anlatıyor. Sosyal medya vs. sayesinde hayatlarımızı şeffaf bir şekilde yaşadığımız günümüzde, kendisi de hayatını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. “Selfie çağı” kuşağının kendisine inşa ettiği kusursuz personalar yerine o olabildiğince korkularını, zaaflarını, eksiklerini ortaya döküyor. Zaten kim gerçekten bu denli içine bakabilmiş ki…

Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisi bize biraz da şu hususu hatırlatıyor sanki: hayata ve kendimize ne kadar uzaktan bakarsak o kadar çok şey görebiliriz. Modern hayat hiç olmadığı kadar  hızlı akıp gidiyor; tüm bu sırada hayatın inceliklerine, detaylarına, anlara dair bir sürü şeyi kaçırıyoruz. Dolayısıyla yaşamlarımıza, hayatı algılayış biçimleri değiştirmek, sıkışıp kaldığımız şu zaman dilimine biraz daha sakince ve yavaşça bakmak kıymetli olabilir. Hayatın tözü, kendisi sanki bu kaçırdığımız anlarda gizli. Knuasgaarda tıpkı böyle yapıyor: “Dünyaya bakış açınız genişledikçe, bunun sadece size verdiği acı değil, anlamı da azalır. Dünyayı anlamak, onunla aranıza belirli bir mesafe koymayı gerektirir.” Knuasgaard edebiyatının tarihinin en  özel karakterlerden biri artık. Kendisi hoş bir sohbetin döndüğü masada en güzel hikayeleri anlatan mahallenin en şık abisi… Onun hayatla kavgası bir anlamda bizim de kavgamız…

edebiyathaber.net (8 Nisan 2019)

Yorum yapın