Michel Del Castillo: Zamanı Dönüştüren Anlatıcı | Feridun Andaç

Nisan 6, 2021

Michel Del Castillo: Zamanı Dönüştüren Anlatıcı | Feridun Andaç

Nicedir Michel Del Castillo’dan söz etmek istiyordum. İspanyol Kanı * ile Kardeşi ‘Budala’yı* önceki  yıllarda art arda okumuştum. Kardeşim ‘Budala’da Dostoyevski’nin dünyasına yolculuğa çıkarırken, kendi yazarlık serüvenine dönük bir tür bağlanışın öyküsünü dile getiriyor. Evet, bir yazarın bir başka yazarın dünyası ile alışverişi, bunun dip sularında gezinişi. Algıladıkları, benimsedikleri, dönüştürdükleri bütünüyle bu öykünün özünü oluşturuyor.

Castillo’nun burada dile getirdiklerinden geçerek romancı dünyasına yaklaşmadan da, onun bu soy kütüğünde yer alan yazarlardan biri olduğunu çıkarabiliriz. Her hangi bir yapıtını okuduğumuzda, yazarlığının bir ucunun Dostoyevski’ye uzandığını görebilmek olası.

Castillo’yu Şairin Ölümü* ile tanıdım. Bir Orta Avrupa ülkesi olan Dumarya’nın  başkenti Usek’te yaşanılanlar, şair Aleksandr Çardin’in öyküsüyle örtüşünce; sosyalist bir ülkedeki çöküşün arka planında olup bitenleri anlamak daha da kolaylaşıyor. Hicvedilen ülke Romanya’dır aslında. Castillo, aslında, Çardin tiplemesiyle sanatın/sanatçının konumu, işlevi ve etkinliğini sorguluyor. Söz’ün anlamı ve gücü, yettiği yer, yetemedikleri..

Sürükleyici, etkileyici bir romandı Şairin Ölümü. Yazarının diğer kitaplarının bazılarının da çevrildiğini görünce sevinmiş, o itkiyle okumuştum Çağımızın Çocuğu’nu. Oradan da diğerlerine geçmiştim. Başına Buyruk Bir Kadın, benim için daha da etkileyici gelmişti. Yaşam ve edebiyat/sanat ilişkisinin boyutlarını düşündürtmüştü bana, Castillo.

Frankofon bir yazar olmasına karşın; İspanyol esintileri, Akdeniz duyarlığı sizi içine çekiyordu. Özlemler, tutkular, yaşanılan ortamın bütün olumsuzluklarına karşın; aşkın ve sevginin birbirine tutunarak yaşamanın kılavuzu oluşu..Karar Gecesi ile açılımı geniş, soluklu bir romancının çağımız ‘insan’ına bakışını, hem de Dostoyevski vari bir irdeleyicilikle anlatışını görüyoruz. Bir polisin öyküsü, içimizde sürekli taşıdıklarımızı; gizli olanları dıştalıyor adeta. Castillo’nun hayata, aşka, sevgiye, çözülmeye, acıya, değer yitimine, yalnızlığa, bağlanışa, tutkuya, hüzne, karşılıksız sevgilere adanış çığlığını getiren o ‘minimalist roman’ı Gitar ise; sanki, onun tüm yapıtlarında anlatacaklarının bir manifostosudur.

Castillo, bu ikinci romanıyla,  anlatı dünyasının yolunu açıyor. Çocukluğunun yurdu Galicia’ya döner, çirkin mi çirkin cücenin öyküsünü anlatır. O, kendi öyküsünü, çirkinliğini, tutkularını, bağlanışını anlatır. Daha da önemlisi, durduğu, ait olduğu yeri bilen; sorular sorarak ayakta durmaya çalışan, tutkularının ardından gitmeyi göz alan bir roman kahramanıdır bu İspanyol cüce:”Bura halkının ruhunu anlamak için, bunu iyice görmek, hayal etmek gerekir. Çünkü onlar Galicia’lı’dırlar…Bir yere ait olmayı, bir yer’den’ olmayı hiç düşündün mü?”(s.12)

Castillo, aslına, her yapıtında böylesi bir çığlığın sesini getiriyor. Sözcüklere tutunarak yaşamının debisini gösteriyor. Bunların dışına taşan bir hayatın anlamını da sorguluyor.                                                                            

“İnsan her şeyden önce çatışmadır. Sanatçı, insan doğasının özelliklerinden yalnızca birisini betimlemeyi seçebilir ya da aksine onun ikilik’ini gözler önüne serebilir.” Sözleri, onun yapıtlarında sürekli yansıtmaya çalıştığı; ‘insan ruhundaki parçalanma’nın düşünce boyutunu gösterir adeta.

 Sanırım, Castillo’nun asıl bu duruş yerini de, yukarı da sözünü ettiğim iki kitabında, yani İspanyol Kanı ile Kardeşim ‘Budala’da buluruz. Gerçi, şunu söyleyebiliriz; ‘bir yazarın tüm yazdıklarıdır onun duruşunu bize anlatan’. Ben, kendi adıma, Castillo vari yazarların bu tarz kitaplarını önemsiyorum. Çünkü, yazar, burada yazarlık kimliğinin oluşumunu; hayata karşı duruş yerini, beslendiği coğrafyayı, ait olduğu yeri, edebiyata bakışlarını optik bir bakışla sergileyebiliyor. Bir bakıma da, romanında ya da diğer yaratısal anlatılarında yapamadığını burada öne çıkarabiliyor.

 İspanyol Kanı, işte onun bu kişisel tarihine dönük bir yolculuktur. Yıllar sonda İber yarımadasına dönüşü. 1951-53 yıllarında yaşadığı Huesca’ya dönüş. Yolculuğunda geçmişinin izlerine bakar. Görüntüler, onun kişisel tarihindeki derinliklerin anlamını ortaya çıkarır: “Manzaraları gözler önünde canlandıran, kentleri ve anıtları betimleyen, geçmişi anımsatan doğru sözcükleri bulmakta zorluk çekmem. Bu betimlemelere belirli bir sıcaklık katar ve kurduğum cümlelerin yarattığı duyguları sonunda ben de duyumsamaya başlarım. Kendimi kendi oynadığım oyuna kaptırarak güzel bir manzaranın insanlarda İspanya ve İspanyol halkı için uyandıracağı heyecanı benim de duyumsadığım olur. Bu heyecanın ardında, içimde taşıdığım nefretin bir yeraltı ırmağı gibi akıp gittiğini duyumsadığım ölçüde, bu duyguya kendimi daha kolay kaptırırım.”(s.10)

Yazarın yeraltı ırmağında geziniriz. Duygu evreninin kaynakları, dilini vareden coğrafyadır. O coğrafyaya doğru yapılan yolculuk, bir bakıma da onu içsel yolculuğa çıkarır.

Çocukluktan beri iki dilli yaşamının ilk an’larını şöyle anımsar: “Madrid’deki ilk çocukluğumdan bu yana Fransızca benim için, yastık üstünde yapılan itirafların, yatağın diplerine yapılan uyuşuk dalışların dili olmuştur.” (s. 14)

Her bir ses, her bir renk çocukluğunun geçtiği savaş ortamının imgelerine döndürür, onu. Ve ardından yaşadığı sürgünlük, dilinden kopuş süreci! Gerçekten kopmuş mudur? Yapıtlarına ağan hüzün, aslında bu kopuşun hüznüdür. Bir başka dilde yazarken o hüznün coğrafyasını anlatır. Kırgınlıklara bürünmüş bir ömür başka nasıl anlatılabilir ki..Hele ait olduğun yer’den kopuş, başka yer’e gidiş… İşte Castillo’nun çığlıklarından biri daha: “Bu hüznü kitaplarımda mırıldanmayı çok denedim –belki de yazdıklarımı bu hüznü iyileştirmek

İçin değil, İspanyol yanıklarının üstüne Fransız merhemi sürerek avunmak için kaleme almışımdır. Sözlerim, seslendiğim kişilere bu sözlerin şiddetini yumuşatan yabancı bir dille ulaşıyor. İspanyolca’ya da çevrilmiş olsa, anlaşılacağından emin değilim.

İber yarımadasını fazlasıyla anımsatan bir adla ve karikatürü andıran bir fizikle yola çıkıyorum, kendi dilimi çalmadan ifade edebiliyorum, ama dışa vurulan kimlik, bir başka kimliği, gizli, çocukluğumdan beri yaşadığım sözcüklerle dokunmuş bir kimliği örtüyor. İçimde İspanyol kinini  taşıyorum, ne var ki bu kini Fransızca’ya çökertiyorum. Bunu yapmaya hakkım var kuşkusuz. Kimse bir şey diyemez. Öte yandan oyunuma da kimse katılmıyor.” (s.19)

 Castillo gibi yazarların yurdunda dolaşmayı eşsiz bir yolculuğa benzetirim. Kendi adıma, öğrendiğim çok şey olur.

İyi yolculukların bitmesini hiç istemeyiz. Varış yerini değil de o yolculuk süresini önemseriz. Orada bulduklarımız, yaşadıklarımız, yaşattıkları daha bir sarmalar bizi. Sonrasında ise içimizde yaşaya duran da en çok onlar değil mi?

Castillo’ya dair edecek sözlerim burada bitmiyor. Bitirmek de istemiyorum. İyi yazarlar; iyi kitaplarla yolculuğumuzun da hiç bitmesini istemeyiz. Castillo’ya, yer yer İspanyol Kanı’na, Kardeşim ‘Budala’ ya döneceğim. Kaldığımız yerden devam etmek üzre…  

Ama yeni basımı masamda duran Karar Gecesi’ni de okuyarak bu yolculuğu sürdüreceğim sevgili okurum.               

          ___________________________

* İspanyol Kanı, Michel Del Castillo, Çeviren: Aykut Derman, 1996, Can Yayınları, 194 s.      

*Kardeşim ‘Budala’, Michel Del Castillo, Çeviren: Aykut Derman, 1998, Can Yayınları, 300 s.

*Şairin Ölümü, Michel Del Castillo, Çeviren: Hüseyin Boysan,  1992, Ayrıntı Yayınları, 272 s.  

*Karar Gecesi, Michel Del Castillo, Türkçesi: Çeviren: Özdemir İnce, 1984, Can Yayınları, 399 s.; Yeni basımı: Sia Yay., 2020, 348 s.

*Çağımızın Çocuğu, Michel Del Castillo, Çeviren: Lale Burak, 1984, Can  

 Yayınları 304 s.

   *Gitar, Michel Del Castillo, Çeviren: İnci Kaplan, 1994, Can Yayınları, 111 s.

  *Başına Buyruk Bir Kadın, Çeviren: Aykut Derman, 1993, Can Yayınları, 348 s.

edebiyathaber.net (6 Nisan 2021)

Yorum yapın